Süreyya boşluğa bakarken insanlardan nefret etmesine neden olan hoyratlıkla ilk ne zaman yüzleştiğini hatırlamaya çalışıyordu. Bir kez daha kötü bir mülakattan çıkmıştı. Mülakat çıkışı sakinleşmek için oturduğu kafedeki bakışlar öfkesini ikiye katlamış, telefonda konuştuğu annesinden seçtiği meslekle ilgili hep duymaya alışık olduğu lafları işitmiş, yine açık havada nefessiz kalmıştı. Mülakatın nasıl geçtiğini sormak için arayan arkadaşının telefonuna cevap vermek istemedi. Kimseye ne yaşadığını anlatacak hali yoktu çünkü. Bu düşüncelerden biraz olsun uzaklaşmak için uyuması gerekiyordu. Adımlarını hızlandırdı. Kaldırıma park edilmiş çeşit çeşit araçtan, dükkânların önüne taşmış eciş bücüş ayakkabı kutularından, ne için yardım topladığı anlaşılamayan stantlardan kurtulmaya çalıştıkça daha da zorlaştı her şey. Bir oyun gibi her aşamada daha zor ve daha çirkin bir düşman belirdi karşısında.
Sıradaki düşman berberin önünde oturan erkeklerdi. Üstelik bu sefer sadece yolunu kapatmıyor, bakışlarıyla boğazını da sıkıyorlardı. Yakalarında kim bilir kaç kez kullanılmış ama kesinlikle temizlik yüzü görmemiş önlükleri, ellerinde leke sürdürmedikleri erkekliklerinin bayrağı sigaraları, yüzlerinde arınamayacakları kirlere yapışmış ağdalar. Süreyya bu sahneyi ne zaman görse bir arınma ayini canlanıyordu gözünde. Gün içinde hemcins, karşı cins, çoluk çocuk, kedi, köpek demeden herkesin hayatını alt üst edip günah çıkarmaya berbere gelen erkeklerin ayini.
Randevu alabildilerse kendilerini berberin güvenli ellerine bırakan, gün boyu yüzlerine yerleşen çirkinliği alsın diye sigara dumanıyla tütsüledikleri erkekliklerine yedirmekte içten içe zorlandıkları ağdayı yüzlerine sürdüren, bu kadar fazla işgalin öznesi olmanın yorgunluğunu taşıyan erkekler. Ayinin tamamlanması için sigara ve çay alıp mutlaka kapı önüne çıkmalılar. “Bakın siz kötü bir insan olduğumu sanıyorsunuz ama ben de sizler gibi kendine bakan ve hayata tutunmaya çalışan biriyim” ayini. “İsim biraz uzun ama zamanla hallederiz” özgüveni. Berberin önünden geçenleri baştan ayağa süzen, şehrin manzarasına saplanan fabrika bacalarına benzeyen bir çirkinlik.
İçeride başlayan ayini dışarıda sürdüren bu bacalardan biri Süreyya’nın içinde bir şeyleri tuz buz etti. Berberin önünden geçtikten birkaç adım sonra, arkasından baktığına emin olduğu adama doğru birkaç adım geri gitti. Sigarayı henüz dudağından uzaklaştırmış olan adamın ağdalı yüzünden görünen renksiz dudaklarını avucuyla kapattı. Neye uğradığını şaşıran adam henüz çektiği dumanı yutmak zorunda kaldı. Yutmakla öksürmeye başlamak arasındaki o kısacık vakitte yüzündeki ağda da çoktan soyulmuştu. Karşısında, öğretmeninden taze tokat yemiş gibi kırmızı suratlı, öksüren bir baca vardı artık. Süreyya arkasına bakmadan köşeyi dönüp gözden kayboldu ama öfkesi dinmemişti. Çünkü adamın o kırmızı suratlı hali dayaklarına alışık olduğu öğretmenine benziyordu. Erkeklerle hangi oyunları oynuyorsun Süreyya? Neden hiç kız arkadaşın yok Süreyya?
Eve vardığında öfke yerini yorgunluğa bıraktı. Bu yorgunluk öfkesinin yönünü de hızlıca değiştirdi. Gandhi okumalarına doyamadığı zamanları hatırladı. Böyle bir insan olmak istemediğini biliyordu ama işte ok yaydan çıkmıştı bir kere. Eli hâlâ yapış yapıştı. Böyle bir insan olmak istemiyordu ama bir anda oluvermişti işte. Kırmızı surattaki şaşkınlığın verdiği keyifle sınırı aşmış olmanın verdiği tedirginlik arasında bir yerde, çaresizce oturuyordu. Böyle bir insan olmak istemiyordu ama bu olanlar onun suçu değildi biliyordu. Adamın bakışlarının saçlarından sırtına, kalçalarından bacaklarına inişi çok gerçekti çünkü.
Günlerce evden çıkmadı. Acıktığında evde olanlarla yetindi. Telefonlara cevap vermedi. Zaten pek arkadaşı kalmamıştı ama usulen arayan soranı da kapıya dikilmesinler diye mesajla geçiştirdi. Sürekli adamın ağdasını iki parmağının ucuyla kavradığı anı düşünüyordu. Baş parmağıyla işaret parmağının ikinci boğumunu sıvazladı, bunu kılıcını bileyen bir savaşçı edasıyla yaptığını fark etti, yaşadığı bu kırılmadan rahatsız oldu. Ne diyordu Gandhi? Sahi ne diyordu? Hatırlamıyordu.
