34 kişilik sınıf fotoğrafının en alt sırasındayım. Soldan ikinci, soluk yüzlü çocuk. Sanki bir şeylerden utanmışım gibi suratımı ekşitmişim. Gözlerim objektifte değil, kendi sağımda bir yere bakıyorlar. Kafam fotoğrafı çeken kişiye dönük. İsyanımın boyutu kendi boyuma paralelmiş. Yalnızca benim farkına varabileceğim kadar. Bir tokat ya da 34 kişilik bir azardan korunabilecek kadar bir tepki gösterebilmişim. Fotoğraftaki birkaç kişiyi anımsayabiliyorum. Yanımda duran sarışın, tatlı kızın adı Leyla’ydı. Ben ona aşıktım o da yanında gergin gergin dikilen Vatan’a. Onların yanında sırasıyla Aybüke, Mertcan ve kim olduğunu unuttuğum birkaç çocuk dikiliyor. Bizim sıranın bitişinde de Tuba Hoca var. Tuba hoca bizi 5 yıl okutmuştu. Son seneye kadar da sevmişti. Ergenliğe denk düşen bu son yıl da erkek çocuklar ön sıralara dizilmiş, hocanın dizlerinin biraz üzerine düşen eteğinden bir beklentiye girişmişlerdi. Genç bir hocaydı. Elleriyle büyüttüğü çocukların tacizine uğradığını hissetmiş olacak ki büyük bir öfkeyle konuşmaya başlamıştı bizimle. En çok da bana tiksintiyle bakardı. Diğer çocuklardan daha çok arzu duyduğumdan değil. Ki zaten ben en önde bile oturmazdım. Arkadaşlarımdan geri kalmayacak kadar önde, Leyla’nın nefretini kazanmayacak kadar da geriye dururdum. Hocanın bana karşı nefretinin sebebi sessiz biri olmamdı. Konuşkan çocuklar kadar müsamaha görmemişimdir hiçbir zaman. Sessiz biriyseniz insanlar sizin için her şeyi kararlaştırırlar. Sonra da onları hayal kırıklığına uğratmamanızı beklerler. Siz makul bir izleyici sıfatıyla onları izlersiniz. Onlar da zevkleriniz ve nefretiniz adına konuşur dururlar. Bunlara uyduğunuz, başınızı salladığınız sürece sevgi dolu bir yaşamınız olur. Karşı çıkmanız da mümkün değildir. Çünkü siz kendinizi ifade etmeyi baştan boş vermişsinizdir. Bu yüzden anlatma aşkı üzerinizde eğreti durur. Beceremez ve elinizde kalanları da kaybedersiniz. Tuba hocaya açıklamada da bulunamazdım bu yüzden. Zaten suskunluğun getirilerini yeni yeni fark ettiğim yaşlarımdaydım. Kadınların nefretini de tanımıyordum. Yalnızca bana dikilen gözlerinin hareketsiz ve soğuk olduğunu, sesinde de küçük bir sinir gizlediğini anlıyordum. Leyla böyle bakmıyordu mesela bana. Lakin onun gözlerini de araba dergilerindeki, fotoğraflarını kesip yastığımın altına sakladığım sarışın kadınların gözlerine benzetiyordum. Donuk ve soluk. Resimlerdeki ekşi yüzlü çocuklar kadar değersiz bakışlar. Vatan’a böyle bakmazdı. Onu izlerken gözlerinin derinliklerinde iğrenç, midemi bulandıran bir girdap görürdüm. Ön sırada oturan ve hocaya sevimli, müstehcen şakalar yapan Vatan, bu derin izlemelerden etkilenmiyordu. O girdap muhatabı dışındaki beni içine çekiyordu. Leyla da beni görmezden gelirdi. Yanında oturan Aybüke onun yerine alay ederdi benimle. İnsanlara aşkımı anlatır, elinden geldiğince de hakkımda kötü sözler söylerdi. Nedenini anlamazdım. Cevapta vermezdim. Ekşi bir yüzle onları izlerdim sadece. En güzel yalanı fotoğrafların söylediğini bilmezdim o zamanlar. Yaşamımda somut olarak değiştiğini gördüğüm tek şey fotoğraflarda gülümsemeye başlamış olmam. Kendim için gülmüyorum. Yanımdaki herkesten daha önce öleceğimi bildiğim için geride kalanlardan intikam alabilmek, onları yalancı çıkarabilmek için gülümsüyorum. Kimse çıkıp; bak canım bu çocuk da hep mutsuzdu, diyemeyecek. Derse; ama nasıl olur? Hep gülümsüyormuş, cevabını alacak. Beni gösteren kişi ne kadar dil dökerse döksün karşısındakini ikna edemeyecek. Zira insanlar gördükleri kadarına inanırlar. Anlatan kişi bunu fark edince beni gerçekten anımsayacak. Acaba onun hakkında yanıldım mı? Diye düşünecek. Kısa bir anımsama ve düşünme olacak. Neyse, diyerek diğer yüzleri anlatmaya devam edecek. Kimi gösterecek acaba? Kim kalmış olacak geriye? Mertcan’ı gösterir diyeceğim ama sanmam. O günden 15 yıl sonra çocukluğu boyunca kendisini taciz eden babasını vuracak olan bir çocuğu başkalarına göstermeyi bırak, anımsamak bile istemezsiniz. Yıllar sonra Aybüke’yi görmüştüm. Mertcan’nın yüzünü çizdiğini, onu fotoğraftan çıkardığını söylemişti. Çok vicdanlı olduğu için görmeye dayanamamış. Bense onu yuvarlak içine almıştım. Çünkü en büyük acıyı o yaşamıştı. Arkamda Suat’ın durduğunu yeni fark ediyorum. O kadar görünmez, iddiasız yüz çizgileri var ki yüzyıl baksanız orada olduğunu anlamayabilirsiniz. Kalemlerinin izinsiz alınmasına deli olurdu Suat. Onları masasında göremediğinden mi, yoksa kimsenin izin almak için bile olsa ona dikkat etmemesinden dolayımı bilmiyorum. Pasif bir öfkesi vardı. Gözlerindeki sinirli ifade korkmanız için yalvaran bir taraf taşırdı. Sınıfın en başarılı öğrencisiydi. Gözünden kaçan hiçbir şey yoktu. Her şeye karşı yüksek bir dikkati vardı. Benim dostumdu. İlgimi, ilgisizliğimi anlar ve bana üzülürdü. Ben de ona üzülürdüm. Çünkü beni bu dünyada tek bir kişi görmüyordu. Onu ise hiç kimse. Yıllar sonra bir asker uğurlamasında gördüm onu. Başında kulaklarını kapatan, kırmızı bir şapka vardı. Şu Holden Caulfield’ınkine benzeyenlerden. Arkasından sessizce yaklaşıp başından çektim. O kadar kızdı ki ağzından benim hakkımda ilk kez kötü bir laf çıktı; suratsız herifin tekisin sen! Taksan da solgun durur. Şimdi fotoğraftaki solgun yüzlere bakarken hayatın insanlara yapabileceklerinin sınırı var mı diye düşünüyorum. Bütün bu yüzlerin en az bir defa mutsuzlukla sabahladıklarını bilmek beni yeniden onlara yaklaştırıyor. Bunca yıl sonra o günlerden geriye hiçbir şey kalmadığını düşünmek istiyorum. Lakin bu doğru değil. Büyük değişimlerin insanları olan bizler, küçük izlerimizi hala saklıyoruz.
edebiyathaber.net (13 Ekim 2022)