Doktorun odasından çıktığımda şaşkındım, elimde hamile olduğumu gösteren bir raporla koridorda ilk bulduğum boşluğa çöktüm. Etrafımda karnı burnunda hamileler birbirleriyle sohbet ediyor, heyecanlarını ve deneyimlerini paylaşıyorlardı. Bir hastanede mutlu olunabilecek tek yer varsa, o da burasıydı ve ben tam ortasında duruyordum ama feci şekilde midem bulanıyordu ve ağlamak üzereydim.
Telaşla çantamı karıştırdım, telefonumu aldım ama yapamadım. Sahi insan bu durumda ilk kimi arar? Raporu buruş buruş yapıp çöpe attım, kararımı vermiştim. Koridorda hızla yürümeye başladım. Açık havada derin derin nefes almalı, sonra geri dönüp bu işi sonlandırmalıydım. Uzun uzun koridorları geçiyor, merdivenleri iniyor, sonra sanki tekrar başa dönüyordum. Yürüdükçe, hastanenin uğultusunda kayboluyordum.
Bahçeye indiğimde, etraf ana-baba günüydü. Telaş, endişe, bıkkınlık, gerginlik, bağırış çağırış… Ve çocuk ağlamaları, özellikle de o çığlıklar. Tam yanımdan geçen bir tanesine öfkeyle baktım, annesinin kucağında giderken bas bas bağırıyor, annesi ise onu sıkıca tutuyordu. Pis kantin masalarından birine oturuverdim, masada devrilmiş plastik bir bardak ve yarım kalmış kupkuru bir tost duruyordu. Sıkıntıyla etrafıma bakınırken, masanın hemen altındaki kel toprakta nasıl öylesine serpildiğini anlamadığım beyaz bir gül gözüme çarptı. Etrafında kendi gibi beyaz bir kelebek uçuşuyor, ayakları güle tam dokunacakken yanıvermiş gibi telaşla havalanıyor ama gülün etrafında dönmeye devam ediyordu. Tam o sırada çürümüş çiçek kokusu kapladı her yeri. Zaman hızla geriye sararken, başım döndü ve tüm o keşmekeşte, ben tekrar en başa döndüm. Tam o ana…
***
Dıt dıt dıt dıt…
Kapı aralığında göz göze gelmiştik, boylu boyunca uzanmış, vücudu yatakla bütünleşmişti. Ondan geriye iri yeşil gözleri kalmıştı; bir de delik deşik edilmiş, yer yer morarmış kolları. Serum zamana inat ilerliyor, etraf ölüm kokuyordu. Ölümün bir kokusu olduğunu o an anlamıştım; ağır ve kekremsi. Koku dışarı sızıyor, insanın genzini tıkıyor, nefesini kesiyordu.
İçeri girmeye korktum, aniden geri dönerek “Gitmek istiyorum, eve gitmek istiyorum” diye bağırdım. Etrafım insan doluydu, biri omuzlarımdan tuttu. Bir diğeri kucakladı ama kimdi hatırlamıyorum. Kocaman göğüsleri olan bir kadın, kafamı göğsüne bastırdı. Boğuk sesiyle “Yavrum, bebeğim” diyerek saçlarımı okşuyor, beni sımsıkı sarıyordu. Kollarından kurtularak haykırdım, “Eve gitmek istiyorum, eve götürün beni!” Kapı tekrar açılıp ölüm kokusu dışarı sızarken, bir grup doktor içeri girdi.
Dıt dıt dıt dıt…
Sesi duyuyor ama içeri bakmıyordum. Daha fazla dayanamayarak, gerisin geri yürümeye başladım. Merdivenleri koşar adım indim, babam koca cüssesiyle arkamdan koşuyordu. En sonunda onun odasına girdim, ilaç ve idrar kokusuyla karışmış çürük çiçek kokusu her yere sinmişti. Başucunda hiç açılmamış dekorasyon dergileri, camın önünde ise vazoda çürümeye başlamış beyaz güller ve zambaklar vardı. Odayı saran tüm o ağır kokunun içinde oraya ait olmayan bir şey vardı; küçücük dolabın içinde öylece asılı duran, kolları Fransız danteliyle süslenmiş bir sabahlık. Dolabın aralanmış daracık kapağını itiverdim; bembeyaz dantelli sabahlık, tüm zarafetiyle karşımdaydı.
