Yağmurun ortalığı kasıp kavurmasına, sisin giderek yoğunlaşmasına aldırmaz bir hışımla yürüyordu yüzbaşı. Arkasından gelen bölük ve yanları sıra sürükledikleri esirler ona yetişmekte zorlanıyordu. Teğmen, çavuşun “Bir şeyler yap” diyen gözlerine bakmak yerine ona sırtını dönmeyi, fısıldarcasına çıkan homurtulara kulaklarını tıkamayı tercih ediyordu. Kimse, aştıkları dağlar kadar yalçın, kıyısından dolandıkları uçurumlar kadar korkutucu, rastladıkları kurtlar kadar vahşi yüzbaşıya akıl vermeye zorlayamazdı onu. Hele ki uzak tepelerde bulutlardan daha kara insan gölgeleri tarafından izlenirlerken.
Nehre vardıklarında onları karşı kıyıya taşıyacak köprünün yerinde olmadığını gördüler. O gölgelerin işiydi mutlaka… Gök gürültüsü yüzbaşının küfürlerini yutarken yaşlı Çavuş Neş iri gövdesini geriye döndürüp elini kaldırdı. “Bölük dur!”
Yüzbaşı Kahma’nın öfkeli gözleri derinliğini ölçebilecekmiş gibi nehri tararken Teğmen Ahem çekinerek yanına geldi. “Ne yapacağız komutanım?” diye sordu. Yüzbaşı başını kaldırdı. Gergin dudaklarının gerisinde sivri köpek dişleri görünüyordu. Dişlerin boğazında dolaştığını hisseden teğmenin içi titredi.
“Esirlerden birini getirin!” dedi Kahma.
Yüzbaşı, teğmen ile çavuşun arasında duran, uzun suratlı, zayıflıktan elmacık kemikleri belirginleşmiş, yağmurdan kıyafetleri üstüne yapışmış esire, “Nehre gir!” diye emretti.
Esir Bo yanlarından azgınca akan suya baktı. Başını, “Yo, yo!” diyerek salladı. Ahem’in suratını gören yüzbaşı, “Derinliğini anlamak için başka fikrin var mı teğmen?” diye hırladı. Başıyla tepeyi işaret etti. Tehlike burunlarının dibindeydi. Acele etmeleri gerekiyordu.
Bo, “Yüzme bilmiyorum,” dedi. “Derin olmasa o köprüyü yaparlar mıydı?”
Kahma’nın sivri dişleri tekrar ortaya çıktı. “Derdini onu yok eden arkadaşlarına anlat.” Yüzbaşının sesinin yankısı sisin içinde kaybolmadan çavuş esiri nehre doğru sürüklemeye başladı. Ancak Bo can havliyle silkinince dengesini kaybeden Neş yere kapaklandı. Çamurlaşan toprakta kaydı, kenardaki çalıya tutunmasa az kalsın suyun dibini boyluyordu. Keskin bir küfür çıktı ağzından.
Gördüğü manzara yüzbaşıyı çok öfkelendirdi. Teğmene, “Vur şu lanet adamı!” diye bağırdı. Ahem’in emre itaate alışkın elleri düşünmesine fırsat vermeden omzundaki tüfeği kavradı ve namlusunu esire doğrulttu. Esirin çenesi korkudan birbirine vuruyordu. Hızla dizleri üstüne çökünce topraktaki su birikintisi sağa sola saçıldı. Kollarını havaya kaldırdı. “Öldürme beni. Karım hamile.” Ahem tetiği çekmek istedi ama adeta taşlaşmış parmağı hareket etmedi.
“Vur onu teğmen!”
“Yalvarırım öldürme.”
“Sana emrediyorum teğmen!”
“Beni yavruma bağışla.”
Yüzbaşı silahını çekti, teğmene doğrulttu. “Onu öldürmezsen seni vururum.”
Ahem’in gözleri komutanı ile Bo arasında gidip gelirken gök gürlemesi ve yağmur sesinden başka çıt çıkmıyordu. Tüm bölük ve esirler merakla sonucun ne olacağını bekliyordu.
“Üçe kadar sayacağım,” dedi yüzbaşı. “Emrime itaat etmezsen önce seni ardından da onu öldüreceğim.”
