Gel dedi Hülya, onca zaman sonra aramış, gitmesem olmaz. Apar topar evden çıkarken altımdaki pijamayı, muhtelif yerlerinden yaralanmış tişörtü, üzerime geçirdiğim hırkayı değiştirmekle zaman kaybetmemem gerektiğini biliyorum. Başka türlü olmaz, beni hiç aramaz. Yalnızca benim üstesinden gelebileceğim bir şey var belli ki. Belki bensiz yapamadığını anladı. İçimde kendime kızmama sebep bir sevinç, doğru yere yerleştirmeye çalıştığım bir huzursuzluk, kovmaya kıyamadığım sevda türküleri…
Ayakkabılığın üzerinden cüzdanı kapıp otoparka koştum. Anahtarı evde unuttuğumu fark edene kadar çoktan arabanın yanındaydım. Anahtarı unuttuğumu fark edene kadar çoktan evin kapısındaydım. Evin de arabanın da anahtarı evin içinde anahtarlıkta masumca beklerken, ben, son giren hırsızdan sonra taktırdığım, elli yerinden kilitlenme özelliğine sahip, üstüne bir de ücreti mukabilinde parmak izi tanımlaması yapılabilen ama pazarlığa yanaşmadıklarından soktuğumun parmağını tanıtamadığım kale kapısının önünde kalakaldım. Saat gecenin bilmem kaçı, anahtarlar yok, şehrin öbür ucuna gidilecek, çilingire mecbursun. Para vermemek için tanıtmadığı parmak, yeri geliyor böyle kendine dönüveriyor insanın. Doğalgaz saatinin üzerine yapıştırılmış çilingir numarasını çevirmeye niyetlendim niyetlenmesine de, içeriden gelen hardrock telefon melodime okkalı bir küfürle eşlik etmek zorunda kaldım.
Gecenin kör karanlığında cüzdanda üç onluk beş beşlik, geçecek bir taksinin tarifesinin aydınlığını umarak alabildiğim kadar yol alırken, beni beklediği zamanda yetişebilmek için ettiğim duaların bir kısmını, önünden geçtiğim kabristandaki ruhlara bölüştürdüm.
Onun hayatında bana ayrılan sürenin sonuna geldiğimiz vaktin üzerinden hayli zaman geçse de tanınan bu ek süreyi heba etmeye niyetim yoktu. Aksi gibi vızır vızır geçen her taksi, haftasonu yaşayanları kusmadan eve ulaştırma telaşındaydı. Onunla geçirdiğimiz son gecede biz de böyle bir taksinin içinde, arabesk şarkılar eşliğinde, arka koltukta sarmaş dolaş eve dönüyorduk. Onun evi mi, benim evim mi anımsamıyorum, hatta eve varıp varamadığımızı da bilmiyorum.
Ama Memet’i hatırlıyorum. Taksici, yani o gece bizi bir mehtaba götüren taksinin şoförü. Sonradan arkadaş olduk. O nasıl oldu onu biliyorum.
O gecenin sabahında işe giderken öldüm Allah cüzdanımı bulamadım. Tam şirketin güvenliğinden geçerken telefon çaldı, baktım tanımadığım bir numara, açmadım tabii. Dolandırıcısı var, bankası var, kombi bakım servisi var. Ne’me lâzım, basiretim bağlanır da para kaptırırım diye korkarım açmam genelde. Haftalık toplantıda çalmaya devam etti, özür diledim de yine açmadım. Öğle arasına kadar kaç kez aradı hatırlamıyorum. Ulan telefonu kapatsana. Yok, kapatmayı da düşünemiyorum işte. Sonunda bir arkadaş, engelleyebilirsin istemiyorsan, dedi de kurtuldum.
Öğle yemeğinden dönüşte bizim şirketin danışmasında oturan bıcırık kız adımı sesleyince, pek bakmadığım yüzüne baktım, güzelce bir kızdı, yanaştım. İşte bu Memet’i de tekrar orada gördüm.
