Ardına kadar açık demir bahçe kapısından giriyorum. Paslanmış. Sokağın başından itibaren duyduğum, çocukluğumdan beri içimi ürperten dualar etlerimi didikliyor. Her şey yerli yerinde fakat değişmiş. Sabahları annemin eteklerini dizlerine kadar toplayarak buz gibi sularla yıkadığı bahçe taşlarından geçiyorum. Taşların soğuğu ayaklarımda dolaşıyor. Taşların çoğu kırılmış. Musluğun ucu boş. Bahçe hortumu yerinde yok. Olmayan bahçe hortumunun hatırası bile sırtımı sızlatıyor. Dut ağacının yerlere saçılan dutlarından ekşi bir koku yayılmış. Çarşaf sermemişler. Ablamla etrafında kovalamaca oynadığımız annemin kıymetli gülleri, kuru bir toprak öbeğine dönüşmüş. Sarılar, kırmızılar… Hiçbirinden eser kalmamış. Yaz günleri akşam ezanı ile yatsı arasında altında oturduğumuz sundurma… Ahşapları çürümüş. Cami ile mezarlık arasına sıkışmış evimin o güzel bahçesinin de üzerinden yıllar acımasızca geçmiş. Bahçeye bakan odanın camı açık. Ablamla benim odam. Okuldan döndüğümde onu camın önünde oya yaparken bulurdum. Bahçeye girdiğimde yandaki mezarlıktan korktuğumu bilir, orada beklediğini belli etmek için bana seslenirdi. Korkmuyormuş gibi yapsam da o, beni beklemekten de seslenmekten de vazgeçmezdi.
Evin kapısı da bahçe kapısı gibi, odamın camı gibi açık. Önünde mahallelinin ayakkabıları. Ayaklarım titriyor. Neden geldim? Cenazeye yetişememiştim, babam artık öğrendiğim kadarıyla kimseyi tanımıyordu, tanısa da beni gördüğüne sevinir miydi? Onlar için utanç kaynağı olmuştum. Annem sesimi uzun zamandır duymak istemiyordu. Neden gelmiştim? Genç bir kızken ardıma bakmadan kaçarak çıktığım kapıda şimdi kıpırdamadan duruyorum. Gecikmiş bir soluklanma. Askıda babamın yeşil hırkası… Hatırlıyorum, gittiğim gün üzerindeydi. Sanki o gün çıkarmış ve yıllardan beri orada, kapıyla ev arasında içimde taşıdığım boşlukta asılı kalmış. Terk ettiğim baba evine ablamın ölümüyle dönüyorum. İçeri yalnız girmek beni korkutuyor. Artık camın önünde ablam yok. Konuşmalar, duyduğum tanıdık, yabancı sesler, bir uğultuya dönüşüyor. Kayboluyorum. Meraklı bakışlarla karşılaşmamak için kafamı yere eğiyorum. Kapının önünde ablamın terliği… Kimse giymemiş. Beni buraya dönmeye ne zorladı? Son görev mi? Uzanıp bana doğru bakanları görmesem bile hissediyorum. Başım hala eğik. Yerde aynı halılar serili. Renkleri solmuş, kalan püskülleri sararmış. İçerisi erkek dolu, hepsi aynı tip, holde sandalyelerde oturan kadınlar… Kadınlardan birisi kalkıyor bana yerini veriyor. Belki bir tanıdık… Bilemiyorum. Kalktığı sandalyeye ilişiyorum. Oturduğum yerden salon rahatça görülüyor. Okunan duadan sona yaklaşıldığını anlıyorum.
Annemin sesinin güzelliğinden gururlandığı ablamı, mecburiyetten ise beni peşinden sürüklediği, ablamın hevesle okuduğu ilahilerle son bulan mevlitler, hatimler, doğum duaları, seneidevriyeler, hocanın kızları diye ağırlandığımız her gün gözümün önümden geçiyor. Bu sefer salondaki hoca annem değil. Dua beklediğim gibi bitiyor. İçerden tanıdık bir âmin haykırışı…Mutfaktan dışarı taşan ikram telaşı… Tüm seslerden sıyrılan babamın sesi kulaklarıma çarpıyor. Her şeyi, herkesi unutmuş, amini unutmamış babam.
Salonda onca erkeğin arasında Ahmet’i görüyorum. O da beni. Bakışlarını kaçırıyor. Gözüm tırnaklarının karasına takılıyor. Düşüncelerimi sezmiş gibi avuçlarını birleştiriyor, bacaklarının arasına saklıyor. Tırnaklarının her yerine tamir ettiği motorların kara yağı yapışmış. Genç bir kız tepsi ile tepemde dikiliyor.
“Yazma getirmediysen vereyim,” diyor. Cevabımı beklemeden de “Hacı Anne, içerde yazma kaldı mı?” diye sesleniyor. Seslendiği oda ablamla benim odam. İçerden çıkan Hacı Anne benim annem. Yüzü kireç gibi, elinde rengarenk oyalı yazmalar. Ablamın camın önünde çeyizime işledikleri… Donup kalıyor. Bana sarılsa diyorum şimdi. Sarılıp ağlasak ablamın oyalarına, sandıklarda sararmış çeyizlere, gün yüzü görmeden göçüp giden ablama, bahçenin kırılan taşlarına, altına bir çarşaf seremediğimiz dut ağacına, bir tanesi kalmayan güzelim güllere, çürüyen sundurmaya, onu tamir edemeyecek babama, fırsatımız varken yaşayamadığımız her güne… Annemin gözü alev alıyor. Annemin öfkesi küllerinden parlıyor.
