Dışarda yağmur yağıyordu. Soğuk ve keskin damlalar yüzüne çarptıkça, ince bir jiletle çizik atılmış hissi uyandıran cinsten. İstanbul sıradan, yağmurlu bir güne uyanmıştı yine. Güneş ışıklarıyla oynaşan gök kubbeleri, gri bir atmosferle sarmalanmış, vapurlar, tekneler, kayıklar gümüş dalgaların üzerinde yaylanarak, fırtınaya karşı direnmeye başlamışlardı. Uzun lastik çizmeli adamlar sarı yağmurluklarıyla, dalgaların arasında çırpınan teknelerden kalın halatları telaşla iskeleye atıyor, iskeleden sarkan dev lastikleri gıcırdatarak, ehlileştirilmemiş bir tay gibi şaha kalkan tekneleri, uysal iplerle kıyıya bağlamaya çalışıyorlardı. Yağmurla birlikte kaynayan dalgalar sanki kendine ait bir şeyi kıyıya kaptırmamaya çalışıyordu. İşine gücüne yetişmeye çalışan kalabalıklar, taramalı bir silahın ucundan fırlayan mermiler gibi otobüslerin, metroların, vapurların içinden caddelere fırlatılıyor, birinin fırlattığını bir öteki yutuyordu. Sanki bu şehir, geceleri kocaman nasırlı burnu ve sivri tırnaklarıyla ihtiyar bir cadıya dönüşüyor da, kursağında evirip çevirdiği bu kalabalığı, sabahın ilk ışıklarına kadar dayanamadan, irinlerle tam göbeğine öylece kusuyordu. Ayaklarınızı uzatıp elinizde kahve, seyrine doyamayacağımız canım İstanbul, koşturan insanların ayakları altında can çekişiyordu. Azıcık kendinizi zorlasanız, inci gibi uzanan boğazından, saraylarından, bahçelerinden, kulelerinden, tepelerinden incecik bir ud taksimi yükseldiğini duyabilecekken, bu şehir sıkışan trafikteki motor homurtularına, korna seslerine, insanların öfkeli ve kaba naralarına teslim olmuştu. Yani İstanbul’da her şey yolundaydı…
‘Sirkeci birden cep hatta geçiş izni istiyorum’ anonsuyla kendime geliyorum. Şampiyonluğu hedefleyen bir buz patencisi gibi kollarım iki yanımda açık, raylarımın üzerinden kayarak halkımı selamlamak için sabırsızlanıyorum. Bir ileri, bir geri gidiyorum rayların üzerinde heyecanla. Markiz kabinimde, bırakın iştahlı bir ejderhayı hevesle besler gibi kürek dolusu kömürleri boyna boca eden bir ateşçinin varlığını, bir zamanlar sefer tasındaki çorbasını bu ateşte ısıtan makinistlerden de haberi yokmuş gibi, karton bardağındaki sallama çayını yudumlayan bir vatman oturuyor. Ne buhar ayar kolu var kontrol etmesi gereken, ne de emniyet valfi. Büyük büyük babamın anlattıklarını düşünüyorum ister istemez. Küçük mavi bir ışığın bakirliğinden bilgeliğe, karmaşalardan devrimlere, işgallerden sulh ve teslimiyete uzanan arsız bir tarihi, böğründe hiç sönmeyen ateşlerle demirden bir yük gibi sırtlanmış, atalarımı. Öyle uzaklardan, öyle yalnızlıkların içinden bir evin cılız bir ışığı belirirmiş ki bazen, dünyanın bütün karanlıkları bir olmuş da amansızca saldırıyormuş gibi mücadele ediyor sanırmışsın. Bir tarafta eski bir yılbaşı kartından dökülen parlak simler gibi geçmiş zamanlar, bir tarafta başımı gökyüzüne kaldırdığımda gördüğüm elektrik telleri, Sirkeci istasyonuna onurla girişimi tamamlıyorum. Arkamda Nazım’ın usulcacık okşadığı vapurlar, etrafımda, umutla dolu tahta valizlerle önünde dikildiğimiz şehrin kapısını birlikte araladığımız insanlar… Bense sağ tarafımda Babıali yokuşu, sol tarafımda ‘Sultan Hamit Han’ın himmet ederek buyruk verdiği bu süslü ve gönül çeken tarihi Sirkeci Garı, aklımda hikâyeler, kapılarıma dayanan dev dalgalara teslim oluyorum. Mağlup ama mağrur padişahımla şark ekspresine adımlarımızı birlikte atıyor, içimize çektiğimiz deniz kokusunu ömrümüz boyunca saklayacakmışız gibi vatanımıza son bir kez bakıyoruz. ‘Gülistanım feryat ile yasında artık. Bildim ki yetim kalan cümle vatandır’ diye fısıldarken büyük babam kulağıma, ‘lütfen kapılara dayanmayınız’ anonsuyla irkilerek kendime geliyorum yine. Kimin yaya kimin araç olduğunu algılayamadığım Gülhane’ye çıkan yoldaki insan selinin içinden fasılalarla kıvrılarak yol almaya çalışıyorum. ‘Yemin ederim, Hattı Hümayun okunurken bu kadar kalabalık olmamıştır’ diyorum içimden.
