Toprağa sırt üstü uzanmış gökyüzünü izliyor.Bir çift kır serçesi, tepesinde cıvıldayıp duruyor. Kuşluk güneşi yüzünü yakınca,yüzükoyun döndü toprağa. Serçelerin tehdit edici cıvıldamalarına aldırış etmeden, çıtlığın etrafında dolanan karıncayı izledi bir müddet. ‘’Tepemde cıvıldaşmalarına bakılırsa yuvaları olmalı buralarda’’ dedi. Serçelerin daha fazla huzursuz olmalarını istemedi. Ağzında kürdan gibi tuttuğu çöp parçasını tükürdü. Piyade tüfeğini alarak ayağa kalktı. Tepedeki kayalığa doğru yürüdü.
Tüfeğini tetikte tutarak siper aldı. Kayalık, siper ve kamufle olmak için bulunmaz yoğunlukta. Tepeden yamaçlara inildikçe yoğunlaşan, içinde yüzlerce insanın barınıp korunabileceği tonlarca kaya var. Bir yüzleri yosun bağlamış kapkara kayalardan oluşan bir dünya. Tepe, güneye gidildikçe alçalıp ovaya kavuşuyor. Ovanın ucu bucağı gözükmüyor.Buğday arpa çoğunluklu üretim yapılan bölgede, ekinler iki karış kadar boy atmışlar, yemyeşil bir düzlük. Anızlar sararmış saplarla ovaya renk katıyor, bir kısmı herk edilmiş. En fazla bir aya kadar bütün anızlar herk edilir. Ovaya toprak rengi ve yeşil hâkim olur. Mayıs ortalarında çiçekler çeşit çeşit renkleriyle ovayı bir renk cümbüşüne çevirirler. Ovanın orta yerindeki baraj gölü, etrafı renklerle süslenmiş bir duvar aynası gibi.
Kulaklarındaki doğal ezgiler zamanın kopmasına neden oldu. Kayalıktan ovanın kuzey doğusuna, düşünceleri kayıp gittiğinde anda değildi artık.
Ovaya inip çayı geçtikten sonra yamacı tırmandığında tepenin ötesi köy. Çocukluğunda ilk kez babasıyla düğüne gelmişlerdi. Bu köyün insanlarını daha çok misafir odalarındaki sohbetlerden tanıyordu. Onlar köylerine geldiğinde babası mutlaka ağırlardı. Misafirin gelmesinden çok hoşlanırdı. Yedirmeden içirmeden asla göndermezdi. Sohbetler, espriler, kahkahalar havada uçuşur, ta dışarılara kadar taşardı. Bu canlı, keyifli sohbetlerin müdavimiydi. Sofra kurar, çay getirip götürür, tellenen sigaraların doldurduğu küllükleri boşaltır, el yüz yıkamaya ibrik havlu getirir, atlarını eşeklerini ahıra bağlar, torbalarına saman arpa koyardı.
‘’Ne atı, ne ahırı, ne arpası?’’ Duldasında siperlendiği kayaya ‘’’ah ulan’’ deyip sırtını dayadı. Gözleri kapalı, gökyüzüne doğru katıla katıla gülmeye başladı. Sonra iki damla gözyaşı… Buna nasıl bir ad koyacağını bilemedi. Özlem… Anaya, babaya, sevgiliye, taş gibi insanın yüreğine oturan. Geçip gitmiş ama geride yaşanmış gibi gözüken yaşanmayan anlar, yaşadığını sandığın anlar ya da zamanlar. ‘’Ne at kaldı ne de eşek. Herkesin altında özel araçları, ellerinde akıllı telefonlar, evlerinde televizyonlar, internetler… Misafirlik mi? Zamanın kendini an gibi gösterip oynadığı bir oyun muydu?
Tepenin ötesindeki köyü düşünürken defalarca gittiği evle ilgili olarak, ‘’Kuzey batı girişindeki ev olmalı’’ dedi. Sol elini güneşe siper etti. Sağ elin parmaklarını avucuna doğru rulo yaparak dürbün niyetine gözüne götürdü, evi inceledi. Olduğu yerden nokta gibi görünmesine rağmen her şey ince ayrıntısına kadar net gözüküyordu, dürbünden. Evin önü tertemizdi. Tek bir çöp tek bir toprak kırıntısı bırakılmamış. Süpürülmüş, sabah temizliği yapılmış. Küllüğün tepesindeki horoz haremini kolaçan ediyor.‘’Ah Leyla! Zamanın, anın canına okuyan kadın. Mutlaka böyledir. Hamaratlığını, titizliğini, özenini bilmez miyim? Leyla’dır zamana hükmeden. Leyla’dır hayata biçim veren, bana verdiği gibi.’’
