“Fıstığa ulaşması gereken sincap otuz saniyeden az bir sürede yapması gerekeni öğrenir. Ama insan ah insan asla öğrenemez,” de demişsiniz.
“Demiş miyim?”
“Demediniz mi?”
Demiş olabilirdim.
Bazen böyle en olmadık zamanlarda en acayip cümleleri kurabiliyorum. Daha önceden de yapmışlığım var; şaşırmam o nedenle. Bir keresinde yaya geçidi çizgilerine adımımı atmış, hızlı olmam için selektör yapan şoföre inat yolun ortasında durmuş, az sağa kırıp yanımdan hızlıca, üstelik ayaklarımı ezme ihtimalini düşünmeden geçerken, “Geri zekâlı” diye bağırmıştım. Cart diye yolun ortasında duran arabadan inen genç adam , “Ne diyorsun sen be,” diye sormuştu. Önce yaya geçidinde adı üzerinde olan yayaya yol vermeleri gerektiğini güzel güzel açıklamaya niyetlendiysem de bunun olanaksızlığı tabak gibi ortadaydı. İnsanlara laf anlatmanın pek mümkün olmadığı, herkesin mutlak haklı olduğu, kaba, pespaye, bağrış çağrış her tutumun kazandığı bir dönemde yaşadığımızı kabullenmiştim; sırada gardımı almayı öğrenmek vardı. Adam iri taşlı yüzük taşıdığı parmağını burnuma uzatarak “Sen bana küfür edemezsin,” dedi. “Sana küfür edemem ama sen beni ezebilirsin öyle mi,” diye sorsam “Ne duruyorsun yolun ortasında,” diyecek yeniden başa dönecektik. Onun yerine “Küfür etmedim, durum tespitinde bulundum,” diyerek karşı tarafa geçiverdim. Ne dediğimi algılaması için yeterli bir süreydi. Ardıma bile bakmadım ki son sözü söylemiş olmanın hafifliği üzerimde kalsın. İşte bu sebeple sincap örneğini de vermiş olabilirdim.
“Olabilir,” dedim. “O anda çok sinirliydim tam olarak ne söylediğimi kelimesi kelimesine hatırlamıyorum.”
“Eylemi bundan sonra gerçekleştirmişsiniz ama, bu cümleden hemen sonra…”
“Hangi eylemi,” diye sordum ki gerçekten tam olarak ne kastedildiğini anlamadım. O gün eylem olarak nitelendirilebilecek pek çok şey yapmış olabilirdim. Daha geniş bir zaman dilimine yayarsak ki zihnim o anda o yayılma ile meşguldü, ümitsiz bir şekilde çabalamaktan sıkıldığım andan beri pek çok eylemde bulunmuştum.
“Birden fazla eylemde bulunduğunuzu itiraf ediyorsunuz, öyle mi?”
“Ay hayır…”diye atıldım ve elimi sertçe masanın üzerine vurdum ki bu konuda net olduğumu anlasınlar. Anlasınlar ki olup olmadık başka eylemleri üstlenmemi istemesinler; yaparlar çünkü yapmış oldukları yapacaklarının garantisidir. Her neyse… Devam ettim burnumu yukarı yukarı kaldırarak: “Hayır yani yanlış anlaşılmasın yaptığım herhangi bir eylemi inkâr edecek değilim. Benimse şayet sahip çıkarım, bu konuda bana güvenebilirsiniz.”
Biri sağına, diğeri soluna doğru yatırdı başını. Biri kirli sakallı, diğeri kadındı. Aynı anda derin nefes alıp verdiler, besbelli sıkılmışlardı. Kim sıkılmıyordu ki?
