Çekilmeyin çocuklar, gökyüzünden aşağıya.
Hayatınız pahasına, düşün gözünden insanların.
Kendiniz olmayı kimse istemeyecek.”
Çocuk, ayaklarını altına almış, halının üstünde dertop oturuyor, eğilerek resim defterine uçaklar çiziyor, çizdikçe uçmayı düşlüyordu. Savaş uçağı, helikopter, yolcu uçağı… Yakından hiç görmediği uçakları merakla inceliyordu dergi ve gazete fotoğraflarından. Seviyordu bu insan icatlarını, kuşları, uçurtmaları sevdiği kadar. Annesi yaşlıca sayılırdı. Seksen darbesindeki askeri vesayet rejiminin gücüne hayranlığından, “Oğlum büyüyünce pilot olacak.” diyordu çevresindekilere. “Üniformalı, askeri pilot olacak benim oğlum.”
Olmadı. Uçakların resimlerini çizerken resim yapmaya daldığından pilot olmayı unuttuğunu fark etmedi bile. Çocuk kardeşleriyle birlikte babasının işlerine koşturuyor, kâh benekli ineklerin yemlerini veriyor kâh el arabasıyla tezek taşıyor, farkında olmadan da işaret parmağıyla boşluğa resimler çiziyordu. Takvimlerin on yaşını gösterdiği aralıkta, sırtına geçirdiği çantasıyla okula vardı. “Bir insanın kaderini kendi istekleri şekillendirir.” demişti öğretmeni. “Çalışan, bir şekilde mükâfatını alır.” diye de cümlesinin sonuna umut eklemişti. Bu sözler çocuğu etkiliyordu tabii. Çünkü sınıfta en güzel resmi kendisinin yaptığını biliyordu. İçinden gelen resim yapma isteği coşuyordu böylelikle. O kadar ki diğer derslerde bile gizlice resim yapma hevesine kapıldı. Kimse sevmediği bir şeyi bu derece aşırılığa götüremezdi zaten.
Resim defterleri çabucak bitiyor, boyalar ellerinde eriyip resimlere dönüşüyordu. Resim defteri ve boya almaya para yetişmiyordu. Kitapların arkasındaki boş sayfalar gelirdi hatırına. Bu sayfaların neden boş bırakıldığını nereden bilsin. Gizlice dualar eder, Tanrı’ya şükrederdi, bu boş sayfaları bırakmayı düşünenler için. Not tutmak için bırakıldığını öğretmeninden öğrendiğinde bile o, resimler çizdi bu boş sayfalara. Hatta sınıf arkadaşlarının kitaplarındakileri bile istemekten çekinmedi. Ama bu kâğıtlar bitince hayat duruyor ya da gerçek hayatın sıkıcılığı kalıyordu geriye.
Resim yarışmalarına katıldı çocuk. Nihayet bir ödül alabilmenin sevincini yaşadı. Bu başarı, sarmaşık gibi yayıldı küçük yüreğine, yaşantısına. Okul arkadaşları onu değerli biri gibi alkışladılar. Anne ve babası önemsemedi. “Sanki doktor mu oldu bana, ben ne yapayım ödül aldıysa.” dedi babası. Annesi hayal kırıklığına uğramış, söyleniyordu: “Oğlum bırak resim yapmayı, sen pilot olmayacak mıydın? Kim aklını çeldi senin? Elin çocuğuna bakıyorum elinden kitap düşmüyor. Bak! Hem resim yaparken boynunu büküp duruyorsun öylece, kambur olacaksın bu gidişle…”
Çocuk, üniforma ve itibar ilişkisini anlayacak değildi. Pilot olmanın tek cazip yanı “Göklerde kuşlar gibi özgürce uçmak.” diye düşündü. Ama pilotlar kullandıkları uçakların sahibi değildi, istediklerinde uçamazlardı, bu gerçeği öğrendiği gün, içindeki umut bir çırpıda kayboldu. O yaşta bile özgür olamamanın hüznünü duydu. Resim yaparak maceralara, tanımadığı hayali yerlere uçtu, yüzdü, koştu, yürüdü, canı ne istediyse onları yaptığını düşleyerek, çizerek rahatladı. Çok istediği bisiklet özlemini bile çizerek giderdiğini, bu sayede hayaline bir nebze olsun yaklaştığını anladı. Satın alamadığı yiyecekleri çizdi örneğin. Tadını bilmese açlığını geçirmese bile çizip boyadı. Kısaca resim yapmak onu bu dünyanın imkânsızlıklarından kurtaran yeni bir evrenin kapısını araladı. Nereyi düşlediyse resmini çizerek içinde yaşadı.
