Kuruluş
Paris’te Osmanlı Sefiri olarak görev yaptığı dönemde diğer pek çok Osmanlı bürokratının aksine Şanzelize’nin ışıltı ve haz ile dolu gece âlemlerinin dışındaki hayatı da yakından incelemeyi kendine vazife bilen Mustafa Reşid, pek çok açıdan Osmanlı’dan fersah fersah ileride olan Frenklerin bulundukları konuma kilisenin değil ilim ve irfanın hayatın merkezine konulması ile geldiklerini tespit etmişti. Bilhassa müspet ilimlerin çeşitli satıhlarında uzman olan aydınlardan müteşekkil Frenk Akademisinin ülkenin gelişmesinde mühim rol oynadığını görerek memlekete döndüğünde böyle bir kurumun teşkilini sağlamak üzere bu tetkiklerini defterine not etmişti. Defterden birkaç sayfanın bilmem hangi Fransız dilberine, kimilerine göre bu dilberler ekseriyetle Fransız istihbarat servisi namına gizli vazife görmekteydi, yazılacak aşk pusulalarında kullanılmak üzere yırtıldığı kulaktan kulağa dolaşsa da bu iddia kanıtlanmış değildir. Kısa süren Paris sefaretinden kara kaplı defterinde pek çok notla dönen Reşid Efendi irâde-i seniyye ile Londra sefaretine tayin edilince planlarını tatbik etmeyi ertelemek durumunda kaldı. Londra sefaretinin ardından Harbiye Nazırlığı gibi mühim bir göreve atanan Mustafa Reşid bu vazifeyle beraber Tanrının alelade bir kulu olmaktan çıkıp Paşalık mertebesine erdi. Bundan sonra basamakları hızla tırmanan talihli adamın Abdülmecid Han döneminde tam altı kere sadrazamlığa getirildiği ve mührü teslim ederek altı kere görevi iade ettiği bilinen bir vakıadır. Öyle ki bazı zamanlar Abdülmecit Han’ın kendi adına bastırdığı Mecidiye sikkeleriyle yazı-tuğra oynayarak Paşayı görevden almaya ya da göreve iade etmeye karar verdiği bugün bile söylenegelmektedir. Hizmet yılları boyunca Osmanlının Garplılaşması için çabalar harcayan Paşa, salgın hastalıklardan başımız dik çıkmamıza vesile olan Osmanlı Karantina Meclisinin de kurucusudur. Bu meclisin ehemmiyeti başlarda anlaşılmasa da çok değil yalnızca altmış sene sonra Akdeniz’in güzide adası Minger’de başlayan veba salgılını sürecince Doktor Damat Nuri Bey’in önderliğinde ne kadar gerekli bir kurum olduğu ortaya konmuştur. Dersaadet’te bir ilimler akademisi kurma konusunda da girişimleri olan Paşa maalesef bu girişiminde başarılı olamamış, bu girişimin nihayete erdirilmesi vazifesi de Ahmet Cevdet Paşa’ya kalmıştır. Dar-ül-Muallimin Müdürlüğü ve Faideli Bilgiler kitabının yazılması gibi pek çok ilmi teşebbüsleri olan bu zat, 1851 yılında bizzat Padişah’ın iradesiyle Encümen-i Daniş’in teşkil edilmesiyle memur edildi. Kurum, Abdülmecid Hazretleri ve dönemin sadrazamının, bu kişi kurumun tatbik edilmesi meselesini Ahmet Cevdet Paşa’ya kaptırdığı için hayli öfkeli olan Mustafa Reşid Paşa’nın ta kendisidir, katılımıyla Dârülmaârif mektebinde açılmıştır. Açılışa ünlü dilbilimci Redhouse ve tarihçi Hammer’in de katıldığı bilinmekte olup bu hususun Ahmet Cevdet Paşa’nın kendilerine kurum bütçesinden birer kese altın vaat etmesiyle alakalı olduğu yönündeki iddialar çoktan tarihin tozlu raflarında kalmıştır. Osmanlı’nın bu ilk ilimler akademisinin teşkil edilmesi aşamasında karşılaşılan zorluklar ise bugün çoktan unutulmuş, kimsenin okumadığı birkaç hatıratın rengi atmış sayfalarını doldurmaktan öteye gidememiştir.
