Eyyam-ı Bahur sıcakları bu haftadan itibaren yurdumuza girmiş bulunmaktadır. Çocukların, yaşlıların, hamilelerin ve engelli vatandaşlarımızın dışarıya çıkmaması uyarısı tüm haberlerde karşısına çıkıyordu. Eskiden Eyyam-ı Bahur diye bir kelime mi vardı kavurucu sıcaklar geldi der geçerlerdi. Yazın hayat çocukların parklarda oynaması, yaşlıların balkon komşulukları, hamilelerin büyüyen karınlarına çiçek desenli bol elbiseler giymeleriyle devam ederdi.
Yaz kış serin olan, bu özelliği ile kendi ruhunu da hep soğuk tutan evinden çıkmak istemedi. Hem çıksa ne yapacaktı ki çocuk değildi parkta salıncaklara, kaydıraklara binsin. Tam yaşlı sayılmazdı ki kimsenin kimseyle görüşmediği zamanlarda bir komşusunun kapısını çalıp balkon sefası yapsın. Evli değildi, sevgilisi yoktu. Değil karnında kalbinde bile bir umut taşıyamıyordu.
Tek başına yaşadığı, eve göz gezdirdi. Duvarların şampanya rengi köşelerde grileşmeye kirlenmeye başlamıştı. Boya yaptırmam lazım diye düşündü. Bembeyaz birkaç kat boya sürülse sanki eve başka diyarların yaz ruhunu getirebilecekmiş gibi hissine kapıldı. Bir internet röportajında arkasına özenle düzenlenmiş kitaplarını almış, sağından Boğaz manzarası görünen aydınlık bir odadan fotoğraf veren İstanbul’un özel üniversitelerinden birinin kemik gözlüklü, özenle kesilmiş imaj sakallı hocası: Her şey sınıfsaldır, konforlu bir evde oturmak, yurtdışına tatile çıkmak diye birçok maddeyi insanlar arasındaki uçurumları göstermek üzere sıralamıştı. Kendisi de evi boyatsa, yapı marketlerden, şehrin en uzak otobanlarının yanına dizilmiş outlet mobilyacılardan hasır lambalar, beyaz mobilyalar alsa, limonata yapıp instagrama fotoğraf koysa da o beyazlıklar içindeki egzotik adalar gibi olmayacaktı. İçini bir umutsuzluk kapladı. Çocukluğunu hatırlamaya çalıştı. Evin yanındaki parkta üç ay kan ter içinde oynarken, çeşmeden su içip simit yerken mutluydu. Oyun dönüşü apartmanın eski, soğuk mermerlerine dokunurken mutluydu. Eve girdiğinde annesinin gününden kalma börekler karnını doyururdu. Annesi dünyanın en güzel kadınıydı. Nivea mavi krem ile karışmış, White Linen kokusu, eşi geldiğinde güzel olma arzusuyla sürülen o kırmızı ruj hep mutluluktu. Kendisi ne krem ne ruj sürerdi. Evdeki hali ıssız adaya düşmüş bir vahşi gibiydi. Parfüm ise dışarısı içindi. O sakallı hocanın dediği hangi sınıfa ait olduğunu artık kestiremiyordu.
Her şeyin ve herkesin güzel olduğu o zamanlara özlem duyarak yaşlanmaya mı başlamıştı? Annesinin günündeki kadınların en büyük korkusu yaşlanmaktı. Kremler, kuaförde geçirilen saatler ve Aerobik denilen o mucize şeyle genç kalabilme çabasındaydılar. Spor böyle böyle orta sınıfın da hayatına girmeye başlamıştı. Oturunca katlanan, gözüne şişkin görünen göbeğini elledi. Et bebek gibi olmuşum, oyuncakçılardaki tombul butlu bebeklerden diye düşündü. Açık pencereden salınan tülün getirdiği sıcak hava kadını daha da bunalttı. Evde duramayacaktı. Yatak odasına yöneldi, bir ay önce yine sıcaklar başladığında annesinin doğum günü hediyesi olarak aldığı mavi uzun, karpuz kollu elbisesi giydi, odasında ayna yoktu. Banyoya gitti, lavabonun üstündeki su lekeli aynada uzun sarı saçlarını taradı. Mavi elbise sarı saçlarıyla çok güzel uyum sağlamıştı. Annesi aklına geldi, “bende güzel mi oldum şimdi annemin seçtiği elbiseyle?” diye aynadaki aksine sordu. Bir masalda olsa evet kraliçem diye ayna cevap verirdi, ama banyonun aynası suskun, yorgun ve lekeliydi.