Zaman nefesini tuttuğundan mıdır nedir, o kısacık süre hepsinin zihninde uzadıkça uzadı… Ahem, şakaklarından ter ve yağmur birlikte akarken parmağına neden söz geçiremediğini anlayamıyordu. Esirin yalvarmaları aklına yenilerde emekleyen kızını getirdiğinden miydi? Bundan olamazdı. Savaşta çok düşman öldürmüştü çünkü… Belki de tam tersine aldığı canlar sonunda yüreğindeki bardağı taşırmış, taşan damlalar -sayısız çatışmaların, feryatların, ortalığa saçılan parçalanmış bedenlerin ona yabancılaştırdığı- savaş öncesinin o sevecen, nazik adamını uyandırmıştı. Fakat bunun farkında değildi. Bo’nun çenesi durmamacasına çalışırken parmağına lanetler yağdırıyordu… Derken Kahma’nın gözünde beliren koyuluğu fark etti. Artık iş işten geçtiğini, bu saatten sonra emrini yerine getirse de yüzbaşının kendisine doğrulttuğu tetiği çekeceğini dile getiren bir koyuluktu bu. “Yüce Tanrım!” dedi.
Orduya kuşaklar boyu şerefle hizmet etmiş bir ailede dünyaya gelen ve doğduğu günden bu yana katı bir askeri disiplinle yetiştirilen yüzbaşı için hislerinde haklıydı Ahem… Kahma’nın benliğini saran öfkesi, kırılan gururu yüzündeki çizgileri derin yarıklara dönüştürmüştü. Hedefindeki, esir değildi artık. O silahın namlusundan çıkacak kurşunun otoritesini ayaklar altına alan teğmenin göğsüyle buluşması, itaatsizliğin bedelinin ödenmesi kaçınılmazdı. Aksi halde askeriyenin -yazılı olmayan- acımasız kurallarının devreye gireceğini, çavuşa da, askerlere de bir daha söz geçiremeyeceğini, ona saygı duymayacaklarını, daha da beteri ondan korkmayacaklarını biliyordu.
Sisten zar zor seçebildiği adamlara bakarken iri bir cüsseye ve Allah vergisi güce sahip Çavuş Neş’in kaşları da hayli çatıktı. Üstünde üniforması, elinin altında ezeceği askerleri, acımasızca öldüreceği düşmanları ile ancak varlık bulabilen -en büyük korkusu dünyaya barışın hâkim olmasıydı- çavuş için verilen bir emrin yerine getirilmemesi olacak şey değildi. O aptal esir yüzünden az daha koca gövdesinin azgın sularla buluşacak, belki de canını yitirecek olması bir yana Ahem gibi aptallar yüzünden savaşın sonu bile gelebilirdi. Teğmen gözünde bütün değerini yitirmişti. Aklından, “Ben olacaktım ki, bırak esirin işini bitirmeyi, onlardan canlı bir köprü bile yapardım,” diye geçirirken, “Daha ne bekliyorsun Yüzbaşım!” dedi yakınındaki askerlerin rahatça duyabileceği bir sesle. “Vur şu korkağı.”
Zamana meydan okuyan o sürenin sonunun geldiği, yüzbaşının saymaya başladığı an sis öyle yoğunlaştı ki, çavuş esirin ayağa fırladığını, teğmenin geriye doğru kaykıldığını belli belirsiz görebildi. Ve bir el silah sesi duyuldu. Ardından bir tane daha…
Sis dağıldığında üçü de ortadan kaybolmuştu. Çavuş Neş endişeyle sağa sola baktı, “Komutanım!” diye bağırdı.
***
Gözünü açtığında bir sedyedeydi. Üstünde endişeli insan gölgeleri geziniyordu. Ancak bunu fark edecek halde değildi. Bedeninin her yanından özellikle de yüzünden yayılan acı öylesine dehşetli, öylesine dayanılmazdı ki vücudu yay gibi gerildi. Fakat bu, ağrısını daha da artırınca sıkılı dişlerinin arasından çığlıklar, gırtlağından bir insana ait olamayacak hırıltılar çıktı.
“Hastayı sıkı tutun!”
“Tansiyonu almakta zorlanıyorum. Nabzı da çok zayıf.”
“Nasıl bu hale gelmiş böyle?”
“Hemen ameliyata alıyoruz.”
“İşimiz çok zor. Bence pek şansı yok. Hatta…”
“Konuşacağına acele et! Hadi, hadi!”
Kendine geldiğinde baş kısmı hafifçe yükseltilmiş bir yatakta yatıyordu. Her yanı sargılarla kaplıydı. Bedenindeki sızı hareket etmedikçe dayanabileceği seviyedeydi. Gözü odanın yarısını tararken -inleyen hastalar, ortalıkta koşturan hemşireler- yatağının görüş alanında olmayan tarafından gelen çığlığı duydu.
“Bir de buraya geldiğinde görseydiniz… Onu bir nehrin kıyısında donmak üzereyken bulmuşlar. Hayatta kalması mucize… Ameliyatı tam on dört saat sürdü. Gerçekten sağlam bir bünyesi varmış.”
