“Kolay elde edilmiş bir saadet mi yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir?”
F. Dostoyevsky
Bir ayna daha almak için arka sokaktaki züccaciyeye gittim, bu sefer dükkandaki en büyük boy aynasını istediğimi söyledim. Gereksiz bir samimiyetle ağzını yaya yaya konuşan satıcı kız “Abla yine görmeden mi alacaan?” diye sordu. Seçmem zor olmadı, zaten o boyda sadece 2 tane ayna vardı dükkanda. Kızın, aynalardan birini son moda bronz kesme metal çerçevesi olduğu için mutlaka almam gerektiğini söylemesi üzerine iki model arasından seçimimi yapmış oldum, önerilmeyen diğer aynayı hiç görmeden aldım. Parayı ödemek için tam kasaya giden hole yöneldim ki satıcı kız kıvrak bir hareketle iki büyük adım atıp önüme geçti.
İki haftadır dükkana her gelişimde tekrar eden bir sahneyle bu kız, kasaya giderken, geniş kalçalarını sağa sola sallayıp, hemen önümden yavaş yavaş yaylanarak yürüyordu. Yürürken de yüksek ve neşeli denebilecek bir ses tonuyla sürekli yeni gelen mallardan, bilmem kimin başrolü oynadığı dizide çıkan yemek takımlarını mutlaka almam gerektiğinden, tencerelerinin en üst kalite paslanmaz çelik olduğundan, ihtiyacım varsa 2 tencere alana bir küçük tavanın bedava olduğundan, bu dükkana son iki hafta içinde ayna almak haricinde ömrü boyunca hiç uğramamış olan benim gibi (!) hatırlı müşterisinin güzel hatrına indirim yapacağından filan bahsediyordu. Kibarca tüm tekliflerini reddettim; ama beni dinlediğini bile sanmıyorum. Kendisinden ve karşısındakinde bıraktığı etkiden büyülenmiş bir özgüvenle kırmızı halıda yürüyordu sanki bodur tavuk.
Dükkana sadece ayna almak için gelmiş olmamı da komik buluyordu, kesin. Benim görünüşümde bir kadın iki haftada on altı tane alacak kadar aynalarla niye samimi olsun ki? Tencere alsın, tabak alsın, mutfağına kapansın yemek yapsın değil mi? Dükkandaki sıska çırakla arkamdan “Hadi bi tane iki tane neyse de on altı tane aynayı napçan be ablam sen bu tipinle ?“ deyip dalga geçtiklerine adım gibi emindim.
Sağlı sollu tavana kadar dizilmiş nevresim takımı paketlerinin arasındaki daracık hol, kasaya giden tek yoldu. Kollarım, iri bedenimin yanlarından paketlere sürtüyordu, biz kasaya ulaşana kadar paketlerden birini dengesizce iteleyeceğim ve bütün yığın üstümüze dökülecek diye korkuyor ve kızın ağır ritimine ayak uydurup dikkatle yürümeye çabalıyordum. Yaylanarak yürüyen kızın ayağı birkaç kez kıvrılıp, haspanın tökezlemesine neden olmuştu. Ama şovundaki bu ufak aksaklıklar, kendine olan güveninden hiçbirşey kaybettirmemişti. Ayaklarındaki son zamanların modası olduğuna emin olduğum platform topuklu ayakkabılarının üstünde bile çeneme kadar ancak gelen boyuyla, yerden bitme dedikleri tiplerdendi. Tökezlemesinin nedeni ayakkabılarıydı, rahat değildi ucuz birşeydi belli, ama yavaş yürümesinin nedeni kesinlikle ucuz ayakkabıları değildi. Düzgün biçimli bacaklarını ve yuvarlak kalçalarını ortaya çıkaran dar bir kot pantolon giymişti. Biliyordu ince belinden sonra kıvrımlanan poposuna baktığımı, onun için hızlanmıyor, önümde bu manzara ile daha uzun süre yürüyüp dikkatimi çekmiş olmanın, kendinden çirkin bulduğu başka bir hemcinsi tarafından kıskanılmanın hazzını uzatmak istiyordu.
Bizi kuşbakışı yukarıdan bakan biri resmetse neye benzerdik bir an gözümde canlandı ve kıza sinirlendiğimi farkettim.
Erkeklerden ne kadar ilgi görüyorsa artık o kadar emindi güzelliğinden; ama bana sorarsanız çirkindi, bayağıydı, erkekler ne bulurdu böyle ucuz görünümlü karılarda bilmem. Televizyonda her gördükleri kıyafetin, çantanın çakma versiyonlarını Cumartesi pazarından alıp üstlerine geçirdiklerinde, kendilerini artist adayı sanan, mahallede son yıllarda türeyen paçoz kızlardandı işte. Artist olmak o kadar kolaydı sanki.
