Mümkün değil. Bu ay olmaz. Bir köşede unutulmak istemem. Canı çekilmiş bir beden sıcakta bozuk et gibi kokuşur. Kimsenin ruhu duymaz. Azrail kapımızı çalarsa, “Nedret, sen bak” diyeceğim.
Beni evden kovmaya meraklı. Nedret. “Evde durma Dursun”, diye tutturmuş. “Git köşedeki kahvede, pastanede arkadaşlarınla bezik oyna, tavla oyna, ne bileyim. Oyala kendini. Yeter ki ayağıma dolanma”.
Ona hak veriyorum. Emekliliğin ilk günlerinden bu yana yapacak pek bir işim olmadığından yakınıyordum. Düzenli bir uğraşa bağlı kalamadığımdan. Erken kalkıp yürüyüşe çıksam hiç değilse. Nedret’in gönlü olurdu. “Yürü biraz” deyip duruyordu. Sağlığıma yararlı. Benim değil doktorun fikri. Sabahları yatakla yapışık kardeşiz. Eskiden depresyonu gençlere özgü sanırdım. O duygunun yarattığı karın ağrısı insanı başka türlü süründürüyormuş meğer. Bu ince mesele kolektif dertler kategorisinde baş sırada.
Köşedeki pastane, yürüme uzaklığında, topu topu iki yüz metre. Bu yolu sırf Nedret’in gönlü hoş olsun diye göze alıyorum. Hava yapış yapış. Bunaltıcı, insanın içini kavurucu türden. Kapı önünü adamakıllı güneş basmış. Mendilimde ter damlaları. Vantilatör vızıltısı mis gibi poğaça kokusuna karışmış. Bir iki bezgin sinek pastanenin kirli camında. Duvarlar sıcak ve ıslak, boyaları sıyrılmış. Üstelik klima da arızalı. Evde serin düşlere uzanacağım biricik öğle uykularımdan vazgeçiyorum. Hem de her gün. Nedret’i mutlu etme uğruna yaşlılık günlerini pastanede geçirmeye mahkûm bir adamım.
Öğleden sonra evden gönderiyor beni.
Nedret.
“Git arkadaşlarınla çay iç, bezik oyna, tavla oyna ama tatlı bir şey yeme”, diyor. “Çayına da sakın şeker atma”.
Komut cümleleri sert, keskin. Her ifadede olumsuz bir emir kipi. Kimi sözcükler karanlık yüzlerine rağmen insaflı.
“Git işte. Bir erkek evde ne yapar?”
Erkek olduğumu hatırladığına sevinir gibi davranıyorum.
Artık hafızam pek iyi değil. Aklımda tutabildiğim tek şey, tatlı yasağı.
“Tatlı yok Dursun. Şekerin yükselir biliyorsun”
Tatlı yemeyeceksem neden beni pastaneye gönderir? Acımasız değil mi?
“Eline, diline, damağına hâkim ol Dursun efendi”, diyor. Beline demiyor artık. O çağın hoş bir seda olduğunu sanki bilmiyor muyum? Nedret’in bu şekilde yılların acısını benden en zalim şekilde aldığını hissetmiyor muyum? Tavla oynamak eziyet. Rakip pullarını toplama çabası artık boşuna. Büyük zarı bir türlü atamadığımı her seferinde yüzüme vuran o kendinden emin hâllere dayanamıyorum. Hep aynı oyunlar. Buruşuk yüzlerin gölgeleri plastik masaların arkasına düşmüş. Mahallenin yaşlıları pastaneye üşüşüyorlar. Beni kendilerinden sanıyor budalalar. “Değilim”, diye haykırmak geliyor içimden.
Değilim.
Ama sesim nerede?
Nedret. Niye istemezsin beni evde?
İki tonton ihtiyar olduğumuzu söylesem kızar. Değişik bir şey önersem “Genç miyiz adam artık biz?” der, bir yolunu bulur, tersler. Evde ıslak ellerimle koltuklara dokunsam, mutfakta yanlışlıkla mermerlerin üzerine limon suyu damlatsam, “Ah Dursun ah, ellerin kırılsın” der, beni doğduğuma pişman eder.
Gırtlağımızdaki boğumlardan süzülen ne varsa yıllarca konuştuk, konuşamadık. Birbirimize derdimizi anlattık, anlatamadık. Nedret bazen sesini yükseltirdi.
“Dursun, kuruttu beni inadın. Allah da seni kurutsun”.
Hep böyle değildik. İlk evlendiğimiz yıllarda bana “biricik kocam” der, şahane yemekler hazırlardı. Ekmek kadayıfı yapardı. İyi de becerirdi. Mutfak işlerinde bir numaraydı benim karım. Nedret’in kahvesi diye telvesini bile tabakta bırakamazdım.
Yatakta göbeğimi iteklemesin, kollarımdan kaçıp bir köşeye sinmesin diye ne şirinlikler dener, ne taklalar atardım. Nedret’imden uzak düşmeye dayanamazdım.
Ortalık kurak, yollar tenha. Yaz gelince herkes bir yana dağılır.