Ben de çok sıkılmıştım. Her sabah uykumu alamadan uyanmaktan, watsup grubuna atılan anlamsız mesajları okumaktan, instagrama yüklenen son derece huzurlu ve mutluyuz, herhangi bir sorunu kıçımıza taktığımız yok, kıskananlar çatlasın paylaşımlarından, twitterın öfkeli ama bezgin, haklı ama şaşkın cıvıldamalarından, facebook’un körler sağırlar birbirini ağırlar tutumundan… Tüm bunları illa ki, sanki onlarsız olmazmış; güne başlanmaz, gün devam etmez ve bitmezmiş gibi adeta tutkun bir şekilde bakıp duruyor olmaktan, oksijensiz ve fakat son derece havalı döşenmiş ofise girdiğimde zoraki samimiyetsiz gülüşlerden, klimanın, telefonların, insanların, klavyelerin uğultusundan, kırk beş kiloya inmek için tavşanlar gibi marul yiyerek günü bitiren ofis kızımızın asla gerçekleştiremeyeceği Alaçatı butik otel tatili hayalini dinlemekten, topuklu ayakkabılarımdan, dar kalem eteklerimden, göğüs dekoltesi olmayan ama hayır o kadar da kapalı olsun demedik bluzlarımdan, trafikten, kopyala yapıştır dizilerden, kısacası hayatın içerisinde dolap beygiri gibi dönmekten usanmıştım. U s a n m a k!
Bir yaz gecesi rüyası yaşamaya çok inanmış, elimize avcumuza sıkıştırılan yapış yapış bir kâbusla kalakalmıştık. Ortalık karamsar, ümitsiz, yaşam yorgunu, hayattan alacaklı mutsuz insanlardan geçilmiyordu. Ne olacak bu memleketin halinden, ne oldu bu memlekete düzeyine öylesine hızlı bir iniş yapmıştık ki deniz yerine koca bir çöle doğru koşan caretta caretta yavruları gibiydik. Gelecek olan güzel günler orada bir yerlerdeydi lakin görüş açımız sıfır, omuzlarımızdan sırtımıza inen yükler pek ağır, kamburumuz bizden hayli büyüktü. Oysa hayat değerli bir armağandı, yeniden başlamak şarttı. Ve yeniden başlamak için yüklerden kurtulmak gerekti ama daha da acınası şey bir kedim bile olmamasıydı.
Çocukken yazları halama giderdim. Sabahın erken saatlerinde omzuna astığı, içi tıka basa yiyecek ve ekmekle dolu çantasını alıp köpeğiyle beraber yürüyüşe çıkardı, ben de eşlik ederdim. Yolda karşımıza çıkan kedileri, köpekleri, kuşları beslerdik. Eve yaklaştığımızda çanta neredeyse boşalmış olurdu. “Oh,” derdi dingin huzurlu insan sesiyle “çantamız da yüreğimiz de hafifledi minişim, ne güzel değil mi?”
Onu anımsayıp yüreğimi, heybemi nasıl hafifletmem gerektiğini düşündüğüm, bireysel kaçış planları yapmaya başladığım zamanların başıydı. Genç, modern, havalı, ne yaptığını bilen, kendinden emin, başarılı, şahane bir kent kadınının yaptığı, yapacağı gibi iş çıkışı kendimi alışveriş merkezlerinin en popülerine atmıştım. Yürüyen merdivende ilerlerken Leyla Gencer yorumu ile Casta Diva çınlıyordu kulaklarımda, sadece benimkilerde; her nedense…
Mağazalara girdim çıktım, birkaç paçavraya bir avuç para ödedim; eşek gibi çalışıyorum elbette alırım, diyerek iç sesimi susturdum. Bundan daha ucuz bir terapi yöntemi mi var, diye kendi kendime sordum, kendim sustum. Kadınlar tuvaletine yöneldim.
Kapıyı açmamla birlikte karşı duvarın önünde birinin hızla ayağa kalktığını daha doğrusu ayağa kalkmaya çalışıp kalkamayıp dizlerinin üzerine kapandığını gördüm. Elbette ki buraya girerken böyle bir manzara ile karşılaşmayı beklemiyordum. O nedenle olacak ki şöyle bir durdum ama sanki hiçbir şey görmemişim veya o her kimse böyle bir şey yaşamamış gibi yapmaya karar verip ilk tuvalet kabinine girdim. Eteğimi yukarıya, külotumu aşağıya çekip sifonu bastım ki çişimin sesini kimse duymasın. Bunu nerede öğrendiğimi veya neden öğrendiğimi kısacık bir an düşündüm ve her seferinde sifon suyundan hızlı işeyebildiğim için kendimi takdir etim. İşim bitince dışarıya çıkıp çıkmama konusunda biraz düşündüm. Yeterince su sesi ile iştigal ettiğimden dışarıda olan kişinin gidip gitmediği hakkında fikrim yoktu ama özelde kendimin, tüzelde memleketin, genelde tüm dünyanın akışına dair usanmışlık, ümitsizlik, tahammül edememe nedeniyle bıkkınlığa son ver! Eyleme geç! kararımın ilk günleriydi. Kapıyı açıp dışarıya çıktım hızlıca kafamı çevirdim. Oradaydı, göz göze geldik. Gidebilirdim. Gitmedim.
