“Ölüme inanmıyoruz ki, ondan korkalım efendim.”
Füruzan, Parasız Yatılı
Kapalı kalmaktan, çapaklanmaktan ve 25 miligramlık Laroxyl[1]’e karşı koyamamaktan mahmurlaşmış, şişmiş gözleri güçbela aralanıyor. Kulağında bir sinek vızıltısı. Gerçek anlamda değil, mecaz anlamda da… Sinek vızıltısı işte, deyip geçemiyor, önemsiyor. Dermansız bacaklarına yükleniyor sonra. Yorganın altındaki dizleri, bir tepeyi aşmaya çalışan kaplumbağa gibi ağır ağır yaklaşıyor göğsüne. O yelekli, içlikli, fanilalı insanların içini ısıtacak cinsten yorganı. Koyunyününden. Koyun gibi kokanından. İnsana ağıla tıkılmış hissi vereninden. Bir tek yün yorgan vermiyor bu hissi. Kerpiç duvarlardan dökülen kireçler, çürümüş ahşap kokan tavan, kırılmış ince pencere camının yerini tutan naylon, koyun pisliğini aratmayan fare dışkıları, saman çuvalı gibi üst üste yığılı eşyalar… Birinin bir diğerinden eksiği yok. Ya bu fotoğraf karesini tamamlıyor ya da çerçeveliyor. Kendi deyişiyle, ‘bir Grönland balinası’nın meskenini resmediyor.
Kırpıştırdığı, keskinleştirmeye çalıştığı nemsiz gözleri üçüncü ayağını arıyor. “Üçüncü ayak şüpheli.” Eski bir oyun repliği mi, yoksa tutmamış bir altılı ganyan kuponu mu, emin değil. Emin olduğu hafızası, alzaymır yolculuğu… Dalıp dalıp gidiyor. Müsamerelerde ezberlediği sayfalar dolusu şiirler, suflöre ihtiyaç duymadan sahnede kaldığı uzun süreler düşüyor hatırına. Bunak Recai tiplemesi, camsız kalın gözlükleri, eskitilmiş kazağı, perdenin kapanışı, sahne arkasına çekilişi… Hasretli gözlerini yaprak desenli perdenin üzerinde gezdiriyor. Ne kalın, ne kıvrılmış, ne iki parça, ne de birleşiyor. “Bari kıyıda köşede kırmızı renk olsa…” Yok. Belki var da gözleri seçmiyor.
“Üçüncü ayak,” diye sayıklıyor tekrar. Titrek elleri yorganın üzerinde marangoz tezgâhından çıkma bir uzvunu arıyor. Düz, pürüzsüz nevresimin altında birkaç yıldır dövülmemiş yünlerin katı, pütürlü dokusunu hissediyor. Bir zamanlar yünlerin imdat dediği ellerine bakıyor sonra. Buruşmuş, esmerleşmiş, pul pul lekelerle dolu derisini inceliyor. İnce derisini sıkıştıran, kabarmış mavi damarlarına dokunuyor parmak uçlarıyla. Tıkanmış bir kanalizasyon borusuna dokunmuş gibi tiksiniyor yaşlı damarlarından. Uzaklaşıyor bakışları, parmak uçları… Tekrar yorganın üzerinde geziniyor elleri. Çökük avcu, kızılcık ağacından yapılmış bastonla doluyor nihayet. Atbaşı sapın bükümlü kısmını sımsıkı tutarak tahta zeminle buluşturuyor bastonun ucunu. Yatmaktan çürüyeyazmış, yanakları çukurlaşmış kalçasından; eğrilmiş belinden ve takatsiz elinden güç alarak yataktan çıkmaya çalışıyor. Üç ayağı birden zor taşıyor kendini. Bir tanesi ağrı hissetmiyor çok şükür. Hani hissetse, yatağı tabut, kendisi canlı bir ceset olacak, kımıldayamayacak yerinden.
Ağır aksak yürüyor pencereyle duvarın arasındaki derin oylumun dibine. Pijaması düştü düşecek üzerinden. İncelmiş beli, zayıflamış kalçası tutamıyor artık kıyafetlerini. Zorunlu bir mola verip güçbela yaslanıyor duvara. Sidik kokan gri pijama, çekiştirildikten sonra yerini buluyor az çok. Hafif çapraz duruyor belinde. Olsun. Fırsattan istifade nefesleniyor biraz. Ayaklarını da deniyor o ara. “Birinci ve ikinci ayak şüpheli.” Yatağıyla bakışıyor. Geri mi dönse? Pencere kenarı daha cazip geliyor. Hem dönse, yatakta uyuyamadan geçirdiği her saniye ızdırap olacak, biliyor. Dışarı bakmak, zamanı geçirmek, ihtiyar gönlünü eğlemek mecburiyetinde. Sarsıla sendeleye ilerliyor o vakit.
