“Bulutlar neden kapkara babaanne?” dedi Nehir, “Belki ağlamak istiyorlardır,” dedim. “Ama bulutlar ağlamaz ki, onlar insan mı?” diye sordu Deniz. Pencereden dışarı bakıyorlardı. Usulca yanlarına gittim, bu mevsimde beklenmedik şekilde bulutların karanlığı boğazın üzerine vurmuştu. İrkildim. “Hadi çocuklar odanıza gidelim,” dedim. Salondan geçerken Deniz, “Takvim yere düşmüş,” dedi. Mustafa Bey’in duvardan hiç eksik etmediği saatli maarif takvimini yerine asarken, “Yine Eylül gelmiş,” dedim. İçim bir tuhaf oldu. “Bu kara bulutlar hep eylülde mi tepemize çöker? Boğaz hep Eylül’de mi karanlığa gömülür?” Çocuklar odalarında oyuna dalınca salon penceresinin önündeki koltuğa oturup etrafı seyre daldım.
Alp daha çok küçükken geldik buralara. Tarabya o zamanlar Anadolu göçünden nasibini almış, her köşesinde birer ikişer katlı gecekondu evi ile yeni bir yerleşim alanına dönüşmüştü. Kentin yeni sakinleri, gecekondularının önünde birkaç meyve ağacı, küçük bir bahçe ile köylerini adeta doğası ve gelenekleri ile şehre taşımışlar ve şehri bir ressam gibi kendi renklerine boyamışlardı. Komşuluk ilişkileri de vardı. Şimdi öyle mi? Şuracıkta ölsem kimsenin ruhu duymaz.
Çok başarılı bir çocuktu benim oğlum. Babası inşaat mühendisi olmasını istedi. O avukat. “Yapma Mustafa, bak ben de avukat olmak istemiştim. Babam öğretmen okulunu bitirir bitirmez seninle evlendirdi, hep içimde bir ukde kaldı. Hayat onun hayatı, bırak ne isterse onu yapsın,” dedim. Demez olaydım. O yıl memlekette siyasi olaylar iyice tırmandı. Her şey ikiye bölündü, semtler, aileler… Tarabya o zamanlar küçük bir sahil kasabası görünümündeydi. Deniz kenarındaki meşhur Tarabya Oteli’nin olduğu bölgede sağcılar, Anadolu göçünden sonra oluşan sırt bölgesinde ise solcular oturuyordu. Bizim ev iki karşıt görüşün tam ortasındaydı. Alp her sabah yürüyerek sahile iner, otobüse binip Beyazıt’a giderdi. Akşamları yüreğim ağzımda yolunu gözlerdim. Yaz tatili olunca sevindim. O yaz Alp babasının yanında çalıştı. Yaz sonunda bir akşam eve geldiğinde “İnşaatlardaki işçilerin sigortasını ödemiyorsun, onları sömürüyorsun,” dedi babasına. Mustafa Bey önce sakince dinledi sonra öfkeyle “Anarşist mi oldun sen? Ben o parayı ödersem seni nasıl okutacağım? Hukuk fakültesi yaptı seni böyle. Hanım hep senin suçun, inşaat mühendisi olaydı, böyle mi olurdu. Ne öğretiyorlar oğlum size orda? Amelenin sigortasından sana ne? Ben senin ihtiyaçlarını karşılamak için it gibi çalışayım, sen bana hesap sor,” diyerek Alp’in üzerine yürüdü. Bu kavga yenilerinin başlangıcı oldu. Ama aradan çok geçmeden bir eylül sabahı evin etrafını jandarmalar sardı, ikisini de alıp götürdüler. Askerler yönetime el koymuşlar. Mustafa Bey’i çok geçmeden salıverdiler. Ama Alp gelemedi. Kahrolmuştum. Mustafa Bey de üzülüyor, belli etmiyordu. Arada bir birileriyle görüşüp haber almaya çalışıyor, daraldığında, “Senin yüzünden anarşist oldu bu çocuk,” diye söyleniyordu. Bir akşam otururken Alp çıkageldi. Çok sevindim ama hiç iyi görünmüyordu. Sanki gencecik çocuk altı ayda kocaman adam olmuştu. İlk günlerde odasından hiç çıkmadı, konuşmadı. Geceleri bağırarak uyanıyor, ağlıyordu. Mustafa Bey bir akşam odasına gitti. “Artık benim yanımda çalışacaksın, eski arkadaşlarınla görüşmeyeceksin,” dedi. Alp, “Sen ve senin gibiler yüzünden, neler yaşandım biliyor musun?” diye cevap verirken yere yığıldı. Hemen hastaneye götürdük. Sabaha kadar hastanede tuttular. Sabah Mustafa Bey çıkış işlemlerini yaparken odada uyuya kalmışım. Uyandığımda Alp ortalarda yoktu. Hiçbir yerde bulamadık onu. Yıllarca haber alamadık. O günden sonra Mustafa Bey, içine kapanmış günden güne erimişti. Ben umudumu hiç yitirmedim. Tam dört yıl olmuştu ki Mustafa Bey’in kalbi bu acıya daha fazla dayanamadı. Babasının ölümünü gazeteden öğrenmiş Alp, geldi. Evlenmiş. İki küçük kız çocuğu olmuş. Cenazede sakin görünüyordu, ama evde bir ara kendinden geçti. Karısı Elif ilaçlarını verdi. “Hasta mı Alp, ne oldu?” diye sordum. “Epilepsi,” dedi. “Hiç söz etmedi ama geçmişte yaşadığı kavgalarda aldığı kafa darbeleri bu hastalığa neden olmuş,” İçim yandı. Oğlumla iki yabancı gibiydik. Aramıza sadece yıllar değil, bir de hastalık girmişti. Aradaki mesafeyi hiç kapatamam sandım. Ama düşündüğüm gibi olmadı. Bu görüşmeden sonra bırakmadı beni. Sık sık geldi. Hastalığı hakkında bilgi edindikçe uyuyamaz olmuştum. Özellikle araba kullanması beni çok korkutuyordu. Korktuğum gibi de oldu. Bir Eylül sabahı karısıyla işe giderken direksiyonda epilepsi nöbeti geçirmiş.
Düşünüyorum da Alp’siz ikinci Eylül olmuş. Şimdi yıkıntıların altında eziliyor gibiyim. Oğlumdan yadigâr iki küçük kız çocuğu boğazımı sıkan Azrail’in kemikli parmaklarını gevşetiyor.
Hülya Öztürk kimdir:
1971 doğumludur. Atatürk Üniversitesi Almanca bölümünü bitirmiş, yazı çalışmalarına Almanya’da tiyatro oyunları ile başlamıştır. Halen Boğaziçi Üniversitesinde düzenlenen yazı atölyelerine devam etmektedir.
edebiyathaber.net (2 Ekim 2018)