Bizim mahallenin kızıydı, uzaktan biliyordum. Semtimizin evlenme sıraları gelmiş genç kızlarına satılmak üzere raflarda bekleyen, her sene modelleri güncellenen çeyizlik malzemelerle dolu, iki katlı geniş dükkanda yeri geldiğinde satışçı, yeri geldiğinde kasiyer oluyordu. Bunlar görünen ve yadırganmayan rolleriydi bu dükkandaki. Bir de herkesin bildiği ama sadece kapalı kapılar ardında gıybet saatlerinde dillendirilen görevleri vardı ki onları da ben bile duyduysam yedi cihan duymuş demekti. Dükkanla beraber mahallenin yarısının da sahibi olan Almancı Ferit’in metresi, yeri geldiğinde patronun işe yaramaz ergen oğlunun müşterilerin yanında erkekliğini ispatladığı tüm el ve sözlü tacizlerinin nesnesi oluyordu. Ekseriyetle mahalle kocakarılarının, evde koca bekleyen yaşıtlarının ve kahvede pinekleyerek zaman öldüren boş adamlar tayfasının dedikodu malzemesi olan kız, her akşam ayyaş babasının mahalleyi inleten orjinal küfürleri eşliğinde saatlerce attığı dayakla tüm pisliğini üstüne kustuğu kirli bir tuvalet gideri oluyordu… Bilseydi bahtının böyle olacağını Kiraz koyar mıydı adını anası?
Tüm bu yükleriyle önümden gidiyordu Kiraz, hiç yükü yokmuşçasına. İşveli işveli süzülerek, kalçası bir sağa bir sola… Güzel olduğuna eminse insan, diğer dertlerini unutuyor muydu böyle?
Arkalı önlü beraber kasaya gittik. Sonradan görme kibarlığıyla “Ay kusura bakma ablacım, burası da çok dağınık.” Dedi kırıtarak. “Bugün mal geldi de sen dükkana girdiğin vakit daha yeni bitirmiştik şeyetmeyi.”. Gösterişli el hareketleriyle masanın üstündeki boş poşetleri, kasanın etrafındaki imzalı evrakları aheste aheste toparlayıp masanın altındaki bir kutunun içine tepti. Kızın her hareketi görülmek, dikkat çekmek üzerine kurguluydu sanki. Üstünde capcanlı kırmızı penye kumaştan omuzları açık dar bir t-shirt vardı. Kasanın üstüne her uzandığında göğsünün; masanın altındaki kutuya her eğildiğinde ise kıçının çatalı görünüyordu. İnsan kalçasına mı baksa memelerine mi şaşırır. Parayı ödeyeceğim diye beklerken gördüm yani yoksa öyle özellikle inceleyeceğim bir tip değil. Ara ara kızıla boyanmış, uzun siyah saçlarını, üçüncü sınıf bir mahalle kuaföründe bülbül yuvası dedikleri topuzla toplatmıştı, beş gün önceki mahalle düğününden kalma olduğuna yemin edebilirdim. Eğilip kalktıkça serbest kalmış bukleleri ağzındaki kırmızı parlatıcıya yapışıyor, her ayağa kalkışında ağzına yapışan saç tellerini parmaklarının ucuyla dudaklarından uzaklaştırıyordu. Tiksiniyordum kızdan ufak suratına baktıkça. Sonunda etrafı yeterince toparladığına emin olduktan sonra bana döndü. Kocaman siyah hareleri olan adi bir lensle renklendirilmiş çimen yeşili gözleri yüzümün belli bir noktasına sabitlenmişti. Bir santimetre çapında siyah tüylü benimin olduğu o noktaya, çenemin sivri köşesiyle alt dudağımın tam ortasına.
“Abla nakit mi ödicen kartlan mı?” derken de oraya bakıyordu, paslanmaz çelik tencere kampanyasını söylemek için bana doğru hafifçe arkaya döndüğünde de, hangi aynayı almam gerektiğiyle ilgili fikrini beyan ederken de, dükkanın bir duvarını kaplayan aynaların içinden bana bakerken de. Bu dükkana ilk geldiğim gün de, sonrakilerde de kız sadece yüzümdeki kara noktaya bakıyordu.
Öyle ki sıska çırakla beni her gördüklerinde, kendi aralarında “Geldi bizim kara delik.” deyip dalga geçtiklerine de emindim.
İki haftada sekiz kez ayna almaya geldim hala öğrenemedi yarım akıllı, banka kartıyla onunla bununla işim olmadığını.