Hırıltılar eşliğinde dışarı salınıyor nefesi. Bastonuna sımsıkı tutunup, ağır çekimde oturuyor pencere önündeki ahşap sandalyeye. Oturur oturmaz prostatı yoklamaya başlıyor. “Üç ayak da şüpheli.” Ne avludaki tuvalete, ne de yatağının yanındaki lazımlığa dönecek gücü kalıyor. Elini göğsüne bastırarak hırıltılarının dinmesini, nefesinin bir düzene girmesini bekliyor. Dışarıdaki sese kulak kabartıyor ardından. Yanılmadığını görüyor. Sinek vızıltısı dediği, okunan selanın ta kendisi. Bitmek üzere ama. Yolda epey zaman kaybettiğini anlıyor. Alıştığı güçlükle açıyor tahta pencereyi. Bu güçlüğe bile şükrediyor. Birazdan olacakları biliyor çünkü. Yanılmıyor yine. Ne yaparsa yapsın duyamıyor hoparlörden yayılan ölünün adını. Sövüp sayıyor yüzünün yarı büyüklüğüne ulaşan kulaklarına, kâr etmeyen işitme cihazına. Sövgüleri, nefretle dolmuş içini biraz olsun soğutuyor. Sakinleyerek dışarıyı seyretmeye başlıyor. Dingin, donuk hareketlerle konuşan köyün gençlerini görüyor. Çocukluğunda anlam veremediği, duyduğunu teyit ettirme çabaları düşüyor hatırına. Diyaloglar bir bir geçiyor zihninden:
“Kimmiş duydun mu?”
“Birgül Cennet dedi sanki.”
“Yok yok, ne Birgül’ü? Nurgül Cennet dedi.”
“Cennet değil yahu Caner dedi, Caner.”
“Aynen aynen Nurgül Caner.”
“He ya, Savrukların Nurgül, Tüpçü İsmet’in ablası.”
“Hastaydı zaten. Kurtulamamış demek…” Böyle sürer giderdi bu muhabbet. Eni sonu ölenin kim olduğunu bulur, giderlerdi taziye evine. Birkaç el sıkar, sıcak çayları yudumlar, duaları takip eden avuçlarını âmin diyerek yüzlerine sürer, sessizce durur, belki düşük seslerle bir-iki fasıl açar; vah vahlar arasında, ‘güzel insandı’ları, ‘iyi biriydi’leri, ‘sırma saçlıydı’ları, ‘badem gözlüydü’leri eklerlerdi cümlelerinin sonuna. Güç aşılarlardı taziye bittiğinde takatten düşecek ölü yakınlarına. Sonra kalkar, aynı elleri tekrar sıkar, rahmet dilerlerdi rahmetliye. Çıkarlardı ardı sıra, vazifelerini yerine getirmenin rahatlığıyla. Artık ölüm, bir sonraki selaya kadar uğramazdı semtlerine.
Şimdi, yaşadığı semtin adı ölüm. Nereye dönse, nereye baksa üç kat beyaz kumaş, bir çukur, iki bakraç toprak… Kulağında dinmeyen bir melodi: Hüseyni makamı.
Ölümü bir broş gibi yakasına iliştiriyor, yakıştırıyor kendine. “Sahi, ne iyi oldu. En çok yaşlılarda güzel duruyor şu zımbırtı. Genç delikanlılarda, körpe kızlarda abes, yakışıksız gözüküyor.” Hayalinde ruhunu teslim ediyor. Kıpırtısız, öylece yatıyor yatağında. Önce bakteriler geliyor taziyesine. Yumuşak dokularına dadanıyorlar hemen. Karnı şişmeye başlıyor. Evini iğrenç bir koku kaplıyor. Kırık cama tıkıştırılan naylon, bu iğrenç kokuyu daha fazla içeride tutamıyor. İlkin köpekler alıyor kokuyu. Uluyarak, ilk selasını onlar veriyor. Tüm köy duyuyor bu selayı. Ama kimdi, duydun mu, diye sormuyor bir Allah’ın kulu. Bu köpekte bir hal var da haydi hayırlısı, diyorlar yalnızca. Sonra koku tüm köyü kaplıyor. Burun direkleri kırılıyor. Gözler evine yöneliyor. Şu ihtiyara bir bakalım, hacetini evin içinde mi gideriyor, diye merak ediyorlar. Birkaç kişi toplaşıp kapıya vuruyor. Bir elleri burunlarında, sımsıkı. “… Amca! … Amca!” Amcaları susuyor. Göz göze geliyorlar birbirleriyle. Ölünün kokusundan sonra sessizliği de sızıyor aralarına. Sessizliği, “Yoksa…” diyen biri bozuyor. “Yoksa…” Gerisi yok. Omuzlar, tekmeler olanca hıncıyla kapıya iniyor. Çatttt. Paslı sürgüsünden kurtulan kapı, duvara çarpıp geri geliyor, ardından bir elin yumuşak tutuşuyla hafif bir gıcırtı çıkararak duruyor. Tiksinç bir görüntüyle karşılaşıyorlar. Burunlarından sonra gözleri de kapanıyor bir an. Nasıl yıkanacak, nasıl pamuk tıkanacak diye, tasalanıyor içlerinden biri.