Annemin hastalığı ben üç yaşındayken ortaya çıkmıştı. Hastalık, davetsiz ve istenmeyen bir misafirin salonun en orta yerine yerleşmesi ve tüm ev halkını huzursuz etmesi gibiydi. Kesik kesik hatırladığım çocukluk anılarımın çoğunda annem hep hastaydı. Kimi zaman onunla oyun oynamak isterdim; yorgunluktan ve acıdan kaldıramadığı vücuduna anlam veremez, beni alelacele odasından çıkaran anneanneme içerlerdim. Anneme ise öfke dolardım benimle oynamadığı için… Karşısına geçip, verdiğin sözleri hiç tutmuyorsun diye sızlanırdım. O ise önce biraz üzülür, sonra güç bela kalkıp beyaz sabahlığını giyerdi. Ona küsmüş gibi yapıp, salondaki koltukta homurdanırken, çaktırmadan sabahlığının dantellerini incelerdim. Gerçekten hasta olsaydı, bu kadar süslenmezdi diye düşünürdüm.
Annemin sabahlığının o zarif dantellerine ilk defa o gün, o hastane odasında dokundum. Parmaklarım her bir detayda gezinirken, bastırmaya çalıştığım gözyaşlarım sel oldu, hıçkırıklardan nefes alamıyordum. Tam o sırada başında bone, üstünde mavi önlük ve kocaman gövdesiyle babam kapıya çöküverdi. Başını ellerinin arasına almış, yüzünü dizlerine kapatmıştı. “Bana yalan söylediniz, annemle sen!” diye bağırdım.
“Hani ölmeyecekti, hani gitmeyecekti! Yalancısınız, ikinizden de nefret ediyorum!”
Babam başını kaldırmıyor, kapının önüne sinmiş, öylece duruyordu. Dolapta asılı Fransız dantelli sabahlığı alıp, babama fırlattım. O an babamın arkasında onun silueti belirdi, sabahlığı yerden alıp koluna astı. Bonenin altına gizlediği saçları yüzünü iyice ortaya çıkarmıştı, yüzünü kaplayan tüm acıya rağmen ağlamaktan örselenmiş yeşil gözleri hâlâ parlıyordu. Babamın üzerinden atlayarak, çevik adımlarla bana doğru yürüdü. Sanki annem gözlerini gözlerime dikmişti. “Şımarıklığı kes ve hemen yukarı çık. Seni bekliyor, çabuk!” Ben kımıldamayınca, yanıma geldi ve kolumdan yakalayıp, beni kapıya doğru itekledi. Sesi mekanik, elleri buz gibiydi. Tıpkı onun gibiydi gözleri… Aynı. Annem sanki giderken, bütün güzelliğini ablama bırakmıştı.
Ablamın tepkisinden öyle korktum ki sesimi çıkaramadım. Hiç konuşmadan ben önde o arkada yoğun bakıma çıktık. Kapının önünde bekleşenler beni görünce geri çekildi. Ben, ablam ve kapı… Öylece bakıştık. Ablam sinirlenerek, o uzun bakışmayı böldü ve bana bir bone ile önlük giydirdi. Kapı açıldı, dıt dıt dıt… Usulca içeri girdim, kekremsi koku üstüme çullandı.
Ablam kulağına eğilir eğilmez, annem kafasını bana doğru çevirdi. Ağır ağır açılan yorgun gözleri beni görünce sevinçle aydınlandı. O anlık sevinç sonsuz bir hüzünle yer değiştirirken, bir damla gözyaşı süzülerek yanağından indi. Dudaklarını hareket ettirdi ama sesi çıkmadı.