Sol tarafımda Gülhane Parkı, sağ tarafımda Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin tarihi binası, sırtımda İstanbul, Alay Köşkü’nün zarif pencerelerinin ardından bizleri izleyen sultanlara el sallıyorum çaktırmadan. Tekerlerim raylarımdan ayrılıyor, sokak aralarına kadar keşfe çıkan meraklı bir turiste dönüşüyorum. Eşsiz tarihi eserlerinin arasındaki garabet binaları görmemek için gözlerimi ara ara sımsıkı kapatsam da, candan bir dost gibi koluma girerek beni taa buralara getiren tanıdık kokunun peşinden şuursuzca devam ediyorum.
Otellerin, çeşmelerin, restoranların önünden kutsal topraklara az sonra giriş yapacağım. Sağ tarafımda Yere Batan Sarnıcı’nı görmeden daha, elektrik tellerimden raylarıma kadar yayılan heyecanım, ufak ama keskin frenlerle gösteriyor kendini. Sırtımdaki herkes bir sağa, bir sola savruluyor. Ağızlarının içinden geveledikleri en içten küfürleri duyar gibiyim. İçimdeki buz patenci ruhu yine coşuyor, üçlü saltoya hazırlanıyor. İlk atasının namıyla ‘Bazilika Sarnıcı’ndan sulanarak can bulmuş saray bahçeleri gibi içim cennet çiçekleriyle doluyor. Medusa’nın saçlarından fırlamış bir yılan gibi süzülüyorum raylarımın üzerinden. Etmeydanı’nda kazan kaldırıp Atmeydanı’na yürüyen öfkeli yeniçerilerin haykırışlarına da kulak vermiyorum. Divanı hümayuna yetişmeye çalışan Kubbealtı vezirine eşlik eden bir atlı, usta bir heykeltıraşa poz verir gibi farlarımın önünde şaha kalkıyor, dikkatimi çekmek için. Hangi pencerelerden kimin yolunun gözlendiği, hangi zorluğun beyaz olup saçlara çöreklendiği, hangi mektubun, hangi gözlerde uykusuzluk olduğu ilgimi çekmiyor, yüzlerinde Orhun Abide’si gibi taşıdıkları hikâyeleri okumuyorum artık insanların. Vagonlarımda çınlayan ‘bir sonraki istasyon Sultanahmet’ anonsuyla usul usul durduruyorum kendimi.
Şimdi tekerlerim; yaşlılığın rutubetli duvarına sırtını dönmüş bir kadının, dudağının kenarından kıvrılan ince ve keskin bir ray üzerinde.