Nakit ödeyeceğimi söyleyip parayı uzattım, gözleri hala aynı noktadaydı; paraya bakmadan aldı elimden. Bodur parmaklarının ucundaki kırmızı ojeleri dökülmüş uzunlu kısalı tırnaklarını kasanın tuşlarına sertçe çarptırıp, bir taraftan da yüksek sesle tüm dünyaya duyurmak istercesine vermesi gereken para üstünü hesapladı. Bunu bile aklından sessizce hesaplayamıyordu. Sanki tüm gösterişli hareketlerine bir yenisini daha eklemesinin etkisinde olan biz seyircileri, ona hayranlıkla bakıyorduk olduğumuz yerden ve o, rakamı hesap ettiğinde attığı gülücükle bizleri selamlıyordu sahnedeki yerinden. Sağ elini kasaya uzatıp küçük siyah anahtarı çevirdi ve benden aldığı paraları makinenin altından çıkan siyah çekmece içindeki farklı bölmelere yerleştirdi. Uzun tırnaklarını daldırdığı daha küçük paraların olduğunu tahmin ettiğim bölmelerden bir kaç kağıt ve demir parayı aldı, o uzun tırnaklarla demir paraları nasıl çıkarıp alabildiğine hayret ettim. Sonra aklıma o tırnakların altına dolmuş olabilecek pislikler geldi ve “Demir paralar kalsın” deyip sadece kağıt paraları aldım. Tükenmez kalemden akmış mürekkep boyasının lekelediği sağ eliyle kağıt paraları uzatırken yüzümde aynı yere bakıyordu.
Babamın elimden tutup kontrole götürdüğü doktorlardan birinin “Son 2 yıldır hiç büyümedi güzel kızımızın nevüsü.” dediğini hatırlıyorum. Güzel kızımız derken saçımı okşamıştı. Benimin zararsız olduğunu düşünüyordu ama bizim yine de düzenli takiplere devam etmemizi tavsiye etmişti. Ben doğduğumda küçücük bir nokta olan hayat arkadaşım, ergenlik dönemime kadar benimle birlikte büyümüş, tüylenip serpilmişti, çapı bir santimetreye varınca da birden durmuştu. Alışmıştım insanların bakışlarının suratımda aynı yere kilitlenmesine. Orası benim dış dünyayı kabul yerimdi, insanların dikkatlerini, meraklarını, tiksintiyle yüzlerini ekşitip kaçırdıkları bakışlarını, yüzümde nereye bakacaklarını bilememe kaynaklı şaşkınlıklarını, kaçamak bakışlarını yakaladığım için mahçup olup kafalarını başka tarafa çevirmelerini, güzel kadınların ikiyüzlü acımalarını, çirkinlerinse kendilerinden daha çirkin bir şey görmüş olmanın verdiği rahatlık ve çekinmezlikle üstüne diktikleri gözlerini, bir insan yüzünde ilk kez bu kadar büyük ve tüylü bir iz gören çocukların korkularını, ne olduğunu anlamayıp yüzüme uzanan bebek parmaklarını, annelerinin hastalıklıymışım gibi onları benden uzaklaştırmalarını… Hepsini içime buyur ettiğim görkemli bir geçiş yeriydi, sadece benim içime açılan tek yönlü bir giriş kapısı. Dış dünyadan herhangi biriyle ilk ilişki kurduğum yer, çokça kavga edip yenik düştüğüm arenaydı burası.
Annem çiçeğimin çiçeği der, kocaman öpücükler kondururdu benime, babamsa yıllarca inkar etti yüzümdeki benin önce varlığını sonra benimle birlikte büyüdüğünü. Babam, her altı ayda bir annemin ısrarlarına dayanamadığı için doktora götürürdü beni. Ona göre bende bir sorun yoktu, onun çocuğunda bir kusur yoktu, olamazdı. Yüzümdeki basit bir doğum lekesiydi ve ben büyünce geçecekti. Bense lekemi doktora göstermek için değil de, babamın elimi sıkı sıkı tuttuğu yegane saatler için; minibüste yanındaki koltukta onun koluna sokularak oturduğum, şanslıysam ve yer yoksa kucağına terfi ettiğim, hayatım boyunca ona kendimi en yakın hissettiğim anlar olan o gidiş dönüş yolu için beklerdim altı ayın geçmesini. Şeftaliyi de sevmezdi babam, tüylü diye dokunamazdı, bana da tüylü benim yüzünden dokunamadığına inandırdım kendimi yıllarca. Sonra zaman içinde yüzümde büyüyen kara deliğe gömüldü benim de babama olan sevgim.
Para üstünü almama rağmen beklediğimi gören paçoz, benle değil siyah benimle konuştu bir kez daha:
“Abla sen bekleme hiç, biz aynayı sağlamca paketler, bizim çıraklan senin eve göndeririz yine.” dedi.
Bu teklifi yapmasının nedeni, aynanın tek başına taşınamayacak kadar büyük olması değildi, biliyordum, ilk geldiğim gün aldığım ayna çok daha küçüktü ve haspam aynı teklifi yapmıştı bana. Ben şişkoydum ve fiziki durumum herhangi bir eşyayı bu dükkandan iki sokak yukarıdaki evime götürebilmeme engel teşkil ediyordu. Bu durumu benim gözümün içine sokmak istiyordu besbelli.
Sıska çırakla birlikte bana “şişko koca kara delik” diye lakap taktıklarına da adım gibi emindim.