Çantasına güneş gözlüğü, küçük bir kolonya, mendil ve cüzdanını yerleştirdi. Ev anahtarını da kilitten çekip, kapıyı çekip çıktı. Son sevgilisi onun bu kapıyı çekip çıkışlarından rahatsız olurdu. Giriş katındasın ülke çok değişti, kilitle şunu diye başında beklerdi. Artık başını bekleyen biri de yoktu. Kestane ağaçlarının sıcaktan kurumuş yapraklarını döktükleri sokaktan aşağı indi. Eyyam-ı Bahur sıcakları şehri vurmuş, her zaman dolu olan otobüs durağında da bekleyen yoktu. Güneşin alnında otobüsün gelmesini bekledi. Hayat bu sıcaklarda Godot’u Beklemek gibiydi.
Kızılay’ın göbeğinde otobüsten indi. Şehrin merkezinde hayat sıcağa rağmen devam ediyor, insanlar arı kovanı gibi oradan oraya koşuşturuyorlardı. Biraz serinlik bulma umuduyla mağazalara girdi. Küçücük bluzlar, kendisinin nasıl giyeceğini bilemediği renk renk etekler gözüne çarptı. Genç kadınlar kıyafetleri deniyor, telefonla konuşuyor, hatta videolar çekiyorlardı. Ne gençliğinde ne şu anında bu kadar özgüvenli, rahat olamamıştı. Yanına gelip yardımcı olabilir miyim diyen tezgahtar kızdan sadece bakıyordum diyerek kaçtı. Mağazaların serinliğine rağmen gözlemleri, hissettikleri onu bunaltmıştı. Dışarı çıktı. Gölgede bir bank bulup oturdu. İnsanları seyretmeye koyuldu.
O sırada gençten esmer, kavruk yapılı, üzerinden buram buram hacı yağı gibi doldurma parfüm kokusu gelen biri: Fal baktırıyoruz abla, kahve-tarot, geleceğini önüne seriyoruz diye bir kartı ona uzattı.
İçinde bir umut peydahlandı. Olmayan aşk hayatı, olmayan kariyeri belki kehanette gizliydi. Uzun zamandır aile, eş dost muhabbetleri, onların dertlerinden başka bir şey dinlememişti. Ülke desen her gün aynı senaryonun tekrarı olaylardı. Kendi kendine heyecanlandı. Kavruk delikanlının verdiği kartı aldı. Üzerinde Mucize Kafe, geleceğinizin mucizelerini bizden öğrenin yazıyordu.
Kafenin yeri oturduğu bankın hemen karşısındaki İşhanı’nın dördüncü katıydı. Küf-nem, sigara kokan binaya girip, sallantılı eski asansörle Mucize fal kafeye çıktı. Karanlık bir kafe kırmızı-mor masa örtüleri. Masalarda bekleyen umutsuz, yılgın kadınları gördü. Mucize bu muydu? Kadınlarımızı bezdirdik, yaşama küstürdük, mutfak masrafından, küçük maaşlarından sakladıkları ile karanlık kafelerde umut aramak mıydı?
Bir masaya oturdu. Bekleyen kadınlar kadar bezgin ama hayat çok da umurumda değil tarzında saçının yarısını traş ettirmiş, dövmeli bir kız siparişini aldı: Fal için sade kahve.
Kafenin duvara eğri asılmış televizyonunda İskandinav ülkelerinden birinde insanların yaz tatili gösteriliyordu. Genç, sağlıklı, sarışın, vücudu dinç insanlar bir nehirde yüzüyorlar, kanoya biniyorlardı. Program sunucusu Eyyam—Bahur sıcaklarının dünyanın her köşesini vurduğunu İskandinavların yazı çok iyi değerlendirdiğini söylüyordu. Bizde çok iyi değerlendiriyoruz gel bir de halkımı çek burada diye dişini sıktı. Her şey sınıfsaldan, coğrafya kederdir’e evrilen bir gün oluyordu.
Kaynar kahveyi yüzünü buruşturarak içti, yanında getirilen musluk suyuyla dolduruluş bardağa dokunmadı. Vakit geçsin diye telefonundan sosyal medyaya baktı. Denize girenler, tekneye binenler bir tarafta. Şehirde kalıp işimizdeyiz gücümüzdeyiz diye bilgisayar, plaza kahvesi paylaşanlar bir taraftaydı. Spor salonundan vücut sergileyenlere karşı ne kitapsız ne kedisizci entellik sergileyenler vardı.