Kaldırım taşlarının arasından arsızca biten otların yerlerini bile bildiğimiz yolları düşlüyoruz. Sapmadığımız ama nerelere vardığını bildiğimiz yolları. Köşeyi döndüğünde marketin karşısı diye verdiğimiz adresleri. Daha iki adım bile atamadan verdiğimiz selamlarımızı özlüyoruz, ayaküstü sohbetlerimizi. Oysa göğsümüzün tam ortasında sımsıcak sarılmaların soğuk boşluğu, görünmez adımlarımızla yol almaya çalışıyoruz şimdi. Mağazaların camlarına bile yansımıyor suretlerimiz. Şu koca ağaçtan bile tek bir yaprak düşmüyor başımızın üzerine. Yanımızdan akıp giden duvarların üzerinde tandık bir iz, bir işaret arıyoruz. Bacaklarımız alışmadığı yollara basarken titriyor, geri kalanını taşıyamıyor sanki. Ellerimizi boşlukla kenetliyoruz. Parmaklarımızı birbirine geçiriyoruz, ömür boyu ayrılmayacaklarına söz vermiş sevgililer gibi. Yerdeki yemlere üşüşen güvercinler, bizden ürkmüyor bile. Çınarın altında gençlerle koyu bir sohbete dalmış sakallı dede, şeffaf gövdelerimizin içinden geçiriyor bakışlarını. Hayatımızın bundan sonrasını ardında saklayan kampüsün o dev kapısı, küçücük cüsselerimizi yutarak alıyor bizi içeri. Kapıdaki ayak izlerimiz şimdi arkamdaki vagonumda.
Dalgalanan perdelerin arasından taa odanın içine avuçlarıyla çiçek kokuları taşıyan hafif bir esintiyle süzülüyorum içeri. Hayatlarımızın en büyük yolculuğu için hazırlanmış valizlerimizden çıkardığımız heyecan ve umutlar, daha yeni asılmış askılara. Bir de beden ölçülerimize büyük gelmesinden korktuğumuz yalnızlığımız. Kenetlenecek bir çift göz arıyoruz kaçamak bakışlarla. Teslim olmaktan korkan yüreğimiz bir merhabaya açacak kendini biliyoruz. Karşımızdaki ranzadan kaşlarını çatıyor güven. Yabancılığın ağır postu anlattıkça düşüyor omuzlarımızdan. Vedalaşmak için ana babalarımıza nasıl sımsıkı sarıldıysak, öyle saldırıyoruz kelimelere. Heyecanla lafa giriyor, ansızın susuyoruz. Aynı hislere değdikçe cümleler, kirpiklerimizin dipleri titriyor kimseye göstermeden. Uyku diye yattığımız özlemimizin, yastıklarımıza bıraktığı üç beş damla, şimdi bir sonraki vagonumda.
Sultanahmet caminin minarelerinden süzülen sarı ışıkları kanatlarında taşıyan martıları izliyoruz beraber. Başımızın üstünde göğü kucaklıyor kestane ağaçları. Sohbetimiz takılanların bir daha kurutulamadığı bir örümcek ağı, çoğaltıyor masamızı. Ağızlardan çıkan sözcükler sabırsız kahkahalarla aniden kesiliyor, bir sonraki kahkaha tufanını coşturmak için en uygun cümleler haline geliyor. Hükümetler yıkılıp yenileri kuruluyor, Amerika filmin birinde yine dünyayı kurtarıyor, kendi fikirlerimiz dışındaki tüm fikirler lanetleniyor, sevgilisi olanlar kınanıyor, U2’nun One’ı gelmiş geçmiş en iyi şarkı ilan ediliyor, akşam gidilecek bar seçiliyor, sigaraya gelen son zam lanetleniyor, okulu o hafta da ekme planı yapılıyor, en iyi dostumuzun kız arkadaşının gıcık olduğuna karar veriliyor, rakının sarhoşluğuna methiyeler düzülüyor, biranın hamallığı çekilemiyor, haftaya ‘Guns and Roses’ konserine gidiliyor, üniversitede yine karşıt iki grup çatıştırılıyor, yazarın çıkardığı son kitaptan tiksiniliyor, bizi sevmeyen ölüyor… Sultanahmet caminin duvarının dibinde, tepeden tırnağa keyiften inşa edilmiş masamızdan çaldığım muhabbet, şimdi bir sonraki vagonumda.