Bu dükkana son gelişimdi, artık başka ayna almayacaktım. Son kez gördüğüm mahalle dilberine ilk ve son darbemi vurup gidecektim. Yıllar içinde bir gün dışarı çıkarsam kullanacağımı düşünerek geliştirdiğim silahımı çektim, çantamdan çıkardığım yelpazeyi açarak yüzümde benimin olduğu kısmı kapatacak şekilde tuttum. Kara deliğimle bağı kesilen ve afallayan kızın gözleri bir an gözlerime kaydı ve öldürücü darbemi vurdum: Kocaman bir gülümsemeyle ve çıkarabildiğim en yumuşak tonlu sesimle gözlerinin içine bakarak şöyle dedim “ Ah fıstığım benim, ne kadar tatlısın sen, maşallah kalbin de yüzün kadar güzelmiş. Biliyorum bayağı şişko olduğum için aynayı taşıyamam diye düşündün belki güzel kalpli kuzum ama ben kendim götürürüm, hiç zahmet etmeyin siz.”
Kız mahçup oldu, yanakları saniyeler içinde tshirtü ile aynı rengi aldı. Kekeleyerek “Ablam sen yorulma diye dediydim ben.” dedi gözlerini gözlerimden kaçırarak.
Ojeleri soyulmuş tırnaklarını birbirine sürterek önüne bakıyordu artık.
Benim evin olduğu sokağın başındaki köşeye geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Apartmana kadar yokuş yukarı tırmanmam gereken en az elli metre daha vardı önümde, soluklanmak için köşedeki evin alçak bahçe duvarının üstüne oturdum. Çantamdaki plastik su şişesini çıkarıp ılıklaşan sudan üç büyük yudum içtim. Soluklarımın düzene girmesini bekledim. Aynayı taşıma işini tabii ki çırağa bırakmıştım, taşıyamayacağımdan değil de paçoz tezgahtar çok ısrar ettiğinden.
Nefes alıp verişim yavaşlayıp etraftaki sesleri duymaya başladığımda Deli Saliha’nın iniltileri geldi kulağıma tam arkamdaki bahçeli evin içinden.
Acı bir duygu, bir ok hızıyla geldi ve mideme saplandı. Başımı çevirip iki katlı müstakil eve doğru öfkeyle baktım. Bakımsızlıktan insan boyu kadar otlar bürümüş bahçe içinde, sarı boyası dökülmüş duvarlarıyla zor ayakta duruyordu. Yıllar boyunca gözlerimi her kapattığımda önümde beliren sahnedeki halinden eser yoktu. Son iki haftada sekiz kez züccaciyeye gitmiş, ne giderken ne de dönerken buradan geçmiş, yolu uzatmak pahasına arka sokaktan dolanmıştım. Bugünse, züccaciyeye bu son ziyaretimden eve dönerken ilk defa bu yolu kullanmış, soluklanmak için bu evin önünde durmuş, katillerimden birinin yıllar önce beni öldürürken oturduğu yerde oturmuş, deli anasının iniltilerini dinliyordum. Onbeş sene önce öldürüldüğüm andan sonra ilk kez buradan geçiyordum.
Ellerim titremeye, kulaklarım uğuldamaya başladı birden. Zihnim bir anılar akınına uğramadan hemen önce hep böyle olur, kendimi bu bataklığa saplanmadan çıkarmak için dostum Meryem’ in huzur dolu limanına sığınırdım.
Ah dostum Meryem geldi aklıma o anda. Züccaciyedeki şu şalak kıza öyle takılmıştı ki kafam bir an Meryem aklımdan çıkmıştı. O paçoz olmasa dostumu bir an bile unutabilir miydim? Meryem, sana en çok ihtiyacım olan anda neredesin acaba?
Birden ben dışarıdayken Meryem ya eve geldiyse diye düşündüm, panikle duvarın üstündeki demir korkuluklardan destek alıp ayağa kalktım ve apartmana doğru hızla seyirttim. Meryem gelip de beni evde bulamadıysa kahrolurdum. Beni geçmişin ani ziyaretlerinden daha çok delirtecek birşey varsa o da dostum Meryem in evime gelip beni evde bulamayınca geri dönmesi olurdu.
Apartmana vardığımda yorulmuştum, kaslarım alışkın değil ki bu kadar yıl hep evdeydim. Sahi kaç yıl oldu apartman kapısından dışarı adım atmayalı? Ah dostum Meryem olsaydı hemen yanıtlardı şimdi, on iki sene üç ay dört gün. Bu sorunun cevabını kendi başıma bulmaya çalışmak, beni geçmişte hatırlamak istemediğim anılara götürürdü. Onun için bırakırdım Meryem cevap versin, ben de hatırlamak zorunda kalmazdım böylece.
Ben evimden hiç çıkmazdım. İhtiyaçlarımı, Bakkal Bekir amcayı arar ona söylerdim, kendi dükkanında olmayan birşeyse bile dışarıdan aldırıp çırakla evime gönderirdi. Çıraktan duyduğuma göre işleri büyütüp yan dükkanı da kiralamış ve markete dönüştürmüştü. Arada bir hastalanırdım, migrenim tutar ya da iğnelerimi atladığımda şekerim yükselirdi. Sağlık ocağındaki hemşire Gülten iki günde bir arayıp nasıl olduğumu sorduğu için, bir derdim varsa da bana gelip evde iğnelerimi yapar, ya da bir serum bağlayıp giderdi. İşte mahallenin Kiraz’la ilgili olanlar da dahil tüm dedikodularını bana anlatan çırak Osman’la Gülten hemşireden başka, bir tek dostum Meryem gelirdi eve ziyaretime. Son iki haftadır kapımı çaldığı yoktu onun da.