“İyi misiniz? Yardımcı olabileceğim bir şey var mı,” diyerek birkaç adım attım ve küçük bir çığlık ile beraber hızlıca yanına gidip yere çöktüm. “Ne oldu, ne oldu?” Yüksek sayılabilecek topukları olan pabuçlarını yüzüme doğru uzatıp “Girmiyorlar” dedi. Ağlamaya başladı. Ten rengi ince çoraplarının içinde bir teknedeki mülteciler gibi duruyordu parmakları; alabildiğine bitişik, kıvrık ve kanlı.
“Bunu,…” yutkunup, “giyemezsiniz, mümkün değil.”
“Mesaimin bitmesine daha dört saat var, giymek zorundayım.”
“İzin falan alsanız, böyle çalışamazsınız.”
“Olmaz, mümkün değil.”
“Ne demek olmazmış canım, bal gibi de olur.”
“Yok, istemem… Hallederim ben. Teşekkür ederim ilginize.”
Belli ki ilgimden utanmış veya sıkılmıştı. Üsteledim.
“Canım ne demek olmaz? İş güvenliği, sağlığı diye bir şey var. Sizi bu şekilde çalışmaya kimse zorlayamaz. En olmadı…”
“Şaka mısın sen be kadın?”
Şerife ile tanışmamız böyle oldu işte. Parmaklarını, topuklarını itiştirip tıkıştırmak suretiyle kendi pabuçlarına sokuşturmayı beceremeyince benim pabuçlarımı verdim. İriliğinden sürekli şikâyet ettiğim kırk numara ayaklarıma teşekkür ettim. Sonra gidip kendime bir kahve alıp onu beklemeye karar verdim ve çıplak ayaklarımla alışveriş merkezinde kimsenin dikkatini çekmemiş olduğuma şaşırdım. İnsanların gözlerini telefon ekranlarından alamayışını ilk kez fark ettim. Sevindim.
Mesai bitimi kapanış saatine denk geldiği için Şerife bir kahve bile içemedi ama beni kırmayarak kendisini eve bırakmama izin verdi. On beş yaşından beri çalışıyordu. Boşanmıştı. Bir oğlu vardı, henüz küçüktü. Kocası asgari ücret almadığı halde mahkemede öyle gösterdiği için kuşyemi kadar bir nafaka ödüyor, oğlanı da keyfi gelirse arada bir alıyordu. Annesi ve babası ile yaşıyordu. Şükür. Yoksa nasıl kreşe para yetiştirirdi? Anne ve babasıyla yaşıyordu. Ne yazık ki! İzin gününde iki saatliğine bile olsa arkadaşıyla bir kahve içmeye bile çıkamıyordu. Günde on saat ayakta duruyordu. Bu ayakkabıları giymek zorundaydı. Kural buydu. Tüm kızlar onunla aynı durumdaydı. Yatmadan önce tuzlu, buzlu suya ayaklarını sokmasa, annesi ayaklarını ovup kantaron yağıyla pansuman yapmasa sızıdan uyuması mümkün değildi. Oturmaları yasak değildi sözde… Kısa bir yemek molası, iki çay molası o kadar. İşte gelmiştik. Şurasıydı. Vakit geç olmasa veya kendi evi olsa içeriye buyur ederdi.
Şerife ile o günden sonra sık sık karşılaştık. Daha doğrusu çalıştığı mağazaya haftada en az iki kez gidiyor bir şeyler alıyor, orada çalışanlara patron veya şef olduğunu tahmin ettiğim adamın duyacağı şekilde iltifatlar ediyor, teşekkürlerimi sunuyordum.