“Gerekmez ona örtü mörtü. Misafir deyince biri geldi sandıydım. O bu evin ilk ölüsü kızım. Sen git kocana bak, misafirlere su tut. Hoca Efendi’nin ağzı kurudu okumaktan. Ona bu evde bir yudum su yok!”
Kocana bak derken genç kıza salonda oturan Ahmet’i işaret ediyor. Annem içimi deliyor. Elimde bardak ne yapacağımı bilemeden kendi evimin ortasında en yabancı benmişim gibi öylece duruyorum. Elim titriyor. Bizim oralarda millet alemin hikayesine bayılır; koca dayağı ile ölen ablamı, anasız kalan evlatları için üzülmeyi bir yana bırakıp mahallenin tamirci yamağı ile düşüp kalktığı için adı çıkan, yıllar önce okumak için ailesini terk etmek zorunda kalan acımasız evladın hikayesini fısıldaşmaya başlıyorlar.
Evdeki fısıltıların arasına Selvi ağaçlarının mezarlıktan gelen tanıdık hışırtısı karışıyor, ya da ben onları duymayı tercih ediyorum. Onlara kulak vermek küçüklüğümden kalma bir alışkanlık. Odamdaki son gecemde de Selvileri dinlemiştim. Bahçe hortumuyla annemden yediğim dayak sırtımda sızlarken “Git,” demişlerdi o akşam bana, “Gitmezsen öleceksin.” Annemin kulaklarımda çınlayan “İstanbul’u da unut, o tamirci yamağını da hocanın kızı orospu oldu dedirtmem!” diye geçmişten bağıran sesini sokaktan geçen seyyar satıcınınki bastırıyor. Ardından ezan. Babam salondan koşar adım çıkıyor. Göz göze geliyoruz. Önümde duruyor. Beni görüyor mu? Kızı olduğumu biliyor mu?
“Ablanı kaldır kız, ezan vakti yatılmaz,” diyor. Beni hatırlıyor. Yirmi yıl önceki kızıyla konuşuyor. İçimde unutmasının sevinci… Çok zayıflamış. Gözleri küçülmüş, boyu kısalmış, yine de onu görünce dediğini yapmak istiyorum. Ölmüş ablamı kaldırmak… Etrafta dizlerine vuranlar, vah vah çekenler, duymamı umursamadan evladın da hayırlısı diyenler… Yıllardır ağlamamışım, yabancılaştığım yaşlarımı avucumun içiyle siliyorum. Babam kapıya doğru giderken Ahmet arkasından yetişip koluna giriyor. Yokluğumda Ahmet’i sever olmuşlar. Asılı yeşil hırkanın önünde duruyorlar. Babamın arkamdan bakarken giydiği hırkanın. Babamın sırtından yaz kış çıkarmadığı hırkanın. Hırkanın içine girmek istiyorum. Ahmet kulağına bir şeyler fısıldıyor, tırnakları kapkara… Onlar içeri girerken tekrar bahçeye çıkıyorum. Genç kız arkamdan koşuyor.
“Abla, helvamı yemeden göndermem. Bilemedim ki senin Nazlı Abla olduğunu. Hacı Annenin dediklerine de aldırma; kolay mı, senin ablan, onun kızı neticede. Allah o herifin belasını versin. Kötü tohum çıkmış. Elleri kırılsın. Sen gittikten biraz sonra taşındıydım buraya. Bir ninem bir ben vardık. Bomboştu hayatım, Hacı Annem doldurdu. Hacı Annem bir tanedir. Burada herkesin anasıdır. Biliyor musun beni okula o yazdırdı, Ahmet’imle o evlendirdi. Ahmet ne iyi insandır, ama sana ne anlatıyorum çocukluktan bir büyümüşsünüz, ta çırak olduğu zamanlardan. Bak şu karşıki ev şimdi bizim, dükkânı aldıktan sonra onu da aldık. Çok şükür. Yeğenlerin de bizde kalıyor, olanlardan haberi yok sübyanların. Gel, orada soluklan. Millet dağılsın, dönersin geri. Hacı Annem üç günden fazla küslük günahtır der. Hadi kırma beni.”
Paslanmış bahçe kapısının önünde bana, üç günden fazla küslük günahtır diyerek öğüt veren ve yıllardır kızını affetmeyen annemi anlatan, hayatımın tek aşkının iyiliğini öven gencecik, konuşkan kıza bakıyorum. Kaçtığım yer ona yuva olmuş. Kendine benzeyen ile anlaşmak ne kolay. Neden gelmiştim? Bu kapıdan çıkarken korktuğum kadar umutluydum da. Ulaştıklarım, hayallerim içimde açılan kara deliği kapatır sanıyordum. Sadece başka bir hayatın da varlığını görmek istemiştim. Yanılmışım. İçimdeki boşluğun üzerini örtememiştim. Babamın hırkası gibi evimle hayat arasında asılı kalmışım.
Kızın gözleri davetine cevap bekliyor. Yutkunuyorum. Selvi ağaçlarına bakıyorum, dimdik, yemyeşil.
“Tren biletim var. Kalamam. Evin pek güzelmiş. Yeğenlerime iyi bak,” diyorum. Söylemek istediklerim bunlar değil ama başkasına gücüm yok. Zaman zaman rüyalarıma giren bahçeye son kez bakıyorum. Kim önce kimi öldürmüştü? Ablamın beni görüp görmediğini düşünüyorum. Ölümden sonrasına inanmam. İnsanın çaresiz kaldığı vakit inanmadıklarına dahi sığınması ne tuhaf. Canım ablam, ben gitmiştim, o kalmış. Ben giderek öldüm. O kalarak…
edebiyathaber.net (25 Mart 2023)