Bu sene gitmeyelim dedik Zühre’yle. Zühre de ne biçim isim. Her söylediğine insanı ikna edecekmiş gibi; heybetli, büyük büyük. Venüs desen insan olmaktan çıkıp yanıp sönmeyen bir yıldız olarak göğe yükseliyor. Ama böyle “Zühreee!” diye seslenince koca yıldız da beni duyup ışığını söndürerek yere iniyor. Etli kemikli bir insan oluyor işte. Dedim kesin bu takım yıldızlarının, tek tek yıldızların, gezegenlerin etkisi var üzerimizde. Sen bu heybetli gücünü Venüs’ten alıyor olabilirsin Zühre. Öyle düşünülerek koymamışlar canım ismini; büyük annenin adını yaşatmak istemiş babası. Annesi, eski zaman ismi ne gerek var şimdi dese de babasının karşısında öyle pek de sözü geçmemiş. “Ne varmış Zühre isminde, hem anneme benzerse fena mı olur? Bütün hayır hasenat onda, kaç haneyiz, hepsini çekip çeviriyor. Kolay mı böyle, üç haneyi aynı evde idare etmek?” deyip kapatmış konuyu.
Biz bu sene Bursa’da kalalım diyeceğiz annelerimize. Tamam, Erdek de güzel ama çok sıkıldık geçen yaz. Her şey aynı; öğleden sonra deniz, akşam sahilde sitedeki salak çocuklarla goy goy… Zühre Serdar’a âşık, bir dakika ayrı kalmak istemiyor. Üç ay çok uzun, neler olmaz ki o kadar zamanda? Ben henüz kimseye söylemiyorum Yalçın’ı. Yalçın’a bile. Zühre yoksa ben de gitmeyeyim, çok sıkılırım diyeceğim anneme. Annem babamı ikna eder nasılsa. Yok yok, yüksek beklenti bu; annem babamı hiçbir zaman ikna edemez. Yine de umutlanıyorum bazen. “Sınıfta herkes dershaneye haziranda başlayacak.” desem babam da belki hülyasından uyanır diye düşünüyorum.
Gerçi babamın da bayıldığı yok Erdek’e. İki aile göt kadar evde sıkış tepiş… Biri annemlerin, biri Mine’yle amcamın iki odacık. Biz kuzenler salonda yatıyoruz. Babam hoşnut değil durumdan. Kaç kere Mert’e konmak üzere bir sinek gibi bakışını yakaladım havada. “Rahat ol baba, Mert’in kızlarla işi yok.” desem büyük aile krizi çıkar ya, kimseye bir şey demiyorum. Zühre’yle bile imâ ediyoruz ama bu konuyu açıktan hiç konuşmadık. Başka dertleri de var babamın; akşamları bir iki kadeh atmak istiyor da amcam çaycı, içki sevmiyor. Tek ortak noktaları Fenerbahçe. Futbol sezonu da bitmiş oluyor gerçi biz yazlığa gidesiye ama maçların devam etmesiyle Fenerbahçeliliğin bir ilgisi yok. Her türlü futbol programına tav ikisi de. Mine yengemle annem, yeryüzünün en uyumsuz iki eltisi. Annem sessiz kadın, alttan alan. Mine sahiplendi iyice yazlığı, kendisininmiş gibi davranıyor. Her yeri kendi zevksizliğiyle doldurmuş. Döşemiş diyemiyorum, ne bulduysa doldurmuş; oymalı koltuk desen var, armut koltuk desen var. Ortam, uyumsuzluk abidesi. Büyükannem ölmeden nasıl oluyordu ki işler? Nasıl sığılıyordu o daracık sandık gibi eve? Oğlanlar, gelinler, torunlar… Belki yengemin saçma eşyaları olmasa yine sığılır da…
Zühre’yle ben aynı çekyatta büyüdük desem yalan olmaz. Ne de olsa su büyütüyor insanı. Her yaz tatili dönüşte annemin kapı kirişine koyduğu işarete bir santim fark atıyorum. “Sırık gibi oldu bunlar, iyice göze batıyorlar artık, o şort boyları biraz uzasa.” diye konuşuyordu amcamla babam geçen yaz. Babamın öyle şeylere aklı çalışmaz; bunlar hep amcamın fitneleri. Böyle konuşmalara sinir oluyorum. “Sen git kendi karının sahildeki kırıtmalarıyla ilgilen!” diyesim geldi de neyse.