Evde canım sıkıldığında en büyük eğlencem, daha doğrusu en büyük eğlencemiz, çünkü dostum Meryem icat etti bu oyunumuzu, alt kattaki kiracıların kapılarına kulaklarımızı dayayıp içeride konuşulanları dinlemek, uğultular içinden seçebildiğimiz birkaç kelimeyi benim elimdeki küçük not defterine, her bir dairenin numarasıyla birlikte not alıp, eve geldiğimizde hikayeler uydurmak olurdu.
Bu oyun çok dikkatli olmayı ve tüm hareketlerimizi sessizlik içinde yapmayı gerektiren bir oyundu. Genelde ben duyamazdım kelimeleri; çünkü şişko bedenim müsade etmezdi kulağımı kapıya uzun süreli yaslayıp kıpırdamadan öylece orada durmama. Birkaç dakika durabilsem bile, sonra kapıya bütün ağırlığımı vermem gerekirdi, bacaklarım yorulurdu beni taşımaktan. Bir keresinde daha fazla dayanamayıp kendimi yasladığım kapı gıcırdayınca az daha kiracıya yakalanıyorduk. O günden sonra iş bölümü yaptık, Meryem zayıf bedeniyle kapılara yaslanıp kelimeleri dinledi, benim kulağıma fısıldadı, ben de elimdeki not defterine not aldım. İncecik bir kızdı Meryem, bir tüy gibi hafif ve narin. Kapı ardında söylenen ayıplı kelimeleri duyduğunda güzel yüzü al al kızarır, gözlerinin içi parlar ve minik ağzını şaşkınlıkla ve muzipçe gülerek açardı. İnce uzun parmaklı ellerini ağzıyla kulağım arasına dayayarak duyulmamasına daha büyük bir özen gösterip kulağıma fısıldardı. Bazen yanımdan geçtiğinde ya da bir öğlen şekerlemesi için birlikte kitaplığın olduğu odadaki geniş divana yanyana uzandığımızda, ağırlığını hiç hissetmezdim. Ben üstüne çıktığımda gıcırtılarıyla yeri göğü inleten eski divan, üstüne Meryem çıktığında gıkını çıkarmazdı. Ben suları taşıran bir kaya parçasıysam, Meryem dalgasız bir denizde onun bir parçası gibi hareket eden incecik daldı.
Bazen duyduğumuz kelimelerle kendi kafamızdan uydurduğumuz hikayeler yaratırdık, bazense Meryem’ le birlikte dostluğumuzun pekiştiği yıllarda çoktan okumuş olduğumuz yüzlerce kitaptan birini kitaplığın rafından alır, o öyküdeki karakterler yerlerine bizim komşuların adlarını yerleştirirdik. Meryem’ in kulağıma fısıldadığı benim de not defterime aktardığım kelimelerle konuştururduk onları. Böylece çoğu, biz daha dünyaya gelmeden başkalarınca yazılmış öykülerin, şimdiki zamanda akışını değiştirirdik. Kendi Sibel Karenina’mızı, Kuyucak’lı Arif’imizi, Aylak Yusuf Dedemizi yazmıştık.
Beşinci kata kadar merdivenleri tırmandım, asansör yoktu eski aile apartmanımızda. Aile apartmanımız… Aileden kim kaldıysa benden başka. Benim ailem artık Meryem idi. Belki de apartmanın giriş kapısındaki tabelayı söktürüp, Meryem’le dostluğumuza ithafen yeni bir isim yazdırmalıydım. Evet bu harika bir fikirdi. Meryem geldiğinde önce ona beni ziyaret etmediği günler için biraz surat asacak, tavır koyacak, sonra küslüğü uzatmamak için bu güzel haberi verecektim. Çok sevinecekti emindim.
Benim evin olduğu kata vardığımda, Meryem’ in kaçırmış olmaktan korktuğum ziyaretinden herhangi bir iz var mı diye sağa sola bakındım. Ne bir not vardı Meryem in geldiğine işaret eden ne de bir iz. Yerini sadece Meryem’le ikimizin bildiği ayakkabılığın en alt gözündeki anahtar da yerinde duruyordu. Meryem in dostluğunda şüphe götürür bir yan kalmadığını artık anladığımda, ziyaretlerinde kapıyı çalmasına gerek olmadığını söylemiş, yedek anahtarı alıp içeri girebilmesi için oraya koymuş, ona da yerini göstermiştim. Ama kaç kere söylememe rağmen benim tatlı dostum her geldiğinde zili çalar, kapıda onu karşılamamı isterdi.