Encümen-i Daniş’in gerekliliği ve kuruluş esasları ile ilgili ilk teklifi Padişah Hazretlerine bizzat sunan Mustafa Reşit Paşa, Padişah’ın bu işin ilimle daha fazla haşır neşir olan Ahmet Cevdet Paşa’ya havale edilmesini emretmesine bir hayli bozuldu. Huzurdan ayrılıp da kendisini bekleyen arabaya bindiğinde zaten hayli bozuk Dersaadet yollarında zar zor yuvarlanan tekerlerden biri ufak bir çukura girdiğinde ise tüm hiddetini arabacıdan çıkardı. Daha ne olduğunu anlamadan kendisini Sadrazam arabacılığından Çatalca’daki bir hazine çiftliğinin bekçiliğine tayin edilmiş olarak bulan genç adam, geri kalan ömrünü Sadrazam’ın gelmişi ve geçmişi arasında küfürden köprüler kurarak geçirdi. Öte yandan yeni görevinin tebligatını alan Ahmet Cevdet Paşa bembeyaz yüzüne kondurulmuş yeşil birer zeytin tanesini andıran küçücük gözlerindeki parıltılarla İngiliz ve Fransız teşkilatlanmasının bir taslağını edinip encümenin ana zemini üzerine çalışmaya başlamıştır. Ak saçlı ve aksakallı, kanı çekilmişçesine solgun tenli ve küçük gözlü bu adam tuhaf dışı görüşünün yanında Mecelle’nin muharriri olmasıyla da nam salmıştı. Söylentiye göre vazifenin tebliğinden sonra yaşanan sarhoşluk geçip de encümenin vücuda getirilmesinin ne menem bir iş olduğunun ayırdına varınca hayli kederlenmiştir. O tarihten neredeyse iki asır önce kurulmuş Frenk Akademisi’nin fizikten kimyaya, cebirden içtimaiyata kadar her türlü zahiri ilimde maharetli pek çok kimseden oluştuğunu görünce kara kara düşünmeye başladı. Dersaadet’te bu tarz ilimlerle haşir neşir olanlar ekseriyetle ecnebiler olup bizim ilim adamlarımız ise bâtın ilimlerle meşgul olduklarından encümeni Müslümanlardan teşkil etmek pek mümkün görünmüyordu.
Ilık bir bahar günü boğazdan gelen yosunla karışık deniz kokusu açık pencerenin perdesini havalandırıp açtığı yoldan içeri dolarken kendisine tahsis edilen koca odadaki İtalyan işi maun masada Macar menşeli kâğıtlara Prusya vezirinden armağan hususi mürekkep ile notlar alarak çalışan Paşa, yorulmuş olacak ki, masadaki gümüş zile uzandı. Zili mektepten alıştığı üzere kuvvetle sallayan Paşa, kapıyı vurup içeri giren odacısı Muallim Zeki Efendi’den okkalı bir kahve istedi. Bir kaç dakika sonra pencerenin önündeki sandalyeye oturan Paşa, kahvenin keskin kokusu boğazdan gelen deniz kokusuna dalgaların arasında birer ördek misali süzülen kayıkları seyretmeye başladı. Kahvesi bitip de denizi seyretmek keyfini yitirince masasına döndü. Masanın üzerine yan yana dizilmiş beş kâğıtta Osmanlı ülkesinde bilimle ulaşan zatların isimleri vardı. Pek çoğu yabancı, bir kısmı Paşa, bir kısmı hem yabancı hem de Paşa ve pek azı yerli halktan bu zatların arasından seçim yapmakta bir hayli zorlanıyordu. İsimlere tekrar göz attıktan sonra Mısır’daki sürgünden yeni dönen ve teşkilatçılığı ile hızla iktidar basamaklarını tırmanma potansiyeli barındıran Arapkirli Yusuf Kamil Paşa’nın isminin yanına bir “+” işareti koydu. Seçtiği adamı öteki kâğıttaki yirmi beş ismin altına ekleyen Paşa, bu yolla ileride sadrazamlığa yürüyebilecek bu adamla papaz olma ihtimalini de ortadan kaldırmış oluyordu. Kalan yirmi dört ilimdârı nasıl belirleyeceğini düşünürken kapı çalındı. Zeki Efendi elinde zarflarla dolu bir tepsiyle içeri girdi. Bunlar yalnız dün öğlenden beri gelen rica mektuplarıydı. Zeki Efendi’ye tepsiyi masanın üzerindeki boşluğa indirmesini işaret eden Paşa, yürürken rüzgârda sağa sola savrulan ince bir ağaç gibi yalpalayan adamın odadan çıkmasını bekledi. Kapı tekrar kapanınca zarflardan en üstte olanı eline aldı. “Tanınmış Kimyager Osman Efendi” den gelmişti zarf. “Kim ola ki bu kimyager bozuntusu?” dedi. Ardından uzun bir of koyuverdi, zarfı yırtıp mektubu çıkardı.