Beni kadın gibi görmesin ama Yalçın da beni sevsin istiyorum. Tuhaf bir hal bu; ne çocuk gibisin ne kadın. Şort boyu muhabbetlerinden sonra amcamın kucağından soğudum. Oysa balkondaki armut koltuğa yayıldığında “Gel kız, seveyim seni azıcık.” diye beni yanına çağırırdı. Kıçımın deriye yapışmasıyla foşşşt diye ses çıkaran armut koltuğun içindeki kumlar biraz daha yayılır, koltuk yere doğru biraz daha yaklaşırdı. O sesten hoşlanırdım. Mıknatıs gibi çıplak tenime yapışan koltuğun kırmızı derisi beyaz giydiğimde duştan çıkmış nemime nahoş izler bırakmış olsa da eğlenceliydi amcamın yanına ilişmek. Bermuda şortunun açıkta bıraktığı kıllı baldırlarını yapıştırırdı çıplak yerlerime. Kılları içimi bir hoş eder, gıdıklanırdım. Bir de kolsuz mavi tişörtü vardır; bütün yaz üniforma gibi aynı kıyafet üzerinde. Kol kasları demir gibi sert, bir sarıldı mı kurtulamazsın. Öyle sarılması da hoşuma giderdi: sanki dünyadaki bütün kötülüklerden korunuyormuşum gibi gelirdi. Babam göz ucuyla bakardı halimize; şaka yapası olurdu ama bir gerilim sezerdim şakalarında.
Başaramadık. Evlerde kıyamet koptu. Ne işimiz varmış kız başımıza Bursa’da. Millet denize gidebilmek için neler yapıyormuş, bizdeki nankörlüğe bakınmış. Tatili adam gibi yaparsak daha iyi konsantre olurmuşuz. Yazlar tatil içinmiş. Üniversite sınavına daha bir sene varmış. Hem şimdiden başlarsak sıkılırmışız zaten. Küçük küçük çalışırmışız işte orada da. Annem zaten bir valiz test kitabı hazırlamış. Çardakta oturup çözermişiz. Ağlaya sızlaya arabalara doluştuk. Neyse ki Zühre’yle aynı arabada gitmemize ses çıkarmadılar. Bizim araba erzak deposu oldu zaten. Dikiz aynasından arka koltuğa istiflenmiş buzu çözülmeden Erdek’e ulaşması gereken dondurulmuş gıda kolileri, amcamın olta takımları, yüzme paletleri görünüyor. “Yan aynalar yeter bana, zaten bir buçuk saatlik yol.” dedi babam. Sıkıntı yokmuş. Zühre, Mert ve ben amcamların arabada arka koltuktayız. Zühre ikide birde İnstagram’dan Serdar’ın fotoğraflarını açıp bana gösteriyor. Mert desen kulaklıklarıyla doğmuş mübarek. Hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Kulaklıklarının arkasından gelen fısıltılı dünyada yaşıyor. Bagajı da doldurmuş da doldurmuş yengem. “Ne var canım; iki şort, bir parmak arası terlik kadını mıyım ben?” diyor. Gece elbiselerinden, topuklu ayakkabılara bütün gardrobunu yüklemiş gene.