Kapının önünde her şey, züccaciyeye giderken bıraktığım gibi duruyordu; eski ayakkabılar, paspas, yıllanmış gazeteler. Küçük tabureye bıraktım kendimi, üzülmedim desem yalan olur. İçin için ağlamaya başladım. Gelmemiş olmasına mı daha çok üzüldüm, yoksa aptal gibi bir an onun gelmiş olduğuna inandığım için kendimi bir hışımla eve atışıma mı, bilmiyorum. Daha iki dakika önce inşallah eve gelmemiştir de kaçırmamışımdır diye yalvardığım Allahıma şimdi de keşke gelmiş olsaydı da kaçırmış olsaydım diye isyan ederek ağlıyordum. En azından geldiğini bilmek, hayatımdaki varlığının devamı adına bir umut olurdu benim için.
Birden öfkelendim Meryem’e. Küfürler savurdum bağırarak. En son dert edeceğim şey komşuların beni duymasıydı o anda. Delirmiş olduğumu da düşünebilirlerdi, kimin umrundaydı ki bu? Neden gelmiyorsun Meryem diye çığlıklar attım.
Sonra öfkem daha çok kendime dönmeye başladı, ne diye gelmesi için dört gözle yolunu gözlüyordum ki? Ona muhtaç değildim ben. O hayatıma girmeden önce yıkılmaz kalem yalnızlığımdı benim. Yine aynı kalede eski gücüme dönerek yaşayabilirdim. Hem dayımdan kalan kitaplık benim evimdeydi, birlikte yazdığımız tüm hikayeler, tüm anılarımız buradaydı. Beni terk edip gidemezdi ki, buraya dönmek zorundaydı.
Eve birkaç tane ayna aldım diye kızıp küsmenin ne anlamı vardı ki? Tamam aynaları sevmediğini biliyordum daha doğrusu hissetmiştim. Evde ayna bulunan tek yer olan yatak odasına hiçbir zaman girmezdi Meryem, içeri odaya gider ısrarla çağırırdım. Hatta birkaç kere yatak odasındayken sanki yere düşmüşüm de yardıma ihtiyacım varmış gibi boğazım yırtılana kadar çığlıklar içinde ağlama numarası yaptığımda bile gelmemişti. Numaram oldukça inandırıcıydı; ama Meryem bana kalırsa gerçekten aynaları sevmiyordu. Aslında bir gelse, odadaki aynanın ne kadar küçük olduğunu kendi gözleriyle görecekti. Muhtemelen çok eskiden kırılmış daha büyük bir aynanın bugüne kadar gelebilen son parçası idi. O kadar küçük bir aynaydı ki ben bile dönüp bakmazdım bu kırık parçaya. Baksam da yüzümün tamamını göremezdim zaten. O halde hiç gerek yoktu ki kullanmama. Meryem’in gelmeyeceğini anlayıp numarama son vererek, elimdeki kırık aynayla, küçüklüğünü ona da göstermek için kitaplık olan odaya döndüğümde, Meryem gitmiş olurdu. Bir hoşçakal bile demeden. İşte böyle böyle anlamıştım dostumun aynalardan hiç hazzetmediğini.
Ama bana hiçbir zaman kendi ağzıyla söylemedi ki bunu. Meryem hiç kendinden de bahsetmezdi, ailesini, çocukluğunu bilmezdim, nerede oturduğunu bile tam anlamıyla tarif etmezdi sadece bu mahallede oturduğunu biliyordum; çünkü yürüyerek gelip giderdi. Yemek yapacağım zaman ben ne seversem kendisinin de onu sevdiğini söylerdi ve böylece hep benim sevdiğim yemekleri, çoğunu bana azını ona pay ederek yerdik. Hatta her seferinde onun tabağında kalanları da ben yerdim; çünkü Meryem tabağında hep yemek bırakırdı. Öyle ki bazen hiç kaşık sürmediğinden şüphelendiğim olurdu; çünkü tabağa ne kadar yemek koyuyorsam o kadarı kalıyordu sanki. Burcunu sorduğumda bir gün, benle aynı gün doğduğunu söylemişti. “Bizim dostluğumuz daha doğduğumuz gün kaderimize yazılmıştı. Sadece birbirimizi bulmamız biraz zaman aldı.” diyordu. Aynı renkleri seviyor, okuduğumuz kitaplarda aynı erkek karakterlere aşık oluyor, aynı şeylerden korkuyor, aynı şeylerle mutlu oluyorduk. Sanki doğduğumdan beri içimde olan bir parçam dışarı çıkmış, ete kemiğe bürünmüş, bir dost olarak hayatıma girmişti. Aynaları sevmediğini söyleseydi, belki almayabilirdim bunları eve. Yoksa ben deli miyim yıllardır çıkmadığım evimden, sırf Meryem sevmiyor diye dışarı adımımı atıp, gidip gelip züccaciyeden bir sürü ayna alayım?