Belki binlerce kez olmuştur, aynı zaman, aynı mekânlarda bu nakarata dönüşmüş cümleleri tekrarladığı. Eylemler rutin yıllık ritüellerdir. Gece yarısı, tüfeğin dipçiğiyle vurulur kapı. ‘’Tak tak’’ sesi gecede çınlar dört bir yanda. Sesteki ritim, tonlama, kendini bir kilometre öteden hissettiren koku… Hepsi bu köye o kadar tanıdıktır ki köpekler bile havlamazlar. Büyük kazanlarla sular kaynatılır, saç sakal tıraşı yapılır. Banyodan sonra güzel bir sofra ve çay.
Gözleri, kayalık tepenin ovayı ve baraj gölünü seyrettiği gibi seyretti. Ciğerlerine çektiği kır havasından büyük keyif aldı, rahatladığını hissetti. Ilgıt ılgıt esen rüzgâr henüz başağa dönüşmemiş ekinlerle değil de kendisiyle dans ediyor sanki. Baraj gölü ovanın ortasında gökyüzüne tutulmuş, bulutları yansıtan bir ayna.Bulutlar ise Leyla. Göl sakin. Su yüzeyini hafif bir esinti yalıyor. Körfezde sandallar yan yana dizilerek bağlanmışlar. Avcılar, avlanma yasağını dinlenme fırsatına çevirmişler. Bazı avcılar eksiklerini toparlamaya çalışıyorlar. Birkaç tane flamingo, balıkçıl, martı oralarda dolanıp duruyorlar, belki bir rızık çıkar diye…
Güzellikler hayıflandırdı, Leyla kadar olmasalar da. Leyla Ablaydı ilkokula başladığında, gönlüne akıverdi. Uzun kıvrım kıvrım saçları belindeydi. Hele bir türkü söylemesi vardı ki insanın ciğerini sökerdi. O başladı abla mezun oldu okuldan.Sonra da Ruşen’le evlendi.
Kendine baktı, silahına baktı, kayalığa baktı, gözleriyle üç yüz altmış derecelik bir çember çizerek ovayı bir kez daha panoramik resmini işledi belleğine. Birkaç traktör anızları herk ediyor, sığır çobanı sığırları doğudaki merada yayıyor, bir sürü de o bölgede. İki sürü de gölün batı yamaçlarında…Doğa, canlılık ve silah. Sıkıntı bastı. Kayanın duldasında matarasına uzandı. Su içti. Bir şeyler oluyor sürekli. An zamana mı akıyordu. Yoksa o an zaten zaman mıydı? Bir zamanlar babasının avuçlarını gölden büyük sanıyordu. Çocukluk yıllarında kavaklığa gittiklerinde babası iki avucunu birleştirir buz gibi kaynak suyuna kepçe gibi daldırır bütün suyu alır kendisine tutardı. Ağzıyla abanır buz gibi soğuk suyu iç iç bitmezdi, eşek bile tüketemezdi bu kadar suyu, gölden çok çok büyük gelirdi babasının avuçları… Kalan suyu babası avuçlarını alttan açtığı anda yeşilliklerin üstüne boca olur. Yangın helikopterine de benzetirdi çocukluğunun hayal dünyasını… Yangın çıkmış babanın avuçları helikopterin taşıdığı bukete, taşıdığı suyu yanan alanlara boca eder.
Babanın avuçları gölden büyüktü ama dünyası bir vadi kadardı. Varsa yoksa ağaçları, omçaları. Günlerinin büyük çoğunluğu bu vadide geçer. Vadinin içinden akan derenin içindeki kavak ve söğütlerin çevresindeki düzlük ve yamaçlarda asma kütükleri ve vişnesinden kirazına, kayısıdan şeftalisine, eriğinden elmasına kadar birçok meyve ağacı var. Kavaklar,vadinin dışındaki dünyayı merak edercesine semaya doğru ha bire boy atıyorlar. Tepelerinde cıvıldayan kuş sohbetleri hiç eksik olmuyor. Kendi çocukluğu da o vadide geçti babayla birlikte. Şu şahit olduğu doğal canlılığı orada defalarca yaşamış, kuşunu, börtü böceğini çok yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Yalnız kaldığı zamanlar da çoktur o uğuldayan vadide.
Gözleriyle etrafı tararken, kayalar arasında dikdörtgen biçiminde önü açık bir boşluk keşfetti. İçine girdiğinde, rahatlıkla bir kişi yatabilecek uzunluk ve genişlikte olan bir alan. Duvarları oluşturan kayalar adam boyunu hayli aşan yükseklikteydi. Dışardan içeriyi görmek imkânsız. Ancak giriş çıkış kadar açık olan öne gelindiğinde içeri görülüyor ya da kayalığın en yüksek tepesine çıkıldığında. İçeriyi sandığa benzettiği için bu ismi verdi.Önü, araziye ve biraz ilerisindeki tarlalara bakıyor. Sandıkta güven içinde akşamı bekleye bilir.