Hayatımda daha zor bir an yaşamadım. Bebekliğim, çocukluğum, gençliğim, geleceğim hepsi o yatakta boylu boyunca uzanmış, ölüyordu. Yanaklarımın içini ısırıyor, gözyaşlarımı tutmaya çalışırken boğazım düğümleniyordu. Yanaklarımın içini ısırarak, gözyaşlarımı tutmayı o gün öğrendim. Ablam elimi yakaladı, anneminkinin üzerine koydu. Şimdi üçümüz de iç içeydik, bize hayat veren o beden, kendi yok olurken, bizden bir parçayı da alıp yanında götürüyordu. Başım dönüyor, midem bulanıyor, kaçmak istiyordum. Ablam hafif titrek bir sesle “Seni çok seviyoruz anneciğim” dedi. “Hep çok seveceğiz…”
Ben bu kadar güçsüzken, o nasıl da dimdikti. Ben ise yanağımın içini parçalamıştım çoktan. Annem yorgun gözlerini tekrar bana çevirdi, sanki tutamadığı sözler için af diliyordu. Anlıyordum. Tüm gücümü topladım, eğilip öptüm ve hemen geri çekildim. Kalp atışları hızlandı. Titreyen parmakları ablamın kolunda asılı kalmış sabahlığının dantellerine uzandı. İşte o an annemin yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Hemşireler hareketlendi, biri bizi dışarı çıkarırken, arkadan cılız bir ses duydum.
“5, 4, 3, 2, 1……………. Bitti.”
DITTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTT
Kendimi tekrar hastanenin o gürültülü bahçesinde buldum, yanaklarım gözyaşlarımdan ıslanmıştı. Kelebek gülün üstündeydi. Çantamdan telefonu çıkardım, kimi arayacağımı biliyordum…
“Hamileyim.”
“Harika! Teyze oluyorum, harika!” diye sevinçle bağırdı ablam.
“Dur, öyle değil! Doğmayacak bu çocuk.”
“Nasıl yani?”
“Yani…” Sesim kırgın ve ağlamaklıydı. “Yanisi şu… Annem gibi olursam… Anlıyor musun, sözlerimi tutamazsam ve onu yalnız bırakırsam?”
Telefondaki sessizliği yine ablam bozdu. “Hangi hastanedesin çabuk söyle, yanına geliyorum.”
İki saat sonra, hastanenin bahçesindeydi. Elinde bir demet beyaz gül ve zambakla bana doğru yürüyordu.
***
Bebeğim doğunca, unuttuğum çok güzel bir sabahı hatırladım. Çocukluğumun güzel anıları da vardı ve hepsi yavaş yavaş bana geri dönüyordu.
Bir Pazar sabahıydı, ablamla annemin odasına doluşmuş, aynadan onu izliyorduk. Hastalığı tekrar nüksetmişti ve tedavi görüyordu ama gerçeği bilmeseniz, peruğunu kendi saçları sanır, hasta olduğuna inanmazdınız.
“Hayata bir kere geliyor insan” dedi, bir yandan da dökülmüş saçlarının üzerine kestane renginde güzel bir peruk geçiriyordu. “Keyfini çıkarın! Ne yaşarsanız yaşayın, hep detaylara güzellik katın… Her zaman… Olur mu?” Yeşil gözleri tüm gücünü toplarcasına bana döndü, eliyle başımı okşadı. Üzerinde Fransız dantelli sabahlığı vardı. Yavaşça ayağa kalktı. Mutfağa doğru yürürken, sabahlığının etekleri kelebekler gibi uçuş uçuştu, pencereden içeri süzülen güneş sabahlığın eteklerini saydamlaştırıyordu. O sabah, tüm aile kahvaltı masasındayken, arka plandan yükselen yumuşacık bir müzik sesi tüm salonu kaplamış, davetsiz misafiri bir anlığına kaçırmıştı. Annem müziğin sesini babamın keyifsizliğine inat daha da yükseltti. Evi kızarmış ekmek kokusu kapladı, çocuk kalbim anlık bir sevinç ve huzurla doldu.
Bebeğimi kucağıma ilk kez verdiklerinde üzerimde onun Fransız dantelli sabahlığı vardı. Odam taze gül ve zambak kokusuyla doluydu. Ablam ise yeşil gözleriyle beni izliyordu… Tıpkı onun gibi.
“Sen bizi de tekrar doğurdun,” dedi. Bebeğimin küçük parmaklarını okşadı.
edebiyathaber.net (5 Aralık 2023)