Her zamanki gibi içtensizliği ve samimiyetsizliği ile kendisine ezberletilen kalıplarla bir müşterinin daha sorununu çözmeye yönelmişti Selim.
‘’Evet Mine Hanım, yardımcı olabileceğim başka bir sorunuz var mı? Sizin memnuniyetiniz bizim işimiz sayılır. Hayır, teşekkür ederim. İyi akşamlar Mine Hanım.’’
Bugün dinlediği kaçıncı kişiydi hatırlayamadı. Kaç kişinin sorununu çözdü, kaçınınkini çözemedi, düşündü, bulamadı. Oturduğu yerden gerinip esnedi. Gözü Esin Hanım’a ilişmişti. Elli yaşında, kumral, kahverengi gözlü, ofisin soğuk nevalesi. Hazırlanmış çıkıyordu, kimseye bir şey söylemeden. Esin Hanım çıktığına göre saatin altı olduğuna emindi. Her zaman aynı saatte, aynı hız ve soğuklukla ayrılan Esin Hanım’ın Selim’in hayatındaki izlenimi buydu sadece. Gitme vaktinin geldiğini bildirmek. Esin Hanım’dan sonra herkese iyi akşamlar dileyerek sahte bir gülüş attıktan sonra ofisten ayrıldı. Bugün günlerden neydi? Düşündü, düşündü bulamadı.
Elini cebine sokup telefonunu çıkardı. Bugün 20 Kasım Cuma 2011 olduğunu öğrendi. Durdu, olduğu yerde hiç hareket etmeden, öylece. Tüm dünya durmuş gibiydi bir anda. Gözlerini kapattı. Zamansal olarak tarihte bugünü yaşıyordu. İç dünyası nerede kalmıştı? Bilmiyordu, bilemiyordu. Tek bildiği bugünün bir an önce geçip gitmesiydi. Kravatını gevşetip yürümeye devam etti. Ofisten çıktıktan sonra sağ yöne geçip sokağa daldı. Biraz ilerledikten sonra yere seksek çizmiş bir kız çocuğu gördü. O yaşlara dönebilmeyi düşündü, imkansızdı. Küçük kıza bir kez daha baktı. Saçlarını sıkıca bağlamış, sarışın, zayıf, kırmızı elbiseli bir kız çocuğuydu. Durdu. ‘’Kırmızı elbise, kırmızı.’’ dedi. Gözlerini kapattı. Yürümeye devam etti, adımlarını hızlandırarak. Sıradan günlerin aksine adımlarını daha da büyük atmaya başladı. Acelesi neydi? Hayata hep geç kalanlardan olan bu adam, bugün adeta koşuyordu. Kahvenin önünden geçerken soluklanmak için biraz durdu. Yine birileri toplanmış ellerinde çaylar, önlerinde okey taşlarına ümit bağlıyorlardı. Gülümsedi. O sırada kahveden birisi haber sunan spikerin sesini duyamamış ki televizyonun sesini açtırdı. Kırk sekiz ölü olduğunu duydu. Nerede, nasıl, niçin, neden, kimin yaptığını açıklamaya başladığında spikeri dinlemeden yoluna devam etti. Nerede olduğunun ne önemi vardı. Onları geri getirebilir miydi? Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Küçükken canı sıkkın olduğu günlerde bulutları belirli hayvanlara, eşyalara benzetirdi. Tekrar benzetmeye çalıştı bu sefer kırk sekiz yazıyordu sanki. İlerlemeye devam etti. Bir kadın sesi duydu gibi geldi. İnce, narin bir sesti bu. Bir şeyler söylüyor gibiydi. İlerleyip sese doğru yürüdü. Müzik aletleri satan bir dükkandan geliyordu ses. Dükkanın önünde durdu.
‘’Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım, unutma beni, unutama beni, gözünden damlayamayan gözyaşın olayım, unutma beni, unutama beni’’ diyerek adeta fısıldıyordu bu ses. Selim gülümsedi. Esmeray’ın sesiydi bu tanımıştı. Dükkan sahibi ‘’ Yardımcı olabilir miyim?’’ dedi. Selim’in telefonda müşterileriyle konuştuğu sahte ve samimiyetsiz bir ses tonuydu bu. Selim teşekkür ederek yürümeye devam etti.
Gözlerini kapattı. Yürüdü, yürüdü. Bahariye Caddesi’ne kadar gelmişti. Karşıdaki çiçekçiyi gördü. Durdu. Dışarıdaki karanfillere gözü ilişti. Karanfiller, kırmızı, 20 Kasım, unutma beni…sürekli bir şeylerden kaçan, kaçmaya çalışan bu adam yani Selim Kızıldoğan. Dışarıdan bakıldığında kırk beş yaşında, uzun boylu, kumral, yaşını göstermeyen, yakışıklı, evli, bir çocuk babası, huzurlu ve mutlu… Çoğu kişinin yerinde olmak isteyebileceği bir adam. Her şey gözüktüğü gibi miydi ? Hayır tabii ki de. Karşı caddeye geçti, çiçekçiye girip bir buket karanfil aldı. Unutamadığı en çok karanfil severdi. Şimdi ellerindeki karanfiller ve unutamadıklarıyla beraber Esra’ya gidecekti. Sevdiği kadına her şeyi itiraf etmeliydi. Şimdiye kadar bunu neden yapmamıştı? İçindekileri diline döküp Esra’ya neden anlatamamıştı onu ne kadar çok sevdiğini, onu hiç unutmadığını? Tüm yol boyunca sevdiği kadını düşündü.
Ve işte sonunda Esra’nın yanına gelebilmişti. Karşısında, sevdiği kadın öylece duruyordu. Konuşması gereken Selim bir türlü konuşamıyordu. Önünde beyaz taşın üzerindeki ‘’ Esra Türkoğlu 20.Kasım.2001 Ruhu Şad olsun. Esra’nın yokluğunun gerçekliği ile yüzleşiyordu. Hiçbir şey söylemedi, söyleyemedi. Karanfilleri mezarın üzerine bırakarak yürümeye başladı. Biraz ilerledikten sonra telefonuna mesaj geldi. Eşinden gelen mesajda ‘’Canım neredesin, Hafta sonu annemlere gitmeye hazır mısın? yazısını okudu. Geriye dönüp Esra’ya bir daha baktı. Her zaman ki gülümsemesini takındı. Eve doğru yürümeye devam etti.
edebiyathaber.net (18 Şubat 2023)