Saman sarısı zarfın üzerinde, büyük harflerle İHTARNAME yazıyordu; elleri titreyerek açtı. “Bankamızdan kullanmış olduğunuz krediyi, işlemiş faizi ile birlikte, en geç bir ay içinde kapatmanız gerekmektedir. Aksi takdirde…” Yüzü palyaço suratı gibi bembeyaz oldu. Tavandaki kristal avize salıncak gibi sallandı. Eşyalar, güneşin çevresinde tur atan gezegenler gibi dönmeye, duvarlar dört yandan bir el tarafından itiliyormuşçasına üstüne gelmeye başladı. Midesinde bulunan her şey hızla yemek borusuna tırmandı; lavaboya zor yetişti.
İkisi de zayıf, uzun boylu, koyu renk takım elbiseli Bond çantalı uzmanlar, bir haftadır yardımcılarıyla birlikte sabah dokuz, akşam beş şirkette inceleme yapıyorlardı. Kapının tıklatıldığını fark etti. “Buyurun,” dedi, heyecanını gizlemeye çalışarak. “Hoş geldiniz,” derken ayağa kalktı. Gülümsemeye çalışıyorsa da yüzü hafif felç geçirmiş gibi çarpık ve komik görünüyordu. “Sizin için de mahzuru yoksa birkaç soru sormak istiyoruz,” diye saygılı bir ses tonuyla konuştu bıyıklı olan. “Tabi ki buyurun,” diye kekeledi. Gözleri kararır gibi olduysa da toparlandı. “Hesaplar birbirini tutmuyor. Kasada olması gereken kadar para yok. Bankalardaki hesaplar da aynı durumda. Ya şirket defterlerinde beyan ettiğinizden daha az para var, ya da öyle bir hesap yok. Halka açık şirketsiniz yasal sorumluluklarınız var; bu konuyla ilgili açıklama yapar mısınız?” diye sordu. Sesinin tonundan bir anlam çıkarmaya çalıştıysa da beceremedi. Son iki yıldır Ali’nin külahıyla Veli’yi idare etmeye çalışıyorlardı. Uluslararası krizle gelen petrol –dolayısıyla plastik ham maddesi- fiyatlarının aşırı yükselmesi yarayı büyütmüş; satışlar neredeyse yarı yarıya azalmıştı. Takke düşmüş, kel görünmüştü; ne diyebilirdi ki? “İyi incelediniz mi? İşletme son iki yıldır düzenli zarar ediyordu. Bir miktar açığımızın olduğunu biliyorum. Ama sizin dediğiniz kadar olmamalı,” diye yanıtladı. “Şöyle yapalım mı?” diye konuştu, bıyıklı. “Biz şimdi yemeğe gidiyoruz. Siz detaylıca inceleyin, yemek dönüşü yeniden konuşuruz. Zaman az derseniz, bir gün sonra da olabilir.”
Her şey ortadaydı. Korktuğu başına gelmişti. Ertesi gün, “İyi niyetle şirketi döndürmeye çalışıyordum,” diye yazdırdı tutanağa. “Ne yazık ki olmadı. Altı ay ortalama civarında kâr etseydik, sorunların çoğu çözülmüş olurdu.” Sol gözü seğiriyordu. “Defterlerdeki kayıtlarla, bankalardaki hesapların farklı olduğunu kabul ediyorsunuz, doğru mu anladım?” diye sordu, bıyıklının yardımcısı. Alnındaki teri siliyordu, ayağa kalktı. Önündeki masaya bir miktar abanarak dövüşçü Hint horozları gibi kafasını ileriye doğru uzattı. “Bana kelime oyunu yapmayın. Tutanağı istediğiniz gibi düzenleyebilirsiniz. Ama söylemediğim şeyleri yazarsanız, imzalamam bilginiz olsun,” diye, yarım yamalak da olsa diklendi.
Sonra, malum süreç başladı. SPK (Sermaye Piyasası Kurulu) denetçilerinin raporu doğrultusunda, savcılığa suç duyurusunda bulunuldu. Yönetim kurulunun imza yetkisini kaldırıp, yönetimden el çektirdiler. İflastan önceki aşama olan tedrici tasfiye kararı alındı. Çalıştıkları bankalar, birbirleriyle yarışırcasına protesto çekip, kullandırdıkları kredileri –temerrüt faizleriyle birlikte- geri istedi. Müşteriler siparişleri iptal etti. Tedarikçiler alacaklarını tahsil etmek için yasal işlem başlattı.