Günlerce evden çıkmadı. Kapının önünde birilerinin onu beklediğini sanıyordu. Beklemediklerini biliyordu ama artık bu düşünceden sıyrılmanın bir yolu yoktu. Asla sonu gelmeyen bir savaşta yepyeni bir cephe açılmış gibiydi ve evi bu cephe için önemli bir sığınaktı. Baştan aşağı hınçla doldurulmuş bir sığınak. Sokakta oynamak için evden dışarı atılan ilk adımla birikmeye başlayan hınç. Asla durup düşünmesine, bakıp öğrenmesine, gönlünce karar vermesine izin vermeyen, karşısındakiyle göz temasını kaybetmemek için mücadele etmesine neden olan hınç. Çünkü gözlerine kilitlemediği gözlerin nereye baktığını çok iyi biliyordu. Bunu bilmesine neden olan kederin yarattığı hınç.
Günlerce evden çıkmadı. Şimdi birkaç hamleyle bu çukurdan kurtulmanın kararını vermekteydi sıra. Artılar ve eksiler tablosu yapabilirdi. Eksilerin mutlaka kazanacağı bir tablo. Doğmamış olmayı dileyebilir ya da istemediği bir hayata doğurulmuş olma klişelerini tartışabilirdi. Tek başına. Yine, yeniden bir başkasına zarar verip veremeyeceğinden emin olamıyordu. Böyle bir insan olmak istemediğini biliyordu ama. Bir tek bunu biliyordu artık. Bir de bunu değiştiremeyeceğini.
Neler yapabileceği üzerine düşündüğü uzun seanslar düzenledi. Tek başına. Yine yeniden ağda sökebilirdi, bir kahraman edasıyla. Havalı ama çocukça bir fikir olduğuna hızlıca ikna oldu. Örgütlenebilirdi. Tek başına. Bu yalnızlığın keyfini sürmek istiyor ama karanlığından ölümüne korkuyordu. Ölmekten değil ama öldükten sonraki karanlıktan da. Nasıl öleceğinin bir önemi yoktu ama o yer altındaki karanlıkla barışamıyordu. Bir mezar yeri satın alıp içine güneş enerjisiyle çalışan bir ışık düzeneği kurdurmayı bile düşünmüştü bu yüzden. Fakat öldükten sonra bile insanlara bir şeyleri açıklamak zorunda kalmayı göze alamamıştı.
Televizyonu açtı. Dizi, kadın programı, dizi, dikiş nakış, öğle haberleri. Öğle haberlerinde markette çıkan bir kavganın güvenlik kamerası görüntülerini yayımlıyorlardı. Market çalışanları bir adamı öldüresiye dövüyordu. Adamların yüzü seçilemiyordu ama birini berberin önündeki adama benzetir gibi oldu. Belki de bütün erkekler birbirine benzediği içindir diye geçirdi içinden.
Günlerce evden çıkmadı. Kaç gün geçtiğini unutacak kadar uzun. Saymayı kaçıncı günde bıraktığını düşündü. İlk günden beri saymıyordu. Yiyecek pek bir şey kalmamıştı. Çeşme suyuna bir yere kadar katlanabilirdi. Ne zaman çeşmeden su içse berberin önündeki adamın kokusu doluyordu eve. Bir çözüme ihtiyacı vardı ve artık çözümün evde olmadığını biliyordu. Dışarıda hareket edebileceği, insandan arındırılmış bir bölge hayal etti. Yol boyu kınayan, merak eden, yargılayan, nefret eden, süzen bakışlara maruz kalmayacağı, kendi gölgesini bile önüne almak için uğraşmayacağı bir yürüyüş.
Bunu kısa bir telefon görüşmesiyle sağlayabileceğini düşündü. Gideceği markete biri bomba bırakmış olabilirdi. Müşterilerin güvende hissedip markete dönmesi zaman alırdı. Bu zamanı değerlendirip ihtiyaçlarını karşılayabilirdi. İhtiyaçları neydi bilemiyordu. Kimseyle karşılaşmamak mümkün olmasa da hiç değilse daha az insanla karşılaşarak. Bir yudum su içti, içer içmez tükürdü.
Dolaptaki son dilim peyniri aldı. Kireçlenmiş bardağını tezgâha bıraktı. Bulaşık deterjanının bitmesine sinirlendi. Uykuyu çağıran bu sinire teslim oldu. Yine salonda yatmak istedi. Bunu şu an mı yaşıyordu, yoksa zaten mutfaktaki sinirin üzerinden saatler geçmişti de şu an salonda uyanıyor muydu? Zaman algısından sonra mekân algısını da mı yitirmişti? Bugün kimin doğum günüydü mesela? Kaç saattir uyanmaya çalışıyordu? Uyanmayı hatırlıyor muydu? En son ne zaman kimi sevmişti? Ne kadar sevmişti? Unuttuğu her şey onu çağırıyor gibiydi. Yattığı yerden doğruldu ya da ayaktayken oturmayı tercih etti. Eliyle koltuğu yokladı, kirleri kurumuş bir tabak, devrilmiş bir bardak, boş sigara paketi, yastık, telefon, kalem, telefon, telefonu aldı.
Alo? Bir ihbarda bulunmak istiyorum. Bomba ihbarı.
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2024)