“İlim, İrfan ve Devlet Adamı Ahmet Cevdet Paşa Hazretleri,
Bendeniz Kimyager Osman, yetiştirdiği ilim adamlarıyla nam salmış Karkamış kazasında 1248 yılında doğmakla beraber henüz üç yaşında yazma ve okuma öğrenmiş, beş yaşından itibaren de kimya ilmi ile meşgul olmaya başlamış bulunmaktayım. İlim hayatımda kendime Er-razi ve Kindi’yi rehber bellemiş ve bu husus…”
Paşa kâğıdı buruşturup masanın sağındaki çöp kovasının içine attıktan sonra bir diğer zarfı eline alıp özensizce yırttı. Zarftan mektubu çıkarmaya çalışırken demir bir bilye misali kayan sarı bir şey masaya düştü. Yaşına rağmen atik davranıp cismi yakalayan Paşa, bunun sarı lira olduğunu görünce şaşırmadı. Çekmecesini açıp bu altını da diğerlerinin olduğu yere koydu. Kaliteli bir kâğıda yazılmış mektubu okumaya başladı.
“Devletli Paşamız Ahmet Cevdet Paşa Hazretleri,
Bu satırları sizlere ömrümü ilme vakfettiğim odamdan yazmaktayım. Üzerine oturmakta olduğum tabureden cebir hesapları yaptığım bazı günler bir kere bile kalkmadığım gibi, ilim aşkım hasebiyle bu güzide kazayı da bir kez olsun terk etmişliğim yoktur. Varlıklı bir sülaleden gelmem ve bölgenin narenciye üretiminin neredeyse yarısını bizzat gerçekleştirmeme rağmen bunca parayı Evliya Çelebi misali oradan oraya gezmeye değil, çevre vilayetlerden el yazmaları ve ilmi tecrübe araçları getirtmekte kullandım ve bu uğurda harcamaya devam etmek niyetindeyim. Tarsus’ta geçen ömrümde ilk kez olarak payitahtın yolunu tutma niyetim, ancak siz Paşa Hazretlerinin müspet yanıt vermenizle gerçekleşecek olup, bu hususta…”
Bir anda başı öne doğru düşer gibi olan Paşa mektubun diğer sayfasında sıradan bir mektep mualliminin bile rahatça çözebileceği problemleri sanki bir ilmi devrim yaratmış edasıyla çözüp gönderen adamı akademiye almak istemiyordu. Ancak adamın varlıklı olması hasebiyle teşkilatın finansmanı noktasında fayda sağlayabileceğini düşündüğünden bu mektubu dikkatlice katlayıp az önce altın lirayı koyduğu çekmeceye bıraktı. Üçüncü zarfı eline alan Ahmet Cevdet Paşa zarfın üzerindeki ismi okuyunca hayli şaşırmış olacak ki gözleri fal taşı gibi açıldı. Emin olmak için tekrar okuyup da uykuya yenik düşmek üzere olan gözlerinin kendisini yanıltmadığından emin olunca üzerinde “Ayıntaplı Hendeseci Ayşe Hanım’dan Ahmet Cevdet Paşa Hazretleri’ne” yazılı zarfı buruşturduğu gibi çöp kovasına yolladı. Ayıntaplı Ayşe Hanım yanlış çağda ve belki de yanlış topraklarda doğmuş olmanın cefasını çekedursun bir kadının bu akademiye başvurma cüretine hayli şaşıran ilk şaşkınlığı atınca zili tekrar çaldı. İçeri girip baş selamı verirken fesi kafasından yere yuvarlanan Zeki Efendi’ye kalan mektupları okuyup içlerinde kayda değer bir ilim adamı ya da tanıdık Paşalardan birinin bir yakını olması halinde masaya bırakması, aksi halde çöpe yollamasını emreden yaşlı adam paltosunu odacısının yardımıyla giyip kapıya yöneldi. Paşa kendisine tahsisli arabayla Pera’daki restoranın yolunu tutmuşken Zeki Efendi de zarflardan birinde bir altın yüzük gönderilmiş olmasının sevinciyle ganimetini güle oynaya cebine indiriyordu. Bu vesileyle mektubunu imha ettiği ilimdârın kim olduğu ve fırsat verilseydi ne çeşit icatlar meydana getirebileceği bugün hala muammadır.