“Ben Memet.” dedi, “Gece aracımda cüzdanınızı düşürmüşsünüz. Aradım aradım açmayınca, cüzdanda kartınızı buldum, affedersiniz.”
“Memet mi, Mehmet mi?” diye sordum, şaşırdı. Önce karşımdakinin gerçekten kim olduğunu bilmek istememde şaşılacak ne vardı bilmem. Bizim bıcırık da kıkırdıyordu, dikkatimden kaçmadı.
“Memet, abi.” dedi. “H’siz.”
İşte o gün arkadaş olduk Memet’le. Anası Kadir Gecesi doğurmuş Memet’i, her seferinde anlatır durur. Bizimki yıllar yılı talih yüzüne gülecek diye beklemiş, hâlâ da bekler, burnu boktan kurtulmaz. Kaza bela paratoneri Memet. Babası bi harfini unutmuş yazdırırken, “Belki de Koca Ayri kendinde olmayanın eksikliğini çekmediğindendir.” diyor anlatırken.
Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez oldu sonra. Hani kırk yıllık dost gibi, aynı karından çıkmışız da birbirimizi yeni bulmuşuz gibi. Aslında insanları pek sevmem, onlara bunu söylemem gerçi, severmiş gibi yaparım. Dur lan, şimdi düşününce sevmediğimi söylediğim çok da insan var sanırım. Neyse… Baktım bizimkini sevmeye başladım. Bir akşam aradı, telefon yine cayır cayır çalıyor, dedim kesin bir şey var, açtım “Abi,” dedi “ev sahibi evden attı.” Yalnızdı, gariban çocukluktan yetim büyümüş, benim gibi sonradan mağlup olanlardan değil o, bilmem kaç sıfır geriden başlamış. Dedim oğlum dert ettiğin şeye bak, atla gel, benim ev ikimize de yeter. O akşam ev arkadaşı da olduk bizimkiyle.
Taksilere geçiyordu peşi sıra, unutmuştum anlatırken, neyse ki yol azalmış. İki üç sokak öteden ilk sağdan girip, elli adım yokuş tırmandıktan sonra, önce sol sonra tekrar sağ.
Memet taksinin gececisiydi, hâliyle birbirimizi ancak eve girerken evden çıkarken görüyorduk. İki üç ay geçti, tam hatırlamıyorum, zamanla aram limonidir zaten, Memet’te bi hâller. Tepeden tırnağa değişti herif birden, bizim kurbağayı öpmüşler, dedim içimden. Ben kaybederken o bulmuştu belli ki. Hülya kaç zamandır telefonlarımı açmıyordu. Sanırım sessiz sedasız ayrıldık, aslında o ayrıldı. Derdim de taştı taşacak, “İşe çıkma da kuralım soframızı bu akşam.” dedim.
“Eyvallah, Demir.” dedi, dudağının kenarındaki dalgacı kuşları ben mi oraya kondurdum, hatırlamıyorum. Abiyken ne zaman Demir olduğumu anlayamadım, çok da üzerinde durmadım.
Akşamına bi büyükle, üç beş meze kapıp eve vardığımda, kutsalıma, evdeki mabedime altındaki donla yayılmış, sigara tüttürüyordu. Hiç istifini bozmayınca, iyiden huylanmaya başladım. Kızdım ama içimden, çocuk gibi küsüverirse sofra da yalan olmasın diye.
O akşam, ağzından kızın adı hariç her şeyi söktüm, zaten bir dublede dağılıverdi itoğlu. Benim ev şansını açmıştı belli, arada azıcık ben de derdimi dökeyim derken, Hülya’nın adını anmamla mezelerin üzerine midesini boşaltması bir oldu. O akşam, son akşamımız da öylece piç oldu. Sabah kalktığımda pılını pırtını toplamış, sessiz sedasız gitmişti. “Ulan Demir”, dedim, “sen demek ki üzerinde durmaya değmeyecek bir adamsın.”