Sandıkda Kavaklı Vadi kadar yalnızlık ve ıssızlık duygusuyla dolu. Şair, filozof gibi hissediyordu kendisini.‘’Evrende zaman var mıydı? Varsa o zaman seni sevdiğim zamandı, Leyla’ydı. Çabuk geçen ve sonsuz olandı. Yani an’ dı. Gerisi yavandı. Aktı gitti. Kolay değildir an’ ı yakalamak. Beğenimle yakalamıştım, an sanmıştım. Sevgim zamana dönüştürdü. O an gittiyse zamandan sıyrılmak kolay olmamıştır. Geçmek bilmeyen, yavaş yürüyen ve alabildiğine uzun bir zamandır. Yılanın deri değiştirmesi-biz buna gömlek değiştirmesi derdik- kolayca vücuttan sıyrılamayan. Çocukluğumuzun eğlenceli korkusu, upuzun bir kefendi. Yılanın kefeni derdik. O kefenden Leyla’ya da giydirdiler yoksa bana mı giydirmişlerdi, süt beyazı, etekleri, duvağı yerleri süpüren, ondan evin önünde tek çöp yoktu. Kefenin içinde Leyla çok mutluydu. Kefen insanı nasıl mutlu eder? O kefenden kurtulmak hiç de kolay olmuyor, zamandan sıyrılmak kolay olmadığı gibi. An bittiyse zamanı bırakmak, terk etmek gerekir. Ama nasıl?’’
Uzandığı sandığın içinde gökyüzü ne kadar uzak ama berrak görünüyor. Gökyüzüne uzanan duvarlar ufukta bir teleskop görevi görüyordu. Bulutlar kayıyor, cilveli nazlı, Leyla gibi gülen. Bulut olsaydı kara bulut olurdu, çok öfkeli, şimşekler çaktıran fırtınalar estiren. ‘’Korku olurdum. Başka bir halt da olmazdı benden. Millet gider çoban olur, doktor olur, derviş olur, peygamber olur… Ben ne oldum?’’ Silahına baktı, taş duvarla kendi arasında emniyete aldı. ‘’Ben ne oldum? Sana söylüyorum, ben ne oldum?’’ Doğruldu. Aradan dışarıya baktı.‘’Avcı, yolcu, koruyucu, komando, terörist, gerilla, asker kaçağı… Nesin sen?’’
Gri, beyaz bulutlar huzur,mutluluk veriyor,rahatlatıyor ki Leyla’dır mutlaka…’’ Her halde ben olmazdım, olsa olsa Leyla olurdu. Leyla olur… ‘’ Gözleri kapandı.
Uyandığında gün ikindiye eviriliyordu, Çok acıkmıştı. Matarasından su içti. Bir kuru ekmek parçası aldı çantasından yemeye başladı. Kısa ve yoğun uykunun etkisinden sıyrılmaya çalıştı. İşemek için sandığın çıkışına doğru kendini doğrultunca gördü boz yılanı. Kahve gri renkli benekli bir yılan, çenesini toprağa dayamış dilini çıkarıp çekiyor. Tısss sesini duymasıyla boz yılanın kayaların arasına kayması bir oldu. O kadar hızlı hareket etti ki tıslamayla kayaların arasında kayıp olması, olmayan zamanda gerçekleşti. Şaşırdı kaldı. İki üç metre kadar mesafedeydi. Ya uyurken gelseydi. ‘’Ne bulacaktı kuru ekmekten başka. Acından ölürdü benim gibi. Tıslaması çok tehlikeli bir tehditti. Benim gibi daha yenilerde kış uykusundan uyanmış. Uyuşukluğu üzerinden atmaya çalışıyor. Titreşimleri hissetmeye, diliyle koku almaya çalışıyor herhalde. Benim gibi aç, av peşinde. Taşların olduğu yerlerde mutlaka yılan vardır. Korunaktır, yiyecek deposudur, yuvadır. Gömlek değiştirirken özellikle kefenden kurtulmak için mutlaka taşa ihtiyaç duyar. Zamandan kurtulmak içinde zamana ihtiyaç var. Bakmazsın ötesine, geride sadece upuzun kıvrıla kıvrıla toprağa taşların arasına serilmiş, sıkışmış bir kefendir geçmiş, yılan dönüp bir daha bakmaz bile -ben hâlâ Leyla’ya giydirilen kefeni değiştirmedim sırtımda taşıyorum-, geçmişi ki yeni gömleğiyle, derisiyle, zorlu bir mücadelenin sonucunda hayata dipdiri capcanlı yakalar. An gitse de gerisi önemli değildir. Taşını bulmalısın, yılan taşı değil herhangi bir taşa sürtünerek kefeni bırakmalısın –bırakamadım, gülünce bembeyaz ortaya çıkan inci gibi dişleri-, en sancılı, en zor zaman deri değiştirme, büyüme, gelişme için yıpranmış deriden bir an önce kurtulma zamanıdır, ne kadar sancılı olursa olsun. Tabi deri bırakıldığı an da birçok tehlike bertaraf edilmiş hayata daha diri devam edilme zamanıdır.’’