“Hanımefendi sizden şikâyetçi,” dedi sakallı olan, “Darp etmişsin,” diye ekledi kadın. Yahu siz bu sorgulama havalarını ucuz polisiye dizilerinden falan mı öğreniyorsunuz, diye sormadım elbette ama hani önlerinde kâğıt bardakta kahve olsa tam olacaktı.
“Darp falan yok, kamera kayıtlarından bakabilirsiniz.”
“Yüzünde darp izi var,” dedi kadın; serinkanlı bir dedektif gibi.
“Bluzu çekiştirirken alarm zımbırtısı çarptı yüzüne o sebep olmuştur.”
“Ve buna gülmüşsünüz, sizce bu gülünecek bir şey mi?”
Omuzlarımı silktim, “Yani…Komikti bence.”
Komikti çünkü.
Küçük dağları ben yarattım, burnum şuraya düşse yere eğilip almam gider yenisini alırım, sümüğüm bile olamazsınız, siz, hepiniz, hepinize diyorum diyerek yarım saattir ortada dolanan kadının yanağına çarpan minicik alarm zımbırtısı ile tepinerek ağlamaya başlaması komikti.
Şerife ile almayı düşündüğüm şala bakıyorduk. Onu manken gibi kullanıyordum. Koltuğa oturtmuş boynuna yumuşacık şalları sırayla bağlıyor birkaç adım uzağa gidip uzun uzun bakıyor, bir türlü karar veremiyordum.
Kadının içeri girdiğini fark etmiştim. Birkaç kez daha karşılamıştık. Kızlara karşı emir kipiyle kurduğu cümleler olsun, havaya saçtığı gerginlik olsun, bağıra çağıra yaptığı manasız telefon konuşmaları olsun gayet sinir bozucuydu. Yanlış anlaşılmasın ben öyle şiddet yanlısı bir kadın değilimdir asla da olmadım, sokakta falan sadece içimden küfür ederim. Ama o gün önce topuklarına kadar uzanan tilki kürkünü görünce içimde bir şeyler kıpırdadı, hani sanki bir ışık süzüldü. Ardından şefi, Şerife’ye seslendi ki o sırada benimle ilgileniyordu. “Ama,” dedim “bizim işimiz var.” Şef adam, “Şallar Şerife Hanımın bölümü değil ben size yardımcı olurum.” Ağzımı burnumu yamultsam da kızın gitmesine engel olamadım. Kısacık bir an bakışıp gülümsedik.
Olay hızlı gelişti. Kadın, her zamanki gibiydi. Şef adam, yanıma kızlardan birisini yolladı. Şerife’yi dinlendiremedim bari bu yavrucak biraz otursun diye düşünüp şalları boynuna dolamaya başladım. Kızcağız kadını anlatmaya başladı: Çok zenginlermiş. Hunharca alışveriş edermiş. Magazin basınından tanımıyor muşum? En son Umreye gitmişler karı koca fotoğrafları gazetelerde çıkmış.
“Bana bak,” dedi kadın tiz bir sesle “anlama kıtlığın mı var senin?” Elimde şallar, topuklarımın üzerinde döndüm. “Bunun, dedi, elindeki bluzu Şerife’nin burnuna doğru uzattı, “başka bedeni yok, ne demek, bulacaksın işin bu!” Şerife’nin eli ayağı boşalmış gibiydi; titriyordu. Körebe oynar gibi şuursuz bir şekilde elinin uzandığı bluzları toplayıp toplayıp kadının önüne getiriyor, kadın, “Ay ne beceriksizsin sen,” diye söyleniyordu ki kafasına atıverdi hepsini. Böyle gökten bluz yağdı Şerife’nin üzerine; allı pullu, desenli, çiçekli, düz, dar, bol… Sözlüye kalkmış da hiçbir şey bilememiş gibi başını önüne eğip, sağa sola saçılanları toplamaya girişti bizim kız.
