
geçen sene bu vakitler afrika’da bir kabiledeyken, ‘annen öldü!’ diye haber uçurmasaydı ninem, salgın vakti dönemezdim buralara asla, aklım ordayken.
delik açma, ilik dikme, teyel sökme; fermuar yenileme, kıyafet daraltma-genişletme, paça kısaltma-uzatma vesâire, hemen her terzilik işini küçük yaşımdan beri bilirim. neneme kalsa örgü, nakış falandı ya işin aslı, ilkokula başlamadan başladıydım annemin sâyesinde terziliğe!
süt, yumurta, peynir şarttı ona göre her sabah, bal, zeytin, tereyağına nispeten. kaymak, kaşar ve sucuğun da dâhil olduğu, o şen-şakrak müreffeh kahvaltıları sırf pazarlara saklardı hep.
dedemin cephede mermiden, babamın kamyonunda kalp krizinden ölmüşlüğünden beri üç kadın bir evde, nenemin şehit maaşına annemin terzi geliri eklenerek hayat sürerdik.
hem eve yakındı dükkân hem parka. çalıştığım kadar oynardım. sokağı da severdim çok en çok ip atlayıp seksek oynarken. terzi sabununu, tebeşirini pek iki kullandığımdan her çizim görevim gibiydi. sekseği kızlar, çivi oyununu, misketi, top sahasını erkekler hep bana çizdirirdi. bunun için çividen de, misketten de, futboldan da anlarım.
etek, pantolon, bluz, gömlek, ceket, manto, elbise, gece kıyafeti, gelinlik.. yok yoktu annemde. mezurayla boy boy ölçüp biçtiği çocuk, genç, yaşlı nice müşteri için top top, renkâhenk, rengârenk kumaşları altûnî sarı-gümüşî beyaz arası bir tonda olan o iri makasla ince ince ve sabırla keser, upuzuuun bir yolculuktan sonra ipliğini iğnesine geçirdiği o güzelim dikiş makinesinin pedalına o minicik ayacığıyla usuuulca basar, çoktaaan başlayan göz ziyâfetim rûh şölenime döner, seyrine doyamadığım annemi gömüldüğüm eskil koltuktan izlerken âdeta mest olurdum.
karakalem çizim, renkli defter ve model dergileri bir yana, az kadın mecmuası görmedim manken kıyafetleriyle bezeli bin bir tarzda. fotoğraflarına bakakaldıydım yedime dek ancak, okumayı söktüğümde daha da hoşlanır olduydum o güzel, o zarif hallerinden. heveslenmedim değildi onlar gibi olmaya. ama “el emeği, göz nuru bambaşka!” diye diye yüreğimin soğumasına vesile olsa da bilip-bilmeden, seve-zorlaya mesleğini öğrettiydi, “artık bir altın bileziğin var kolunda!” deyip, o pek hoşlandığım ebemkuşaklı yedi plastik bileziği tebessümüne eş takarken çocuk koluma annem.
gelen-giden olmasa, elinde bir işi kalmasa, hiçbir şey yapmasa dahi boş boş oturmaz, broş, yüzük, bilezik, kolye, kemer tasarlar, kızına da öğretmekten geri durmazdı mesleğinin inceliklerini. “hiçbir işte hiç kimse ‘benden ustası yok’ diyemez!” der, bu sözünü pekiştirirdi bir başka sözle: “boş zaman diye bir şey yoktur, boş insan vardır ancak!” hatta gole giderken bir keresinde ayağıma tekme yediğimden on beş gün şişlik ve morluklarımdan öte değil parka, sokağa, dükkâna dahi gidemememin cezasını, yârenlik ettiğim nenem başucunda, ayak kıltında, elinin altında, elinin köründe olmamdan pek memnunken, istop ile yakan top dışında bir topla oynamamı, yâni futbolla hemhâl olmamı yasaklamış, “boş kalanı ne kul sever ne allah!” deyip, önüme iki bez torba döküp, noktasız-virgülsüz bir nefeste “bu nazar boncuklarını şu deliklerinden bu çengelli iğnelerin şu uçlarını açıp içlerinden şöööyle geçirip ağızlarını mökkem mökkem kapayacaksın” emrini müteakip, “boş boş oturmak haram” diye güle-oynaya azarlayarak çektirmişti annem!
yağ satarıma, bezirgân başına, köşe ve mendil kapmacaya, saklambaca pek ses etmese de, özellikle erkeklerle birdir bir ve uzuneşek oynamama nedense karşıydı, bana evde beştaşı öğreten nenem! ama ben her ikisini de dinlemez, kız-erkek demez, fırsat buldukça oynardım parkta, sokakta. nerden bulacaklardı benim gibi hem kız hem erkek oyunlarından anlayan ‘erkek fatma’yı, üstelik de forvetiyken mahalle takımının!
nedendir bilmem, beni parasız bir leylî mektebe yazdırmışlar, hafta içlerimi derslerle hafta sonlarımı da dikişle doldurmuşlardı. bin bir atasözü, vecize, deyim, özdeyişle bunun nedenini açıklama kabiliyetine sâhip annemin yerine neneme sorduğumda, önce “öyle icap etti”, sonra “yetimlik işte”, ardından da onca kaçınmama rağmen öz-sözlerden, “hayat zor!” diye finali yaptıydı. perde!
“icap.. yetimlik.. hayat.” üç kelimeyle özetlemiş olsa da leylî hâlimi nenem, o vakitler dudak büküp öfkelendiğim annemi, şimdi kabir ziyaretinde ağlayarak anladım desem pek yalan olur.
soğuktu hep her taş mektep. okka-divit yazmayı hem becerdim hem sevdim bir de jimnastik dersin: işte ilkokul. anadilim ortaokulda iyi, ingilizcem berbattı. bademcikle geçti üç yıl. kompozisyon olmasa çekilmezdi lise ve de toplu oyunlar: voleybol, basketbol, elbette futbol. mecmua mecmua fotoğrafa merak saldığım puslu-yaslı-yaşlı dünüm üniversitede radyo-televizyon bölümünü bitirtti. hayatta olsa da ninem annem gibi ölmüştü en az çocukluğum kadar, yaşarken öfkem hâlâ…
bir kez olsun iğne-iplik almadım elime.. sırf bunun için bile minnettarım leylilere.
iş ararken bir gün bir gaz’tede bir ilân: afrika’da belgesel çekimi için radyo-tv mezunu… uçtu güvercin! zaten ipliğimi koparalı çok olmuştu.
cenaze sonrası hemen pırrr. (…) bilirsiniz iyiyimdir çocuk oyunlarında (…) nefret eder oldum çoktaaan her tür kahvaltıdan. (…) hâlâ sevmiyorum özlü sözleri. (…) dedem, babam olsalardı hayatta.. bilemedim! altın bileziğimi gömdüydüm annemle. (…) son çengellimi de kırdım boncuyla nazarın! afrika’da su arıyorum ben.
edebiyathaber.net (15 Nisan 2025)