…
“Yok, Nusret gelmeyecekmiş bu hafta, bir müşterisi acil iş istemiş.” diye geldi o hafta sonu amcam. Yazlığa yerleşmemizin ertesi haftasıydı. “Aaa, bana bir şey demedi!” diye şaşırdı annem. Mine yengem “Sen de bu hafta sonu bitirseydin Macidelerin koltukları olurdu Nuri.” dedi. Bir koltuk tamircisinin işi bitmezken yeni mobilyalar üreten adamın boş oturmasına şaşırdım bir an.
Megafondan “Nusret Mobilya’ya iki çay!” demiştir babam. Yalçın, elindeki saplı tepsiyi sallaya sallaya iki çay getirmiştir. Evet evet, kesin Yalçın getirmiştir çayları. Çay tabaklarındaki kesme şekerler sarı bir ıslaklıkla eriyordur. Çünkü okullar kapanır kapanmaz biz Erdek’e göçüyoruz, o, Kapalı Çarşı’daki çay ocağına… Babam o kadınla karşılıklı çay içiyordur şimdi. TRT Müzik açıktır radyoda. Dükkânın tozuna uyumlu Müzeyyen Senar’ın sesi doluyordur içeri. İnce bir çizgi halinde dükkâna dolan güneş ışığı tozları havalandırmış, gökkuşağı renklerine dönüştürmüştür. Kuşlu kırmızı fincanı eline almıştır yine kadın. “Nusret, bu fincanı hâlâ saklıyorsun demek.” diyordur. Her gelişinde bunu söylüyordur. Babam cevap vermemiştir. Sağ elindeki çay bardağının beline dolanmış parmaklarına bakıyordur. Sol elindeki sigara külü uzamış, kıvrılmış yere düşmeye hazır dururken aldırmıyordur. Parmak uçları yanıncaya kadar aldırmaz sigaranın için için yanıp küle dönüşüne çünkü. Müzeyyen Senar “Gönlüm kırık, bağrım yanık, hasretim ben yârime…” derken başı, parmak uçlarına iyice düşüyordur. Ben bu sahneyi bir kere gördüm ama babamı ne zaman dükkânda hayal etsem hep aynı şey beliriyor gözlerimin önünde. Ama en çok Yalçın’ın okyanusun derinliklerine davet eder gibi bakan mavi gözleri… Anneme anlatılmaması gereken bir olay olarak hafızamın kilitli sandığında tutuyorum o anı. Babam dükkândan zamanında dönmediğinde sararmış eski bir fotoğrafa bakar gibi hafıza sandığımdan çıkarıp o ana bakıyorum. Her şey solsa ama bir türlü eriyip buharlaşmayan o tozlu hatıra…
…
Mine yengem leopar pareosu ve taşlı terlikleriyle, annem diz kapaklarının hemen üstünde biten kot şortu ve siyah tişörtüyle plâjın başında beliriyorlar. Biz Zühre’yle denizde iki tur yüzmüşüz, şimdi voleybola adam topluyoruz. Kendi yapmış gibi sesleniyor Mine yengem: “Aysun, Zühre, gelin birer kurabiye atın ağzınıza.” Kadınlar rahat etsin diye haremlik selamlık haline getirilmiş plâjın en kıyısında yatan erkekler, güneşten korunmak için yüzlerine örttükleri tişörtleri kaldırıp göz ucuyla ona bakıyorlar. Sesini kime duyurmak istediğini anlıyorum tabii. Belki Zühre de anlıyordur. Ne de olsa en az üç yazdır aynı filmi izliyoruz. Yine de o anlamasın diye gürültü yapıp kafasını karıştırıyorum: “Bunlar da her gün rezil ediyor bizi. Ne bağırıyorsunuz be!” O sırada sesinin hedefe ulaşıp ulaşmadığını kontrol ediyor Mine yengem. Memnun. Amacına ulaşmış. Kır kafalı züppe Engin ona bakıyor. Göz ucuyla selamlaşıyorlar. Engin’in rahatça çıplak etlerini gözleriyle yiyebileceği bir şemsiye seçiyor yengem. Vahşi leopar pareosunu o biçim sıyırıp atıyor üzerinden. Annem kimse fark etmesin diye şezlonga oturup çıkarıyor şortunu, tişört üzerinde hâlâ. Yengem, göğüslerini olduğundan daha dik gösteren destekli bikinisiyle ki tam çatalına inen yerde parlayıp göz kamaştıran Sawaroski taşa dokunup etrafına şöyle