Sonra ben nasıl oraya gittim, kızın elinden nasıl aldım onları hiç hatırlamıyorum. “Bluz almak istiyorsanız önce insan gibi davranmayı öğrenin,” dedim. Kadın bir irkildi. Şöyle bir süzdü beni. “Sen kim oluyorsun yahu,” dedi. “Sen değil siz. Tanımadığınız veya samimi olmadığınız insanlarla senli benli konuşamazsınız.” “Ay,” dedi “kenar mahalle dilberi senden mi öğrenicem kiminle nasıl konuşacağımı?” Bakın sincap örneğini bu ara vermiş olabilirim. Ondan sonrası karanlık çünkü… Aramızda birkaç laf dalaşı daha oldu mu bilemiyorum ama bir bluzu nedense çekiştirmeye başladık. Bir ben asıldım, bir o. Bir ben daha çok asıldım bir o. Sonra hınzırca bırakıverdim. Geriye doğru gitti, sallandı, yıkılmadı ama alarm zımbırtısı çat diye yanağına çarptı. Canı acımış olabilir, bilemem. Sonra da ağlamaya başladı.
Sakallıya ve kadına da anlattım bunları. Sonra kadın olan, tırnaklarını masanın üzerinde tıklatarak, “Bizim varmak istediğimiz bir başka konu daha var. Hani şu…büyük alışveriş boykotu başlatıldı sosyal medyada.”
“Evet, biliyorum.”
“Bildiğinizi biliyoruz, destek olan paylaşımlarda bulunmuşsunuz.”
“Yani…?”
Yani buradan nereye varmaya çalışıyorlardı ki, kadının alışveriş yapmasını engellemek suretiyle ekonomik krizi başlat düğmesine basıp, devletin bölünmez bütünlüğü bozmaya çalışmak?
“Yanisi manisi yok hanımefendi o protesto fikrini ortaya atanlar, yayanlar, bizzat destek olanlar vatan hainidir,” dedi sakallı avcunun içiyle de şak diye masaya vurup, oturduğu yerde pantolonunu çekiştirdi.
“Yok artık,” dedim. “Hani şaşırdığımıza şaşırdığımız bir dönemden geçiyoruz ama pes! O boykot artan vergilere tepki için yapılıyor. Zaten belimiz öyle bir büküldü ki boykot falan olmasa da kimsenin bir şey alabilecek durumu yok. Siz evinize, kendinize, çocuğunuza özel bir şey alabiliyor musunuz?”
“Kes kes kes…”dedi kadın olan, gayet hiddetlenmişti. “Büyük resmi görmüyorsunuz, dış mihraklardan haberdar değilsiniz, maşa olarak kullanılıyorsunuz, piyon olmayın hanımefendi olmayın, biraz da şu memleketin hayrını düşünün.”
“Birileri ülkeyi çökertmek için düğmeye bastı, “diyerek sözü aldı sakallı.
Aklımdan geçenin bu kadar hızlı gerçekleştiği az anlardan birini yaşıyordum. Şu düğmeler kaç tane acaba diye düşündüm ama sanırım yüksek sesle.
“Keyif alıyorsunuz değil mi,” dedi sakallı yere tükürdü ve yüzüme gayet tiksindirici bir şeymişim gibi baktı.
Ah bayılacaktım, sakin kalmaya gayret ederek, “Bakın o konunun bu konuyla hiç ilgisi yok. Kadının tavrı beni öfkelendirdi. Kim olursa olsun o pespaye edaya haddini bildirirdi.”
“Tamam,” dedi kadın, “Anlaşıldı. Bundan sonrasını mahkemeye anlatırsınız.”
“Hayda,” dedim ve hatta “haydaaa…”
Son olarak ivedilikle belirtmem gerekir ki olay New York’da geçiyor.
Ayşe Başak Kaban kimdir:
Bergama doğumlu. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi mezuniyetinin ardından bir süre gazetecilik yaptı. İzmir çıkışlı Kent Yaşam internet sitesinde kente, insana, doğaya dair yazıları, Varlık, Amargi, Roman Kahramanları, Öykü Gazetesi başta olmak üzere çeşitli dergilerde öykü, inceleme ve denemeleri yayımlandı. 2012 yılında Ayizi Kitap’tan “Ben, Kendim ve Bergen” isimli öykü kitabı yayımlandı. Bu kitabı “Kırık Kalp Sendromu” adlı romanı ile “Ne Malum?” isimli öykü kitabı izledi. Evli, çok kedili, tek köpekli, iki kız kardeşlidir.
edebiyathaber.net (22 Kasım 2018)