Yılbaşından önceki sabah erkenden geldi fabrikaya. Herkesi evlerine göndermişlerdi. Öğleye kadar her bölümü dolaştı. Sonra Emektarın yanına gitti. Dönüşümlü çalışan, muhasebe personeli ortalıkta görünmüyordu. Yemeğe gitmiş olmalılar, diye düşündü. Fabrikanın ilk Plastik Enjeksiyon Makinesi -en fazla 150 gram ağırlığında ürün üreten- otuz yılın yorgunluğunu üzerinden atmak ister gibi mola vermiş dinleniyordu. Çevresinde birkaç kez dolaştı; ağır adımlarla yürüyor, hemen her yerine dokunuyordu. Metalin soğukluğunu hissetmiyor, aksine sevgilisinin sıcacık elini tutmuş sevdalı bir adam gibi mutluluk duyuyordu. “Buraya geldiğin günü hiç unutmadım,” diye konuştu. “Güvey evine at sırtında gelen gelin gibi süslemiştim seni; bir tek davul zurnan eksikti. Onu da çaldırırdım da görmemişin bir oğlu olmuş, derler diye vazgeçmiştim. Uzun uğraşlardan sonra ilk kalıbı gövdene bağlayıp, çalıştır butonuna bastığım an, kalabalıktan gürültülü bir alkış ve ıslık sesi yükselmiş, pistonların, islimini almış buharlı lokomotif gibi gürültüyle ileri atılmıştı. Yalnızca çuf çufun eksikti. Sonra hiç durmadan, yorulmadan, çalıştın, çalıştın, hep çalıştın…”
Aralık ayının arada bir görünen hastalıklı güneşi, Emektarın ayakucuna kadar geliyor, arkalara doğru ilerlerken, grinin tonlarına bürünüp, kayboluyordu. Yandaki tezgâhın üstünde duran temiz üstüpüyü aldı. Hafif yağladı. İşe yeni başlamış acemi bir işçi gibi, özene bezene temizlemeye başladı. Bir yandan da “Sana bakmaya doyamıyorum. Hâlâ ilk günkü kadar güzelsin. Hiçbir şey umurumda değil, senden ayrılmak zoruma gidiyor. Ortalıkta caka satan onlarca makinenin anası sensin. Hepsini sen doğurdun. ”Kırk yıllık hayat arkadaşıyla konuşuyor gibiydi. Eli Emektarın üzerinde okşar gibi geziniyor, üstüpünün değmediği nokta kalmasın diye özen gösteriyordu. Seve okşaya diller döke temizledi; parlattı. Bitirip yeniden başa dönüyor; bitiriyor yeniden başlıyordu. Emektar, uzun süredir çalışmıyor, fabrikanın en göze çarpan yerinde, bir sanat eseri gibi sergileniyordu. Kendinden emin, mağrur bir kraliçe edasıyla salınıyor, sanki arada saçlarını bir baş hareketiyle, geriye atıyordu.
Kimi üzgün, bazıları kaderine razı olmuş gibi duygusuz, kimi –belli etmek istemese de- öfkeli çalışanlarla bir süre sohbet etti. Hepsinin suratından düşen bin parçaydı. Aralarından geçip, odasına çıktı. Aklı Emektarda, diğer makinelerde, takım çantalarında, işçilerin mahzun yüzlerinde kaldı. Koltuğuna oturmadan önce belindeki taşıma ruhsatlı otuz sekiz kalibre Smith Wesson’u çıkartıp masanın üzerine koydu. Bir müddet de onu temizledi, yağladı. Mermileri çıkartıp parlattı; sonra da yuvalarına koydu. Neredeyse hava kararmak üzereydi. Seslerden herkesin gittiğini anladı. Bekçi dışarıda olmalıydı. Sessizliğin büyülü atmosferi tüm benliğini kucakladı. Örümceği tam o sırada gördü. Tavanla duvarın birleştiği yerde, aşağı yukarı becerikli bir cambaz gibi inip çıkarak ağını örüyordu. Durmaksızın karınca gibi çalışıyor, eserini kuyumcu ustası gibi ince ince işliyordu. Uzunca bir süre hayranlıkla izledi. Gözleri, tuzağını kurmakla meşgul örümcekte, ayaklarını masanın üzerine uzattı. İki elini ensesinde kenetleyip geriye doğru kaykıldı. Gözlerini tavana dikti. Geçmiş, gözünün önünde tiyatro sahnesi gibi canlandı. Kamyonların biri gidiyor, öbürü geliyordu. Sipariş ve fasondan başlarını aylarca kaldıramamışlardı. Altı ay sonunda yaptıkları hesap şaşırtıcıydı. Sermayeleri ikiye katlanmıştı. O hafta sonu çalışanlar ve eşleriyle büyük bir parti verdiler; çılgınca eğlendiler. Bir yılın sonunda da durum çok farklı değildi. Para sanki yere dökülmüştü de, toplayamıyorlardı.