bir bakıyor. Sözde mutaassıp amcamın deniz kenarında yengemin etlerini fora etmesine karşın hiçbir şey dememesi beni hep şaşırtmıştı. Belki o da gezegen değil de uyduydu aslında; zaman zaman yörüngesinden çıkma tehdidi savuran bir uydu. Asıl marifet gezegen olmaktı. Herkesin ona baktığından emin olunca nihayet oturuyor şezlonguna. Zühre’yle koşup yanlarına gidiyoruz ve onları etraftaki ateşli bakışlardan korumak için gölge yapıyoruz baş uçlarında. Annem bir mezarmış da ben onun mezar taşıymışım gibi duruyorum daha çok. Zühre’nin duruşu ateşe siper olmuş demirden zırh. Mert, geçen yıl tanıştığı çiroz bir oğlanla sahildeki kafede bilardo oynuyor o dakikalarda. Amcam büyük ihtimalle akşam balığa çıkmak için bahçede takımları hazırlıyordur. Her şey yerli yerinde, herkes olması gerektiği yerde. İçimde her zamanki, birazdan bir şey olacak ve biz bütün sahile rezil olacağız deyip duran tedirginlik. Akciğerlerimin sadece üst lobları oksijen alıyor. Nefesim bir türlü derinleşip dibe inemiyor. O yüzden denize atlıyorum tekrar. Kafamı iyice dibe sokuyorum. Ciğerim patlayıncaya kadar nefessiz kalıp derinleştirmeye çalışıyorum soluğumu. Öyle yapınca büyük bir hava açlığıyla çıkıyorum su yüzüne ve ciğerimin dibi çürümekten kurtuluyor.
Çürümeye ciğerden başladım. Annem nerden başladı acaba? Suyun yüzeyine çıkıp elindeki kitaba bakıyorum; bir romana benziyor. Güneşten iyice rengi atmış siyah tişörtünü çıkarmadan kitabını okuyor. Yengem, kişisel gelişimin parlak gelecek vaatlerine gömülü o dakikalarda. Bir daha dalıyorum suya. Zühre yanımda bitiyor. “Neden beklemedin beni?” diyor. “Annem çok görgüsüz değil mi? Ondan kaçtın…” Ben annemin her nefesinde biraz daha çürüyen mezarından kaçtım. Söylemiyorum bunları tabii. “Yoo, içim daraldı, sıcakladım, serinlemek istedim.” diyorum. Yüzümdeki şaşkınlık dokunaklı gelmiş olacak ki, beni eğlendirmek istiyor: “Gel biraz ileri gidelim, sana anlatacaklarım var.” Kulaç kulaç ilerliyoruz ve sırtüstü suya uzandığımız maviliğin ortasında pat diye: “Öpüşmek çok güzel, hiç öpüştün mü?” sorusu mavi atlasa batmış yüzümü kıpkırmızı yapıyor. “Serdar çok güzel öpüşüyor. Akşama buraya gelecek. Bizi idare edersin değil mi?” diyor. Zühre öyle güçlü ve net şeyler söylüyor ki, itirazsız kabul ediyorum isteğini. Keşke Yalçın da gelse. Ben de annem gibi olacağım galiba. Edilgen. Hep başkalarını idare eden. Venüs’ün uydusu olsa kesin o ben olurdum. Yalçın beni belki de hiç fark etmeyecek bu hayatta. Allah’ın çaycısı bile ilgilenmiyor. Allah’ın çaycısı… Geri zekâlı. Aptal… Okul Wattsapp grubunda vardır numarası, yazsam, Erdek’e gel desem…
Annem, yengem, Zühre ve ben günlük sahil boyu yürüyüşü ve dondurma yalama partimizi tamamlayıp her zamanki gibi Semih Gümüş’e uğruyoruz. Annem renksiz deri bilekliklere, yengem en parlak taşlılara bakıyor. Hayır, bir günde ne değişecek ki? Her gün aynı takılara bakmanın adı neden eğlence olsun? Tam o sırada kuşlu bir fincan ilişiyor gözüme. Harçlığım yetmeyince annemden almasını rica ediyorum. Bir an irkiliyor: “Babanın dükkândakine benziyor.” diye mırıldanıyor mu bana mı öyle geliyor tam anlamasam da itirazsız satın alıyor fincanı. Akşam Yalçın’a vereceğim. Ben o unutulmayan sarışın kadın olmak istiyorum çünkü. Annem gibi siyah tişörtlü silik kadın değil.