Dürüst olmak gerekirse Meryem’ in son zamanlarda bir cezayı hakettiğini düşünmeye başlamıştım. Bu düşünce gelince suçluluk hissinden kurtulup rahatladım yine. Beni kızdıran o değil miydi son zamanlarda? Ne zaman hikaye uydurma oyununa başlasak, Meryem hiç hoşlanmadığım bir şekilde kurgulamaya başlamıştı öykülerini. Genç Werther’in acıları bile hafif kalıyordu öykülerindeki kadın karaktere çektirdiği acılar yanında. Mesela bir öyküsünde yüzünde doğuştan doğum lekesi olan bir kızın hikayesinden bahsetmişti. Daha en başında boğmuştu beni hikaye ama merakımdan dinlemiştim. Bu kızın aşık olduğu çocuk, kızı konuşmak için sokağın köşesindeki bahçeli evlerinin önüne çağırıyordu bir gün. Mahalledeki diğer kızlar ve oğlanların gülüşmeleri ve anlamlı bakışları arasında kız sevdiği oğlanın evine gitti çağrıldığı saatte, en yakın kız arkadaşlarının uçurduğu haberlere bakarak kız emindi oğlanın da kendisinden çok hoşlandığından. Bahçenin duvarına oturup kızı beklemekte olan oğlan, kız yanına gelince ayağa kalkmış, gözleri aynı hizaya gelmişti. Oğlanın suratında muzip bir gülümseme vardı, kız o kadar heyecanlıydı ki onun da kendi gibi kalbinin pırpır ettiğini düşünüyordu. Oğlan birden kimbilir ne zamandır ağzında biriktirdiği ağız dolusu bir tükürüğü kızın suratına fırlattı ve “İşte mahallenin en çirkin kızı karşınızda” diye bağırarak gülmeye başladı. Aynı anda mahallenin diğer tüm çocukları, kızın en yakın arkadaşları da dahil çirkiin çirkiin diye bağırarak kızla dalga geçmeye başladılar. Neye uğradığını anlayamayan kızcağız oradan kaçmak istediyse de çocuklar bir çember yapmış kızı birbirleri arasında itliyorlardı. Çocukların bu eğlencesi ta ki kızın babası işten dönerken sokağın ucunda görünmesine kadar devam etmişti. Babayı gören çocuklar birden çil yavrusu gibi dağılmış, kızın sevdiği oğlan “Ben sana bakar mıyım be ucube.” diye kızı son kez kendinden uzağa itleyip evine kaçmıştı. En başta kızın kurtarıcısı gibi görünen baba, kolundan tuttuğu gibi eve götürdüğü kızcağıza bir güzel sopa çekmişti, “Seni bir daha oğlanlarla oynarken görmeyim, başımıza iş mi açacaksın kötü yola düşüp.” diye azarlamıştı kızı. “Zaten bu tiple seni alan olacak mı o da meçhul ya.” diye bağırıp evden dışarı atmıştı kendini. Kız o an anlamıştı, yüzündeki leke geçici bir doğum lekesi değildi ve geçmeyecekti, babasının bir zamanlar dediği gibi. Babasının içindeki karanlığın onun yüzündeki yansımasıydı bu leke. Gece vardiyasında çalışan annesi gelene kadar yattığı yerde ağlamıştı kız. Annesi geldi, yaralarını sarmak istedi merhametiyle, ama annesinin çiçeğimin çiçeği diyerek öptüğü leke tüm gerçekliğiyle hayatındaydı artık. Bu saçma hikaye beni ölümcül sancılar içinde kıvrandırmıştı, artık kesmesi için yalvarmıştım da öyle susmuştu. Meryem’ in birkaç gün sonraki bir başka hikayesinde, aynı kız üzüntüsünden kendini yemeye veriyor ve durmadan kilo alıyordu. Hem çirkin hem kilolu haliyle dalga geçen arkadaşlarının zorbalığına daha fazla dayanamayarak okulu da bırakıyordu. Her gün babasının ve sevdiği çocuğun ölmesi için dua ediyordu. O kadar çok istemişti ki, babası bir gün köye akraba ziyaretine gittiklerinde çıkmasına kızın sebep olduğu bir yangında ölmüş, kız son anda kurtarılmıştı. Acı olansa inanılır gibi değil ama annesini ve üst katlarında yaşayan dayısını da kaybediyordu kızcağız bu yangında. Bir başka hikayesinde Meryem, kızın, o sevdiği çocuğa araba çarptığını anlatıyor, oğlanın parçalanan kafatasını yerde gören anasının aklını yitirdiğini söylüyordu. Bu hikayeleri neden uyduruyordu Meryem, benim canımı yakmak için mi? Aniden aklıma Meryem’ in uydurduğu, bardağı taşıran son damla olan hikaye geldi. Öfkeyle züccaciyeye gidip ayna almama neden olan da o son öyküydü.