“Geç kaldın Dursun Bey” dedi pastanenin sahibi Samiye Hanım. Çikolatalı kek yaptım”.
Tüm hınzırlığım üzerimde ağzım yine sulandı. O simsiyah çikolata parçaları. Yasakların çiğnenmek için konulduğunu ancak bu yaşta öğrenebildiğime hayıflanırım.
“Seninkiler nasıl, ziyarete geliyorlar mı?”
“Yok nerede? Nedret de hep evde. Bacakları ağrıyor. Çıkmak istemiyor”
Bu pastane tek sığınağa dönüştü. Tatlı yasağını gönlümce delebileceğim, her köşesinde şımarabileceğim biricik mekân. Ayaklarımı da keyifle karşı tabureye doğru uzatırım. Ne gençliğimde, ne yetişkinliğimde babamın karşısında rahat oturamadım. Bizim çocuklar da televizyon dizilerini o yıllarda benim yüzümden seyredemediklerinden yakınırlar. Meğer öpüşme sahnelerinde kız bulaşığa yardım bahanesiyle mutfağa, oğlan da odasına kaçarmış. Bir araya geldiğimizde, torunlara, nasıl tutucu bir büyükbaba olduğumu, kıramadığım kalıpları anlatırlar. Kalbimi kırsalar da artık sesimi çıkarmıyorum. Bu yaşta çoluk çocuğun, eşin dostun, kendi karının bile maskarası olmuşsun.
Samiye Hanım bir köşeden öbürüne hizmet için koşturuyor. “Niye yoruyorsun kendini bu yaşta, pastane için? Yazık değil mi sana da?” diye soracak oldum bir gün.
“Yıl hesabını arap saçı yaptın Dursun Bey. Ben yaşlı mıyım? Sen kendine bak” diye azarladı beni. Samiye de gerçeği kabul etmiyor.
Herkes böyle takılacak birini arar. Ne de olsa o da Nedret gibi. İşinin gücünün arasında bir punduna getirir, ona buna, en çok da bana takılır, durur.
Pastanede sohbet ettiğim tek kişi Samiye. Hiç değilse hatırımı sorar. Beni esir eder, işimden gücümden alıkoyar. Eve dönmek gelmez içimden.
Biraz daha kalayım, akşam beş buçuk olsun öyle giderim, diye düşünürüm.
Babam, “hayatta seçimleri ve zamanlamaları doğru yapmak gerekli oğlum”, derdi.
Nedret ile evliliğimiz 64 sonbaharı. O zorba babasından istedik. Gerçi direnmemiş, hemen kızını vermeye razı olmuştu. Nikâhımız, yakın arkadaşımız rahmetli Belkıs’ların evlerinde kıyılmıştı. Yüzüklerimizi dayısı takmıştı. Dün gibi hatırlarım. Hey gidi günler hey.
Samiye’nin kekini afiyetle yedim, hem de iki dilim. Bol çikolatalı.
“Ben çıkıyorum. Ellerine sağlık”.
“Dur nereye Dursun Bey otur biraz, erken daha”.
Samiye’nin arkamdan seslenişi, “kal” deyişi pek yürek yakıcı. Tanımasam onca yıldır, cilve yaptığını, bana yaklaşmaya çalıştığını düşüneceğim.
Kapı önünde kulağıma gelenlere aldırmıyorum. Mahalleli fısır fısır dedikodu yapmaya bayılır.
Arkamdan, “Oturtun biraz daha Dursun’u”, dediklerini duyuyorum. Ayağım, kaldırım taşlarına takılmasın, düşüp bir tarafımı kırmayayım diye eve ağır ağır yürüyorum.
Kapıyı anahtarımla açıyorum.
Kalın perdelerin arasından odalara sızan gün ışığı. Bir zamanlar böyle yaz akşamları kente çöktüğünde, ışıkları kapatıp, ikimiz beraber komşu hayatları gözetlerdik. İnce ince toz tanecikleri. İçerideki sessizlikte küflenmiş bir şeyin sıcak kokusu. Kızarmış ekmek olabilir mi? Ne zaman bırakmışım iskambil destelerini, marközü yemek masasının üstüne? Nedret farketmeden hemen toplayayım.
Tahta kaşıkla yemeğin tuzuna bakarken kendi kendine şarkılar mırıldanan, hiç öğrenemediğim dansları seven koca kalçalı kadın.
Nedret.
Odanın sessizliğinde ona sesleniyorum.
“Bıktım” derdi de o gün ne zaman geldi? Hani birlikte gidecektik.
Gamze Haklı Geray kimdir?
İstanbul’da doğdu. İnsan kaynakları, yetenek yönetimi ve eğitim alanında uzun yıllar çalıştı. Psikoterapist. “Dissonance or Harmony” isimli deneme ve anı türündeki ilk kitabı Amazon’da İngilizce olarak yayınlandı.
Oggito ve Edebiyat Haber’de denemeleri, yazıları, Oggito’da, Notos’da, Trendeki Yabancı ve Son Gemi dergisinde öyküleri yer aldı.
edebiyathaber.net (10 Eylül 2020)