Camlara vuran yağmur tanelerinin sesini dinliyoruz beraber. Elektrikli sobanın yüzlerimize vurduğu kırmızı aydınlıkla, yayıldığımız minderlerin üzerinden bakıyoruz birbirimize. Alnına düşen kıvırcık saçlarını, onu üzen ne varsa, onla birlikte geriye atıyor. En ince duvarlarımızdan geçip, en derin kuyularımızı açtık birbirimize. İçimizde kurtaramadığımız çocukluğumuz bile ağlamayı kesmiş, koşturuyor etrafta. O benimle ağaçlara tırmanıyor, ben onunla balkondan, oynayan çocukları izliyorum uzaktan. Salıncakta gülümseyen kız çocuğuna bakıyorum sanki ben çekmişim gibi o fotoğrafı. ‘Annen nasıl da özenerek örmüştü saçlarını’ diyorum. En karmaşık hislerimize tek kelime yetiyor. Tam da o filmin o sahnesinden bahsediyoruz. En sevdiğimiz şiiri mısra mısra okuyoruz ezberden. Seçilmiş kardeşliğimize methiyeler düzüyoruz. Camlarından soluk kırmızı bir ışıkla süzülen ebedi dostluk, şimdi bir sonraki vagonumda.
Sırtında çok uzaklardan getirdiği içli bir nağmeyle, saçlarımızın arasından incecik süzülüyor rüzgâr. Hüznümüzün üzerine serpilmiş onlarca teknenin baygın ışıkları, gecenin karanlığında pembe güller gibi oyuklar açmış. Elimizdeki kadehlere yansıyor ışıltıları. Önce bize takan hocaların şerefine kaldırıyoruz, sonra geçen gün tanıştığımız oğlana, uykumuzu zehir eden martı seslerine, hafta sonu yağan yağmura, sabahın ilk ışıklarıyla denize açılan motor seslerine, geçen hafta gittiğimiz sinemadaki suratsız gişeciye, en uzun soluklu öpüşmelere, kitabımızın arasından ansızın çıkan mektuba, sıkı arkadaşlığımıza, sabahları köşedeki pastaneden yayılan sıcacık poğaça kokusuna, güneşi doğurmadan teslim olmadığımız uykulara, üzerinden çocuksu bir neşeyle kaydığımız gönül bağlarına, Ömer Hayyam’a! Sandalcıların küreklerinin ucuyla denizin yüzeyine buladıkları ayın şavkı, şimdi bir sonraki vagonumda.
Cankurtaran’da balıkçıların ayaküstü pişirdiği balıklardan biraz lezzet, Çorlulu Mehmet Ali paşa medresesinde tütüne eşlik eden otlarla çekilen nargilelerden biraz kafa, halıcı dükkânının altındaki küçücük bardan biraz müzik, karşısındaki ağacın altında demlenen gençlerden biraz sarhoşluk, Beşir Ağa Çeşme’sinden biraz serinlik, sabaha karşı içilen çorbalardan biraz sıcaklık, karşı odada kalan kızlardan biraz düşmanlık, Firuz Ağa Camii’nden biraz huzur, telefon kulübelerinin yanında jeton satan yaşlı ve kör amcamızdan biraz merhamet, her gün yolun kenarında beni alkışlayarak karşılayan genç kızlardan biraz neşe, karlı bir Sultanahmet sabahında, ağacın üstünde fotoğraf çektiren kırmızı bereli kızdan biraz masumiyet, şimdi en son vagonumda.
Ve bunların hepsi yaşlılığın rutubetli duvarına sırtını dönmüş bir kadının dudağının kenarında…
Ne zaman raylarımla buluştum, ne zaman Çemberlitaş’a doğru yol almaya başladım, farkında değilim. Gittikçe uzaklaşan suretine bakıyorum dikiz aynamdan. Hala hayatta olan sevdiklerinin nefesi ciğerlerinde, öyle güzel gülümsüyorsun ki! Saçların uçuşuyor. Hiç sararmayacak bir fotoğrafmışsın gibi koynuma koyuyorum seni. Çalacağın tüm kapılara asmak istiyorum. El sallıyor sana en son vagonumdaki mavi gözlü yakışıklı amca. Vedalaşıyor.
Yolum uzun, Beyazıt, Laleli, Aksaray gideceğim daha. Ancak sana söz veriyorum! Ben de küçük küçük torunlarımın kulağına fısıldayacağım, dudağının kenarındaki gülümsemenle seni!
edebiyathaber.net (6 Ekim 2022)