Böyle mi anlatmıştı annem?
Çok âşıktım. Kara üzüm tanesi gibi gözleri ışıl ışıldı. Çok yakışırdı gülüşlerine. Hınzır bakışlı gülüşü eritiyordu yüreğimi. Yanık sesiyle söylediği türkülere kollarını açarak bir dans edişi vardı ki dayanmak mümkün değildi. İlkokuldaydım yani çocuktum Leyla’yı everdiklerinde… An öldüğüm andı. Zaman olamadan kaldı. Leyla’yla aramızda kaç zaman vardı? Beş mi?
Gömleğim kirlendi, değiştiremedim. Yılan gömleğini değiştirdi, capcanlı devam etti hayata. Koca kayalıkta bir taş bulamadım. Bir hikâyeye ihtiyacım vardı Leyla’ya takılı. Anneme ilham oldum. Dağlardayım hikâyenin hatırına.
Leyla hâlâ köyde bir düzine çocuğuyla.
Sonra hepsi olur zaman. Bir varmış bir yokmuş… An.
Rüyasında yılan anlatıyordu.‘’Taşlar her anlamda bizim için anlamlı.Uzun kış uykusunda iyi bir korunaktır. Sıcaklar bastımı büyümek için deri değiştirme dönemimiz her tür tehlikeye açık olduğumuz iki hafta boyunca-iki haftamı sen haftayı nereden biliyorsun, insan mısın? İtirazında bulunur- taşlar bizi korur, kuytuluğu iyi bir arkadaştır.’’
Yılan, Ruşen’in elinde bir değnekti, Kaman’ın Çarşamba pazarına götürüp geri döndüğünde boz bir piyade tüfeğiydi. ‘’Al bu tüfek senin’’ , karşısındakini onurlandırıcı bir ciddiyetle ‘’Dağlardasın tüfeksiz olmaz’’ demişti ve çapraz fişekliklerle donatmıştı. Ama ne fişeklik ne de fişek kalmıştı. Nerde düşürdüğünü, hangi çocuğa kaptırdığını hatırlamıyor. Tüfeği kaldı. Onunda birleştirme yerlerindeki plâstikleri birbirinden ayrılmaya başladı. Bazen sivri tarafları böğürlerini çizip canını acıtıyorlar. Sıcaklarda plastik kokuyor.
Çatallı diliyle yüzüne dokunur yara olur, suratı acı ve tiksintiden, korkudan buruş buruştur. Leyla olur öpücük kondurur yara bere kalmaz bir gülümseme yayılır yüzüne. Bir kasılır bir gevşer… Kan ter içinde sıçrayarak uyanır. Sandığın dışına atıverir kendini…
Gün batmış.Hava kararmıştı. Gecenin ürküten sessizliği/sesliliği hâkim olmaya başlamıştı doğaya. ‘’Nasıl bir rüyaydı Allah’ım?’’ Şaşkınlığını üzerinden atar atmaz silahını kaptığı gibi omzuna atıp kayalıktan ayrıldı. Zaman açlık zamanıydı… Zaman Leyla’ya gitme zamanıydı. Leyla’da zamana dur deme zamanıydı. Zamanda bu sevdanın hatırına durmalıydı ama durmuyordu…
Leyla’da da duramıyor. Her gelişinde Ruşen, kazanlar dolusu sıcak sularla bir güzel yıkayıp paklıyor. Saçını sakalını tıraş edip temiz giysilerle donatıyor. Karnını doyuruyor, demli çaylar içiriyor ‘’Allah’ın garibi’’ ne. Sevaptır garibi sevindirmek. ‘’Sana yeni bir tüfek almak lazım’’ dediğinde de çok keyiflenmişti.
Bir yerde bir günden fazla duramıyor ve de gidiyor. Herkes çok iyi biliyor ki bir seneye kalmaz gelir. Herkes onun Leyla’nın uydusu olduğunu bilmez ama. Yine de Leyla’yı Leyla’da değil, gezer gezer yine Leyla der ama Leyla değildir aradığı. Ne olduğunu bilmez.
Leyla’ya her geliş sıfır geliştir. Tazedir, ilktir… Gömleğini değiştirememiştir.
Ziya Şeker kimdir?
Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji mezunu. Yayınlanmış şiirlerinin yanında Edebiyat Haber, Kayıp Rıhtım, Kil Tablet, Oggito, Flashhilat gibi mecralarda öyküleri yayınlandı.
edebiyathaber.net (5 Kasım 2019)