Kokuya dayanamayıp dışarı çıkıyor ve hemen Vefa’yı arıyorlar.
“Selamünaleyküm Vefa.”
“Aleykümselam Yaşar Ağabey.”
“Vefa…”
“Ağabey toplantım başlıyor. Kapatmam gerek, ararım sonra,” diyor, babasına hep dediği gibi. Aramıyor.
“Vefa…”
İki-üç dıt sesi cevap veriyor Yaşar’a.
İçinde Allah korkusu taşıyan bir imam, cenazesini yıkayarak boşa çıkarıyor tasaları. Üçüncü ayağı evde kalıyor, lüzumu yok. Kırkayak olup gidiyor ebedi istirahatgâhına. Kırk ayağı birden kesiliyor sonra, yere indiriliyor. Geçici meskeninin çatısı açılıyor. Beyaz mintanlarla giriyor yeni evine. Tahta, kürek, toprak, su, dua, dua, el Fatiha… Mezar tümseğinin üzeri küreğin tersiyle düzeltilirken, “Şükür kurtuldu. Ele ayağa düşmesine ramak kalmıştı,” diyor biri. Hak veriyor başkası. Sağa sola bakıyor, taziye vereceği birini arıyor bir diğeri. Yok, yok… “Yoldadır,” diyor bir başkası. “Öyle, uzaktaydı Vefa,” diye yanıtlıyor adam. Konuşmalar kesik kesik, hareketler daha duyulmaz artık. Bir bir uzaklaşıyor ayak sesleri. Sessizlik hüküm sürüyor. Mevta, ebedi yalnızlığıyla baş başa kalıyor.
Hayalin derinliklerinden çıkıyor. “Ölmek neyse de, böylece, bir başına…” Susuyor. Yalnız, kimsesiz öleceğini çok iyi biliyor ama böyle yaşamaya ne kadar dayanacağını… İşte onu bilemiyor. “Ölmek neyse de,” diyor yeniden. “Öleceğin günü beklemek, öyle duraksız bir istasyonda bekler gibi her gün ölmemeye uyanmak…”
Camdan ayırıyor gözlerini. Kadife duvar halısına, halıya nakşedilmiş, yüzünü halının kırmızı püsküllerine dönmüş ceylana bakıyor. Hayatından yitip gitmiş son dayanağı, on beş yıl önce kaybettiği ahu gözlü karısı düşüyor aklına. Düşünmek daha da ızdıraplı bir hal alıyor böylece. Kendisini seçmediği, yalnız koyduğu için Azrail’e kızıyor. Kaderin zamansızlığına, bunca yılı karısından ayrı geçirişine hayıflanıyor. Kadınların ortalama ömrünü erkeklerden daha uzun hesap eden istatistikçiye sövüyor. Yaşamını buğulu bir manzaraya döndüren, karısını elinden alan hastalığa lanetler okuyor. Soğutamıyor içini. Hani güç yetirip bir hışımla kalkabilse, duvardaki Belçika malı çifte kırmayı ağzına sokacak, titrek elleriyle hiç düşünmeden tetiğe basacak. Yapamıyor, doksan küsur yıllık ömrünü bir tetik çekimiyle bitiremiyor.
Düşünmek istemiyor daha fazla. Unutmak istiyor her şeyi. Pencere oylumunun üzerinde duran Laroxly’nin kiremit rengi, yuvarlak şişeciğini açıyor. Eline aldığı uzun, yarısı sarı, yarısı beyaz haplardan birini susuz yutuyor. Hapın, sabahtan beri boş kalan midesine adeta tutunurcasına yapıştığını bulantı içinde hissediyor. Sandalyeye oturduğundan beri kendisini zorlayan prostatı iyice azıyor. Dinlenmişte olsalar, lazımlığa gidecek mecali bulamıyor dizlerinde. Sıkıyor kendini, zangır zangır titriyor. Kasıkları istemsizce gevşemeye başlıyor sonra. Paçasından akan sarımsı sıvıya yanaklarından süzülen renksiz birkaç damla eşlik ediyor. Yaşlı gözlerini teneşirde açmak dileğiyle kapıyor.
[1] Uyku ilacı.
edebiyathaber.net (21 Mart 2023)