Birden çalmaya başlayan kapının ziliyle yerimden sıçradım ve bu hatıra bataklığından dışarı çıktım. Gelen kesin Meryem’di, bu bataklıktan beni sadece Meryem varlığıyla kurtarmıştı bugüne kadar çünkü. İçimdeki öfkenin dumanı bir anda dağıldı. Daha eve girmemiş olduğum için alt kapının otomotiğine basmam münkün değildi, ve ben anahtarlarla kapıyı açıp otomatiğe basana kadar Meryem gidebilirdi. En iyisi aşağıya koşup demir kapıyı dostuma kendim açmamdı. Hem zaten o böylesini sevmiyor muydu? Kapıda benim onu karşılamamı.
Meryem’ in adını bağırıp gitmemesi beni beklemesi için yalvararak bağıra çağıra en alt kata kadar basamakları üçer beşer indim. O kadar hızlı iniyordum ki beni gören uçan bir fil gördüğünü düşünebilirdi. Son basamaklara ulaşınca hem heyecandan hem kilomun etkisiyle nefesim kesildi ve az kaldı merdivenlerden yuvarlanacaktım. Toparlandım, demir kapının buğulu cam kısmında gördüğüm silüet Meryem’ inkine benzemiyordu. Ama ağlamaktan hala ıslak olan gözlerim beni yanıltıyor olabilirdi, bir anlık duraksamadan sonra heyecandan birbirine dolanan parmaklarımla kapının mandalını çektim ve demir kapıyı açtım.
Züccaciyenin sıska çırağı elinde gazeteler ve baloncuklu poşetlerle paketlenmiş, boyundan uzun ayna paketiyle sırıtarak bana bakıyordu. Bana dediysem, suratımdaki o noktayı, çenemin sivri ucu ile alt dudağım arasında kalan kara deliği yüzyüze geldiğimiz an hemen bulmuştu gözleri. “Abla acele etmeseydin ya beklerdim ben.” dedi ve cümlesinin sonuna sinir bozucu bir kikirdeme ekledi. Meryem yoktu görünürde. O an, o aynayı alıp çırağın kafasına vurarak parçalamak ve tüm öfkemi bu piçten çıkarmak için yanıp tutuşuyordum.
“La havle vela kuvvete” diyerek “Geç içeri, dikkatli ol, o ayna kırılırsa parçalarım seni.” diyebildim. Hayatım boyunca bir insana kurabildiğim en tepkili cümle o an ağzımdan böylece çıkmış oldu.
Çırak çelimsiz bedenine göre güçlü kollarıyla aynayı çabucak çıkardı yukarıya. Ben arkadan ancak çıkıp kapıyı açana kadar çocuk paketi duvara yaslamış, kendisi tabureye oturmuş dinleniyordu. Aynayla içeri giren çocuğu kitaplığın olduğu odaya yönlendirdim. Paketi açtırıp kitaplığa, büyük kısmının önünü kapatacak şekilde yaslamasını söyledim. İşini bitirip arkasına dönen ve evin içindeki manzarayı gören çocuğun birden gözleri ışıldadı. “Abla beee, maşallah bütün eve ayna döşemişsin, nerden baksan ayna görünüyor, evin içi ışıl ışıl olmuş.” dedi. Ve o sinir bozucu kikirdemesini ekledi cümlesinin sonuna. Kibarca çocuğu evden postaladıktan sonra diğer aynalara bakmamaya özen gösterek yatak odasına gittim, avucumda eski kırık aynayla kitaplığın üstüne dayalı büyük boy aynasının karşısına döndüm. Oniki sene üç ay dört gün sonra ilk defa kendimi bir bütün olarak aynada görüyordum.
Geri geri gidip kitaplığın ve aynı zamanda son gelen büyük aynanın karşısındaki, Meryem’le en güzel anılarımızın olduğu divana bıraktım kendimi.
Şimdi saatlerdir burada oturmuş boy aynasından kendime bakarken aklımdan tüm bu geçenlerle kara deliğimle hayatımda ikinci kez yüzleşiyorum. Elimdeki kırık ayna yolunu henüz bulmadan, Meryem’den özür diliyorum hayatımıza soktuğum tüm aynalar için. Ve bir gün geri gelirse diye tüm öykülerine inandığımı göstermek ve böylece özrümü kabul etmesi için avucumdaki kağıtta Meryem’ in dudaklarından dökülen en son öyküyü bırakıyorum:
“…bu kadar acıyı kaldıramayan kızcağız aklını yitirip apartmandaki tüm kiracıları evlerinden kovdu. Hayali bir arkadaş ile o komşuların boş evlerinin kapılarını dinleyip duymadıkları sesler üzerinden hikayeler uydurdukları bir oyun oynadı her gün. Bir gün hayali arkadaşı kızın yatak odasındaki yere düşme numarasına inandı ve yanına gitti. Hayali arkadaşını odasında gören kız şaşkınlıkla kırık aynayı ona uzattı. Aynaya dikkatle bakan hayali arkadaşı bir süre sessiz kaldıktan sonra kıza şunu söyledi: ”Biliyor musun ben aynaları hiç sevmiyorum Meryem”.
edebiyathaber.net (14 Aralık 2021)