“Biz biraz sahilde takılacağız, siz gidin.” diyor Zühre. Mine yengemin canına minnet. Hemen kamelyaya koşacak ve birasının son yudumlarına gelmiş züppe Engin’in karşısına geçip bacak bacak üstüne oturacak. Yırtmacından yağlı bronzluk sıyrılıp Engin’in başını döndürecek. Birkaç fıkra daha anlatmak için vakit var diyecek ve içerden bir bira daha alıp gelecek. Annem “İyi akşamlar” deyip içeri kaçacak. Kamelyadaki diğer kadınlar da kaçacak. Mine ve Engin yine baş başa kalacak.
Gündüz şemsiyelerin altına yayılmış şezlonglar bir araya toplanıp zincirle bağlanmış vaziyette rüzgâra ve hırsızlara karşı tedbirini almış site yönetiminin mağrur sütunu olarak oracıkta duruyor. Serdar bir anda palmiyenin altından fırlayıp Zühre’yi kollarına alıyor. Sarmaş dolaş kumların üstünde debelenerek seslerini duyamayacağım kuytulara gidiyorlar. Ben, elimde kuşlu fincanla karanlığı koyultan denizin kıyısında kalakalıyorum. Öyle demese miydim Yalçın’a acaba? “Akşam Erdek’e gelsene, burası çok güzel.” nedir? Önü yok, ardı yok lâfın. Saçmaladım.
O sırada sahile karanlığı köpürten tekne yanaşıyor; amcamın mavi tişörtü Venüs gibi parlıyor gecede.
“ Kız, ne yapıyorsun burda ?”
“Hiç, canım sıkıldı, takılıyorum.”
“Bak, levrek yakaladım, bir buçuk kilo vardır.”
“Aaa, süper!”
“Zühre nerde?”
İşte uyduluktan gezegenliğe geçme fırsatı… “Zühre ilerdeki palmiyenin altında, Mert ıssız bir koyda, yengem kamelyada oynaştalar. Sen balığa çıktığında bütün balıklar kavaklarda oynaşıyor buralarda. Zavallısın sen amca; her şeyi kontrol ettiğini sanan, şort boyları uzadığında bütün günâhların örtüleceğini sanan bir zavallı…”
Yok, öyle demedim. Annemin benim hatrıma yutkunduğu şeylere benzer bir yutkunmayla:
“Şey, tuvalete gitti.” Amcamla birlikte, karanlığı, sahildeki kumları, kıyıya çarpan hafif dalgaları, Venüs’ü inandıracak kadar kendimden emin söylemiştim bunu.
“Ha, tamam. Ben kaçıyorum eve, fazla oyalanmayın.”
Sandaletime dolan kumları silkeleyip sahilden uzaklaştım. Elimde fincan, fincanda kuş sesleri…
Erdek’e niye gelmedin Yalçın?
edebiyathaber.net (15 Nisan 2023)