Ahmet Cevdet Paşa bir türlü alışamadığı çatal ve bıçak kullanarak bifteğini yiyor bir yandan da karşısındaki sadrazamlık müsteşarının anlattıklarını dinliyordu. Encümenin açılış gününde tebliği yapılacak Kavaid-i Osmani adlı eseri çoktan yazmış olan yaşlı adam, karşısında kıtlıktan çıkarcasına yemeğini yemekle meşgul Fuat Paşa’nın kendisinin de yazar olarak tefrikanın kapağına eklenmesi talebini hangi düşünceyle kabul etti bilinmemekle beraber Fuat Paşa’nın çok değil on sene sonra sadrazam olarak atanması bu kabulün pek isabetli olduğunu göstermektedir. Müsteşar Paşa’nın lakırdılarını sıkıla sıkıla dinleyen Ahmet Cevdet Paşa, adamı yolcu ettikten sonra üzerindeki ağırlığı atmak için küçük bir yürüyüş yaptı. Ertesi gün son isimleri belirlemek için çokça mesai yapması gerektiğini bildiğinden erkenden uyumak umuduyla kendisine tahsis edilmiş köşkün yolunu tuttu.
Açılış & Kapanış
Padişah, asli üye olarak kurulun içerisinde yer almasına karşın Ahmet Cevdet Paşa’nın kurucu unvanına mazhar olmasını bir türlü kabullenemeyen Mustafa Reşit Paşa, dini ilimler dururken neden böyle bir işe girişildiğine anlam veremeseler de Padişah’tan korkularından okulun bahçesine doluşan sarıklı ulema taifesi ve bürokrasinin önemli üyeleri bahçede toplanmış, Şeyhülislam Efendinin duasını dinliyorlardı. Duayı bitiren Şeyhülislam Efendi göğe bakan ellerini karnında birleştirip sözü Padişah’a bıraktı. Sultan Abdülmecid ilimin önemi ve garbın ancak ilimle alt edilebileceği yönündeki konuşmasını uzattıkça uzatıyor, heyecanı iyiden iyiye artan Ahmet Cevdet Paşa töreni bir rezillik çıkmadan atlatmak istiyordu. Kurulun açılış eserini Padişah’a takdim etmeye hazırlanırken yanına yaklaşan Fuat Paşa, tek nüshayı yaşlı adamcağızın elinden kaptığı gibi Padişah hazretlerinin bulunduğu basamağa yanaşıp yerlere kadar eğilerek tefrikayı uzattı. Eseri alıp ilk sayfada kendisine edilen hayır duasını gören Padişah keyiflendi. Yumuşak bir baş hareketiyle Fuat Paşaya çekilmesini işaret ettikten sonra, “hayırlara vesile olsun,” deyip pelerinini savurduğu gibi merdivenleri inmeye başladı. Hepsi en az birkaç unvanı üzerinde taşıyan kelli felli adamlar Padişah’ın ardından basamakları itiş kakış adımlamaya başladı.
Toplantılarda bolca pasta böreğin tüketildiği, başka milletlerce basit sayılıp idadi tefrikalarında dahi yer verilmeyecek bir takım bildiriler ve manifestoların ödüle layık görüldüğü, iltimas talepleri ve çeşitli ihale bağlama çabalarının değerlendirilmesinden arta kalan zamanda nadiren de olsa ilimden söz edilen encümen, açılışından on iki sene sonra lağvedildi. Fransız Akademisi gibi asırlara meydan okuma iddiasıyla yola çıkıp on iki yılda kapısına kilit vurulan Encümen-i Daniş’ten geriye bugün artık bir takım toplantı evrakları ve a’za listelerinden başka bir şey kalmadı. Bir zamanlar pek çok tartışmaya yol açan bu oluşumun fikir babası Mustafa Reşit Paşa’nın valilikten nazırlığa, paşalıktan müşirliğe kadar edindiği pek çok unvana rağmen ölüm döşeğinde sön söz olarak, “Encümen-i Daniş’i ben kurdum,” dediği iddiası hala tasdik edilmeyi beklemektedir.
edebiyathaber.net (23 Mart 2023)