“Ya yüzü?”
“Ona da çok uğraştık. Fakat kırıkları, yaraları öyle berbat berbattı ki ancak bu kadar düzeltebildik. Bir gözünü de almak zorunda kaldık.”
“Yapılabilecek bir şeyler olmalı.”
“Yok maalesef.”
“Hep böyle mi kalacak yani?”
“Evet.”
“Aman Tanrım!”
“Ama yaşayacak.”
“…”
“Bu güzel bir haber değil mi?”
“Bu adamın kocam olduğuna emin misiniz?”
“İşte künyesi burada.”
“…”
“Orada yazan kocanızın adı mı?”
“Evet…”
“A, bakın hastamız da gözünü açmış.”
Doktor, kadının koluna girdi, onu yatağın diğer tarafına, hastanın görüş alanına sürüklerken “Nihayet kendinize geldiniz,” dedi.
Beyaz önlüklü adama ve yanındaki yüzü allak bullak kadına baktı…
“İşin zor kısmını atlattınız sayılır… Fakat en az birkaç ay daha burada kalmanız gerekiyor. Yaralarınız iyileştiğinde sizi rehabilitasyon programına alacağız… Asla moral bozmak yok. Her şey yoluna girecek…”
Doktorun sesini duyuyor ancak dediklerinin çoğu aklından anında buharlaşıyordu. Bir süre sonra gözü kapandı… Hastanın uyuduğunu anlayınca “Buyurun odama geçelim,” dedi doktor. “Orada devam edelim.” Ağır adımlarla koğuştan çıktılar.
“Yeter artık! Bıktım, usandım vallahi! Akşama kadar o pencerenin önünde öyle oturmaktan başka bir şey yaptığı yok… Şuna baksana, bu adama yaşıyor denebilir mi?.. Ah, ne talihsiz kadınmışım ben!.. Ya şuncacık kızın hali?..”
Kadın içerideki odada annesiyle dertleşirken gözü uzaktaki dağlarda, kulağı ise konuşulanlardaydı. Kadın öyle yüksek sesle konuşuyordu ki, eliyle kulaklarını tıkamazsa dediklerini duymaması olanaksızdı zaten. İlk zamanlar tıkardı da. Fakat yıllar içinde dırlanmasına, laf sokuşturmalarına, hızını alamazsa bağırıp ağlamasına, annesine şikayetlenmesine öyle alışmıştı ki artık aldırmıyordu.
“Babasından korkuyor… Hem o değil sadece. Çok da utanıyor. Geçen ne dedi biliyor musun, arkadaşlarının babasını görmesini istemiyormuş… Kimse gelmez oldu zaten.”
Belki de aldırmamaya çalışıyordu. Adeta mumyalanmış yüzünde duygularını belli edecek hiçbir mimik belirmediğinden bunu anlamak güçtü. Ancak bazı bazı göz küresini hafifçe çevirip çaktırmadan küçük kızı izlerken göz kapağında ince titreşimler belirirdi.
“Savaşta ölse arkasından ağlar, yasını tutar, onunla gurur duyardım… Ama bu, bu…”
***
Kayıp bir askerin günlüğünden:
Nehre düştüğümüzde akıntı bizi sürüklerken üçümüz de gerçek bir yaşam mücadelesi veriyoruz. Birbirimizi künye zincirlerimizden, yakalarımızdan tutmaya, yumruk veya tekme atmaya çalışıyoruz. Bir yandan da nehirdeki kayalara çarpıyor, kötü darbeler alıyoruz. Kıyafetlerimiz giderek ağırlaşıyor. Kısa sürede üçümüz de boğulacağız. Üstümdekileri çıkarmaya uğraşırken bir el beni kendine çekiyor. Derken gözüme bir parmak saplanıyor. Can havliyle yakaladığım bileği dişlerimle parçalıyorum. Tekmeler savuruyorum. Kime, nereye vurduğumu bilmeden. Önümü göremiyorum. Sonra başımı çok kötü çarpıyorum…
Bunların hiçbirisi o mücadeleden hatırladığım şeyler değil. Hepsi sonraki yıllarda gördüğüm kâbuslardan… Beni nehrin sığlaştığı yerde bulmuşlar. Üstümde don ve fanila varmış. Avucumdaki künyeden kimliğimi saptamışlar…
Ben kimim, o künyedeki mi? Ya bu kadın, bu kız? Evimde miyim yoksa oradan çok uzakta mı, bir bilebilsem… Cevabı olmayan bu soruları düşüne düşüne ve bu bedene hapsedilmiş bir esir olarak öleceğim. Kim bilir bu hangimizin ölümü olacak…
edebiyathaber.net (11 Mart 2023)