Çocuk, Adana’nın İncirlik Mahallesi’nde, dışı boyasız, tek katlı, kiralık bir evde ailesiyle kalıyordu. Altı kardeşin en küçüğüydü. Büyük ağabeyi, kasalı motosikletiyle sokak sokak dolaşır, güğümlerdeki sütü, bakraçlardaki yoğurdu satmadan dönmezdi eve. Babası zamanını kahvehaneye bırakırdı gün boyu. Madeni domino taşlarıyla oyun oynar, gamsız mizacıyla bir ailesi olduğunu, uyurken başında unuttuğu kasketi gibi unuturdu. Çocuk bir akşam televizyonda haberleri izlerken savaş uçaklarının neler yaptığını gördü. Eskiden onu heyecanlandıran uçaklar, gitgide onu ürperten, korkunç icatlara dönüştü. Artık tepesinde uçuşan savaş uçaklarına değil, gökyüzünün sonsuzluğuna, envaiçeşit renklenişine, hayranlıkla, ilgiyle bakıyordu çocuk. Gökyüzü de kıyafet değiştirip ona, her randevusunda farklı sürprizler hazırlıyordu sanki. Gök; güneşe, aya, yıldızlara hükmetmeden, cezbedici renklerle, ışık ve renk şölenini her gün değişen yüzüyle sundu çocuğa. Bazen de -bulutsuz havalarda genellikle- çarşaf gibi açık bir mavi serilirdi güneşin sıcaklığına.
“Kader, kılıktan kılığa girer ama asla değişmez.” diye söylenirdi annesi. Çünkü yeni taşındıkları yer havaalanının yanındaki Şakirpaşa Mahallesi’ydi. Yine uçakların seslerini duyacaklardı. Eskisi gibi tek katlı, bahçesinde ahırı bulunan bir ev kiraladılar. Çocuk, bu mahallenin çok ilginç bir kuralıyla belki de dedikodusuyla tanıştı ilkin. Uçurtma uçurmak yasaklanmıştı bu bölgede. Ona uçurtma uçurmaması söylendi. Hangi çocuk takardı ki bu kuralı? Bir ara mahallenin çocukları uçurtma yarışına tutuştular, kimin uçurtması en yükseğe çıkacak diye. Ama çocuk babasından korktuğu için uçurtma uçurmaya cesaret edemedi. Uçakların hava sahası, parsellenmiş yeryüzü gibi sahiplenilmişti yani. Kimdi göklerin gerçek sahibi? Kuşlara bile dar edilmişti dünya. Çocuk kalabilmenin öyküsü de buruktu bu görünüşüyle. Gerçekleri anladıkça içinden kanırtılarak parça parça kopuyordu uçaklar, uçurtmalar. Gökyüzü sadece uçak denilen aygıtlara tahsis edilmişti sanki. Uçak, bombalar yağdıran kötü bir icada; uçurtma, uçurulması yasaklanan oyuncağa dönüşünce resim yapmaya da kâğıt yok, boya yok, eve gitmeye de gerek yok, diye geçirdi içinden. Mahallede avare avare dolanıp durdu bu yüzden. Öteden beri mahalledeki çocuklar gibi olmadığını hissederdi. Onların oyunları hep ütmek-ütülmek içindi çünkü. Oysa çocuk yenmek istemiyordu, kazananların acımasızlaştığını, yenilenin duygusal tahribatını hissettiğinden belki de.
Gökte beyaz bir güvercin, taklalar atarak doğasındaki mahareti sergiledi. Kırlangıçlar bumerang gibi dönüp durdu, biri gitti biri geldi. Serçeler fevri zıplayışlar ve kanat çırpışlarıyla ağaç dallarında gezinip uçuştular. Çocuk, bu güzel canlıların renklerini, seslerini, havada süzülüşlerini, tüm hareketlerini en küçük ayrıntısına değin gözleriyle çekti içine, yerleştirdi zihnine. Poyraz, kurutarak büzüştürmüştü yumuşak zeminleri. Gökyüzü mat, gri rengini giyinmişti. Evine doğru yürürken omuzları gevşedi çocuğun. Boynu büküldü, başı önüne düştü. Yerdeki bulanık su birikintisine bakarken buldu kendini. Suyla oynaşıyordu göğün yansısı. Kaldırıp başını göğe baktı. Artık uçaklara bakan değil, göğe bakan bir çocuk gibi hissederek, “Seni de kendi hâline bırakmıyorlar değil mi?” deyiverdi. Nedense yüzüne bir sevinç yayıldı o an. Bir heyecan belirtisi gözlerinde parladı. Kararını verdi birden. Kuşların resimlerini yapmayı salık vermişti doğa. Gülerek göğe bakarken, elleri havada şekilden şekle giriyor, parmakları havada oynaşıyor, elleriyle göğe resimler çizerken, bir yandan da fısıltıyla, “Sen varsın ya, resim defteri almama gerek yok artık, üstelik annemi üzmemiş olurum, boynumu bükmediğim, kambur durmadığım için. Sana baktıkça başı dik durur insanın, boynu bükülmez!” diyordu, gökyüzünün konuştuklarını işittiğine inanarak.
Mehmet Oral kimdir?
1983’te Şanlıurfa Suruç’ta doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi burada bitirdi. Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Öğretmenliği Bölümünden 2003’te mezun oldu. Aynı yıl “Kayıtsızlık” adlı özgün baskı ve resim sergisini açtı. 2004-2005 yılları arasında Zu sanat dergisi editörlüğünü yürüttü. Bu dergide şiir ve denemeleri yayınlanmıştır. Halen edebiyat alanında çalışmalarını sürdürmektedir.
edebiyathaber.net (16 Nisan 2020)