Üzerindeki bıkkınlığı atmak için gündüzleri spor salonuna gidip, akşamları kitap okusa, yalnızlığı için de bir kedi mi sahiplenseydi? Dijital çağın sosyal medyası Demokles’in kılıcı gibi bunları yapacaksın diye ensesindeydi. Oysa kendisi çocukluğundan beri kitap okurdu, arkadaşı olmaz, kitapları hep başucunda olurdu. Sporu yeri geldiğinde yapmış yeri geldiğinde ara vermişti. En sevdiği şeylerden insanı soğutan bir canavar mıydı dijitalleşme?
Cep telefonunun, internetin olmadığı o eski günlere özlem duydu. Gözleri nemlendi. Ağlamanın sırası mıydı şimdi? Garson kız tam zamanında yanına geldi Hayal Hanım sizi bekliyor dedi. Kafenin arkasında, dipte kalmış bir masaya yürüdüler. Kızıl kabarık saçlı, şişmanca, parmakları yüzüklü güler yüzlü bir kadın onu bekliyordu.
Hoş geldiniz ben Hayal diye kendini tanıttı, masada mumlar, tarot desteleri, doğal taşlar yerleştirilmişti. Kadın tedirginlikle çantasını sımsıkı kucağında tutarak oturdu. Uzaktan bakan çantada kıymetli bir şey var sanırdı. Yılların falcı Hayal ablası kadına baktığında ürkek bir kuş gibi diye düşündü. Konuşmayı kolaylaştırmak için elbiseniz çok güzel, maşallah gençlere de pek yakışıyor bu elbiseler dedi.
Kadın bir anda kendinden beklenmeyecek bir ataklıkla ben genç değilim, kırk beş yaşındayım yine de teşekkür ederim dedi.
Falcı Hayal şaşırmıştı, kendisi de kırk beş yaşındaydı karşısındaki olsa olsa yirmi altı bilemedin otuz olabilirdi. Pürüzsüz cildi, kocaman mavi gözleri, dipleri beyazlamamış kumral saçları, oje değmemiş küçük elleriyle bu kadın nasıl kırk beş olabilirdi? Estetik de yoktu, artık Hayal bu konunun uzmanı olmuştu. O şişkin botokslar, protez tırnaklar, dövme kaşlardan karşısındakinde eser yoktu.
Ürkek kadına fal fiyatlarını, içeriklerini anlattı. Kadın fiyatlarla da içeriklerle de ilgilenmedi. Siz ne uygun derseniz onu bakın ben anlamam, her işi uzmanına bırakırım dedi. Başkası olsa yüksek fiyatla kısacık fal bakıp parasını almaya bakardı, ama bu kadında içini burkan bir şey vardı. En uygun fiyatı söyledi. Kadın pazarlıksız kabul etti.
Kart destesini önüne koydu, ikiye kesmesini söyledi. Kadın defalarca bu işi yapmış birinin becerisiyle rahatça desteyi kesti. Kartları seçti. Hayal kartları açtıkça belli etmeden kadının yüzünü okumaya çalışıyordu. Yıllarca insanların kartlarda gördüklerine göre verdikleri tepkiler, mimiklerle falcılığı geliştirmişti. Kadının yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Seçme işi bitince gözlerini anlat dercesine kendisine dikti.
Hayal boğazını temizledi etkili bir sesle anlatmaya başladı: Bak canım senin başından bir yüzük ayrılığı geçmiş, nişan olur, evlenme boşanma olur. Çok üzülmüşsün, bu adam seni hiç hak etmemiş. Hayatında hep kadınlardan kıskançlık görmüşsün, çekememişler, nazarları olmuş. Bolluk, bereket, aşk gelecek iken yıldızın düşük hep göze gelmişsin. Sen çok iyi bir insansın ama iyiliğinin zararını görmüşsün.
Kadın içinden gülerek dinliyordu. Ne anlatacaktı tabi, boşa kendini umutlandırmıştı. Herkese söylenen genel geçer şeyler. Umut dünyası işte bakalım umut verecek miydi?
Çalışıyor muydun canım? Özel mi kamu mu? Bak işyerinde de hep kadın kıskançlığı görmüşsün. Aslında sen çok başarılısın, tuttuğunu koparansın ama olduğun yer sana göre değilmiş. Gerçi nereye gitsen orada bu güzellikle parlarsın da.
Kadın birden duyduklarından irkildi. Güzellik mi? Nereye girse parlar mıydı? Güzeller güzeli annesinin son hali aklına geldi. Kadına güzel güzel diye diye delirtmişlerdi. Evinde inzivaya çekilmiş, dünyadan kopmuştu. Kendi şu anki durumuyla karşılaştı. Güzellik bir lanet miydi? Hastalıkla, yalnızlıklarla cezalandırılma mıydı? Gözlerini falcıya dikip: Allah çirkin şansı versin dedi.