Anlatırken az daha Hülya’mın evini kaçıracaktım. Annesini babasını uyandırmadan apartman kapısını açtırmanın yolu yoktu ya, ışığının yandığını görünce beşinci kata taşı ulaştırana kadar on beş taşı ıskaya çıkardım. Alt katlardan birkaç asık surat, perdeleri aralasa da allahtan hırgür çıkmadan Hülya önce camı sonra kapıyı açtı. Bir koşu beşinci kata tırmandım. Kapıda bekliyordu, elinde küçük bir kutu. Bir merhaba demeden ayakkabı kutusundan hallice bir kutuyu öylece uzatıverince bozuldum tabii.
“Bir selamı çok gördün yani Hülya. Aşkolsun be. Şu kadarcık da mı hatrımız yok.” dedim parmağımın ucuyla işaret edip
Ulan bi gülme tuttu bizimkini. Bi parmağıma bakıyor bi gülüyor. “Var, var.” dedi. “Tam da o kadarcık var.”
Ben derdimden yanarken bu hiç yakışıkalmadı ya ağzımı açmadım. “Bu ne?” dedim, kutuya doğru kaş göz yaparak.
“Bunlar bana aldığın ıvır zıvırlar.” dedi, “Artık bende durmasın.”
“Allah Allah, nedenmiş o?” dedim. Bi dakka “Ivır zıvır mı dedi o?” Yuh be, o ıvır zıvır dediklerinin taksitleri hala kredi kartımdan kesilip duruyor. Taksitler de sevdaya dâhil demiştik ya, şimdiki aşklar peşin çalışıyormuş. Uf, iç sesim de fena arabesk.
Umudum tek darbede devrilmemek için direnirken, “Sen benim için ömürlüksün Hülya. Yüreğim ellerinde zaten, bunlar kalmış kalmamış ne fark eder. Sen anılar nedir, nasıl harabeye döndürür insanı, bilir misin Hülya? Nereden bileceksin.” diyemeden burnuma bir zarf uzattı. Açtım baktım hemen. Parlak sert kâğıt, birbirine girmiş iki altın kalp, birinde M diğerinde H, az aşağıda klasik riyakâr bir davet, altta kına ve düğün tarihi, yeri.
Meğer bitmemiş her şey. Belki de bana taşınacak, ondan verdi kutuyu. Götükalkık Memet’te defoldu gitti hazır. “Vay vay. Tamam, seni evden alırım. Siyah takımı giysem olur heralde. Çeyreği de ben hallederim.” dedim bir çırpıda. Umut işte insanı dipten alıp zirveye kıç üstü salıveriyor. Ama sonra zirvenin sivri ucu bir yerlerine fena batıyor. Bu gülmeye başladı. Utanmasa kahkaha atacak. Gülmekten fırsat buldukça bölük pörçük bir şeyler anlattı. Ben gülemedim, hayatta her şeyi unuturum bilirsin de bir seni unutamam Hülya, diyemedim.
“Ulan Memet, ne ara ayarttın da düğüne bağladın olayı, Ah be Hülya bula bula benim adam ettiğim Memet’i mi buldun sen de?” diye mırıldanarak merdivenlerden inerken, çoktan arsızlaşan yüzsüz kaderime sövmeye başladım. Hayat beni dışlıyor sanki, ortanca çocuk gibiydim, arada sıkışıp kalmışım. Yedek kulübesinde bekliyorum ulan ben. Biri sakatlansın da oyuna gireyim diye dua etmekten dilim damağım kuruyor.
Nihayet, Memet eksik olan H’sini bulmuş, gece tarifesini açıp bana kazığı atmıştı. Bizim hikâyenin sonunda, kümeden kovulmuş eleman olarak etkisizliğimi de yanıma alıp gitmeliydim. Elimde içini açmaya korktuğum orta boy bir kutu onca yolu nasıl geri döneceğimi düşüne düşüne yürümeye başladım.
edebiyathaber.net (23 Haziran 2022)