Ayaklarını masadan aşağı indirip, yavaşça ayağa kalktı. Silahın göbeğinde bulunan şarjör bölümünü açtı. Mermilerin tümünü avucuna döktü; sonra tek tek özenle yeniden doldurdu. Mermi yuvasını –Rus ruleti oynar gibi- birkaç kez döndürdü. Odada aşağı yukarı dolaşmaya başladı. Bankacıların suratları gözünün önüne geldi. Krediyi verirken bir dansöz gibi kıvırmadıkları kalmıştı. Çilli suratlıyı mı yoksa şişkoyu mu önce öldürsem, diye aklından geçirdi. Ya da kendini FBI ajanı sanan bıyıklıyla yardımcısını mı, diye sordu kendine. Masasının önündeki yumuşacık deri kanepeye oturdu. Canı saatlerce, günlerce uyumak istiyordu. Tabancayı masanın üstüne koydu. Kanepenin koynunda, dizlerini karnına doğru çekti. Olup biteni görmek istemez gibi gözlerini sımsıkı yumdu. Kulaklarını iki eliyle kapattı; beynini kafasının içinden çıkarıp atmak istedi. Yılların emeği ilk büyük fırtınada paramparça olmuştu. Her şeyi satacaklar, diye düşündü. Haraç mezat satacaklar. Bunları hak edecek ne yaptım, diye isyan etti. “Satamayacaklar,” diye bağırarak ayağa fırladı. Örümcek, ağını örmüş, avını bekliyordu. Kapının üstündeki köşede, iki duvarın arasında onlarca ipten görkemli bir köprü inşa etmişti. Eseri usta bir ressamın elinden çıkmış, sıra dışı bir tablo gibi göz kamaştırıyordu. Dairesel merkezin tam ortasında mevzilenmiş çevreyi ordu komutanı edasıyla kolaçan ediyordu. O noktaya doğrulttu silahını. Bir an vazgeçer gibi olduysa da, “Sana da ekmek yok,” diye bağırdı. Art arda altı el ateş etti. Otuz sekizlik, sahra topu gibi ses çıkardı. Ağ paramparça oldu. Çekmeceden üç kutu mermi alıp, silahı yeniden doldurdu. Kapıyı açtı; hızla merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Yolu yarılamıştı ki durdu. Emektar oradaydı. Hipnotize olmuş gibi uzunca bir zaman olduğu yerde kalakaldı. Yapamayacağım, diye korkar gibi olduysa da, tabancadaki kurşunları narsist kraliçenin üzerine boşalttı. Mermilerden biri sert metale çarpıp geri döndü. Az daha alnının tam ortasına saplanacaktı. Soluk almaksızın tabancayı doldurup kurşun yağmurunu devam ettirdi. Bir yandan da, “Sen orta malı değilsin, seni kimseye yar etmem,” diye çığlık çığlığa bağırıyor, son mermiyi atınca yeniden dolduruyordu silahını. Kurşun kalmayıncaya kadar ateş etti.
Yumuşak adımlarla merdivenden aşağı indi. Emektara bakamadı. Her tarafı lime lime olmuş, hammadde yuvası parçalanmış, elektrik panosu dağılmış; çelik gövde kızamık hastaları gibi nokta nokta kurşun yarası olmuştu. Üzüldü; çok üzüldü. Kilisede dua eden Ortodokslar gibi diz çöktü. “Affet beni bebeğim,” dedi. Ağlamaklı olmuştu. “Çünkü seni çok seviyordum, sen…” Sözün sonunu getiremedi. Fabrikanın kapısı kırılır gibi açıldı. Ellerinde uzun namlulu silahlarla Organize Suçlarla Mücadele Polisi içeriye daldı. “Silahı at, yere yat. Yat, yat,” diye her kafadan bir ses çıktı. Tabancayı hızla yere bırakıp, elleri kafasının üstünde yüzükoyun uzandı. Aklı hâlâ Emektardaydı.
Yusuf Uzunyol kimdir?
1949 Erzurum doğumluyum; Ankara’da yaşıyorum. Yıllarca ticaretle uğraştım. Hep iyi bir okuyucuydum. Yazma serüvenim, 2009 yılında UM-AG la tanıştıktan sonra başladı. O tarihten bu yana öyküler yazmaya çabalıyorum.
edebiyathaber.net (16 Nisan 2020)