Falcı Hayal aradığı ipucunu bulmuştu, bu kadın güzelliğinden çok çekmişti. Oradan gitmeye karar verdi. Bak Rabbim seni melek gibi yaratmış, al işte melek kartı çıktı, ama kullar kıskanmış, zararına olmuş her şey diyerek müşterisini etkilemeye çalıştı. Karşısındaki kadın oralı olmamıştı. Birkaç yuvarlak söz daha geveledi. Sağlığına da bakalım istersen diye yarım ağız sordu. Kadın olur dedi.
Kadına tekrar kartları çektirirken tırnaklarının ojesiz, hatta çok kısa belki yenmiş gibi olması dikkatini çekmişti. Bunu kullanmaya karar verdi. Bak güzelim senin bu ara sağlığın iyi değil, kötü bir şey yok, sakın korkma ama psikolojin iyi değil. Ne geçmişteki eşine ne ayrıldığın sevgiline sakın dönme. Kimseyi de alma hayatına ruh halin hiç müsait değil. Zaten insanlardan çok üzülmüşsün daha da üzülürsün. Senin iyiliğin için söylüyorum. İşte falında da apaçık çıktı, kartlar yalan söylemez dedi. Tam bu esnada Falcı Hayal’in alnında birikmiş bir ter damlası kartların üzerine düştü, yıllanmış kartların silik yazıları ıslaklıkla görünmez oldu. O ana kadar nemli gözlerle falı dinleyen kadının gözleri sulandı. Hayal Hanım görünmez oldu.
Gözlerini açtığında turkuaz rengi bir deniz önünde uzanıyordu, beyaz kumların olduğu bir kumsaldaydı. Mucize Kafe, Falcı Hayal neredeydi? Bir şezlongda olduğunu fark etti, doğrulmaya çalıştı. Kafasını kaldırdığında aklından geçen hasır lambaya benzer bir şemsiyenin altında olduğunu gördü. Etrafa göz gezdirdi, kimsecikler yoktu. Şezlongdan kalktı sıcak kumları ayağında hissederek denize doğru yürüdü. Ayak parmakları ılık bir suya değdi, ufak çakıl taşlarını parmak aralarında hissetti. Kendini denize bıraktı. Tuzlu su yorgun bedenini bir anne şefkati gibi sardı. Sırt üstü uzandı, saçlarının suda dalgalanmasını hissetti. Tepede güneş, kendisi suyun içinde Eyyam-ı Bahur bu muydu? Gözlerini kapattı.
“Bayıldı galiba, sıcak çarpmıştır? “
“Hayal yine neler söyledin de kadını bayılttın? Kolonya getirin, bileklerini ovalım.”
Kadın gözlerini bu seslere açtı, o deniz, kum hisleri kaybolmuştu. Falcı Hayal karşısında: “vah canım güzelliğine nazar değdi, hiç terlememiş bile Eyyam-ı Bahur laneti mi geldi, Al karası gibi başımıza bir de bu mu dadanacak tövbe tövbe,” diye ortalığı velveleye vermişti. Kafedeki herkes elinde cep telefonları durumu videoya çekmeye çalışıyorlardı. Hayal Hanım’ın: “Sevgili ışık enerjisi dostlarım, bakın şu anda canlı yayında Eyyam-ı Bahur lanetine gencecik, güzeller güzeli bir kızımızı az daha kurban veriyorduk. Bilinmedik enerjilerle, üç harflilerle çalışanlara gitmeyin. Bakın Hayal Ablanızın enerji çalışmalarıyla aşkta, işte her alanda tıkanıklıklarınız gidecek, bolluk, bereket sizi bulacak.” Konuşmasını duydu. Eliyle yüzünü kapattı, çantasından falın ücretini masaya fazla olarak atarcasına bıraktı.
Hayal Hanım’ın: “Şekerim gel kanalımda beraber konuşalım bu çok spiritüel bir deneyim, ama nereye?” diye seslenmesine aldırış etmeden kafeden kaçarcasına çıktı. Sokağa indiğinde fırından çıkan sıcak hava buharı gibi bir hava yüzüne çarptı. Sıkıca tutuğu çantasından mendil çıkarmaya çalıştı. Elleri titredi, gözlerinden sıcak yaşlar boşaldı. Bildiği gerçekleri, bilmediği hayallere takas etmek için küçük bir umutla oturduğu kafeden Eyyam-ı Bahur lanetinin kötü prodüksiyonlu figüranı olarak kalkmıştı.
edebiyathaber.net (19 Eylül 2023)