Her zaman aynı saatte, aynı bankta, elindeki zencefilli kurabiyeyi yerken rastlıyorum sana. Kurabiyenin iki tanesini kese kağıdında bırakıp kalanını isimleriyle çağırdığın kuşlara vermek için ayırıyorsun ardından, tam zamanı deyip ayağa kalkıyorsun, başlıyorsun saymaya:
Bir iki üç adım…
Can sıkıntın arttığı gibi, başın da ağrıyor. Dayanılmaz olduğunu düşündüğün ağrının şiddetiyle birkaç dakika susuyorsun. Saatine bakıp, yapacak işlerin olduğunu söylerken, adımlarını saymaya başlamıştın bile. Birden, çocuk parkında, horoz biçimindeki sallanan sandalyeyi sallayan kişinin, “Santiago Nasar’a benzeyen adam” olduğunu görüyorsun. Her zaman giydiği günlük kıyafet yerine giydiği beyaz keten pantolonu ve gömleğiyle parka uyumlu değildi. Sanki veda eder gibi sallıyordu horoz biçimindeki sallanan sandalyeyi. Yaşayacak birkaç saati yalnızca birkaç dakikası varmış gibi duruyordu. Rüyasında üstü başı kuş pislikleriyle dolu bir ormanda, incir ağaçları altında oturduğunu görmüş, huzursuz olmuştu. Rüyasını yanlış yorumlayan annesi, kaderini değiştirmişti belki de. Ölümünü bekliyordu, belki de beklemiyordu. Öleceğini bile bile beklemek intihar mıydı? Bilmiyordu. Herkes biliyordu öldürüleceğini. Kimsenin kılı kıpırdamıyordu. Seyirci kalmıştı herkes. Kasap bıçaklarını gazete kağıdına saklamış ikiz kardeşler, “namus cinayeti” işlemek için çocuk parkına geliyorlardı.
Değişmeli!
Kahramanın sonu “değişmeli” diyordun.
Huzurun kaçmıştı.
Aniden bir ses, acelesi varmış birinin ayak sesini işitiyorsun. Meraklanmıştın. Koşanın kim olduğunu görünce heyecanlandın. Can sıkıntın geçmişti birden. Madam Bovary’ye benzettiğin kadın, palamut ağaçlarının arkasında bekleyen sevgilisine koşarken, şaşkınlığın devam ediyordu. Parktaki diğer insanlar bile çığlığı duymuştu. Aklından eczane, zehir kelimeleri uçuşuyordu. Madam Bovary’i parktan çıkmamalı; eczaneye ulaşmamalı, zehri alıp kendini öldürmemeli, diyordun.
Kitabın sonu yeniden yazılmalıydı…
Yazar, kahramanını öldürmemeliydi. Titriyordun.
Birdenbire yine adımlarını saymaya başladın.
Bir iki üç adım…
Eczaneye kadar sayacağın adımlar çoğalıyordu. 89 adım sonra çocuk parkıyla eczane uzaklığını defterine kaydettin. Yürümeye başladın; mobese kamerasıyla çöp konteynırı arasında bulunan masada tek başına oturan Katip Bartleby’ye benzeyen adamı gördün. Masanın üstü, sahibini bulamamış yalnız insanların mektuplarıyla dopdoluydu. Mektupları okuyor arkasından, küçük küçük parçalara ayırıp, tanınmaz hale getiriyordu. Nadiren de olsa mektupların arasından çıkan yüzük, otobüs bileti küçük hediyeleri ayırıyor, belki, “birisinin işine yarar” diye, çöpün kenarına bırakıyordu.
Katip Bartleby’e benzeyen adama, oturabilir miyim, dedin.
“Oturmamanı tercih ederim” diyerek; bütün dünyanın öğreneceği ünlü çok ünlü cümleyi söyledi sana, parktaki mavi renkli sandalyenin rüzgarda sallanmasına bakarken; kirpikleri bile hareket etmiyordu.
Canın sıkılmıştı.
Yürümeye devam ettin. Yerleri süpüren görevli, ağaçlara süpürgesiyle vuruyor, vuruyor, yerler; turuncu-sarı yapraklarla doluyor. “Kaç kez vurdu”, saymadım, diyordun ama, içinden sayıyordun. 25 adım sonra, masada tek başına oturan adamı gördün. Telefonla konuşuyordu. Sürekli bir numarayı tuşluyor. Uzunca bir süre konuşmadan bekliyordu.
Oturabilir miyim? dedin.
Sessizce onayladı.
Kese kağıdının içinden kalan “zencefilli kurabiyeni” çıkardın. Küçük bir ısırık aldın. İçinden başladın anlatmaya…
edebiyathaber.net (1 Mart 2022)