Denizden kopup gelen yel, balık kokusunu yanında taşır, martılar, yükselen ağaçların tepesinde uçar sonra, bir şey unutmuş gibi hızla süzülerek geri dönerlerdi. Ağaçlar, belediye tarafından dikilmiş, bir müddet sonra etrafı demir ve betonla çevrilerek park haline dönüştürülmüş, zamanla küçük bir orman olmuştu… Bahar gelince her renkten çiçekle canlanan bahçeler fotoğraf çekenlerin uğrak yeri olurdu. Yakıcı sıcaklar bastırınca yüzme havuzundan yükselen çocuk şamataları gün boyu durmaz kulakları tırmalardı.
Televizyonunun siyah beyazdan renkli döneme geçtiğinde önce tenis kortu, sonra bisiklet, yürüyüş yolu hayata geçirilmişti. Yürüyüş yolunu yetişkinler kullanır, çocuklar bisiklet sürerek kentin olanaklarından fazlasıyla yararlanırlardı. Fuar alanı olarak da kullanılan bu büyük parkın etrafına sıralanmış apartman denilen evlerimiz vardı. Bir de bu olanakları kullanamayıp, yoksulluğun girdabında debelenenler…
Gülbahar her sabah evimize gelirdi. Çenesinin altından bağladığı eşarbı, rengi solmuş siyah elbisesiyle başka yaşamın insanıydı. Okul servisine teslim edilmem onun göreviydi. Aşağıdan çalınan servisin kornasıyla ok gibi fırlardım yerimden, normalden ağır olan çantamı kavrar benimle servise gelmeye kalkışır; engel olurdum. Onun görevi evdeydi. Düşüncesizce dağıtırdık evi tık demeden toplardı. Babam, çorap almak için açtığı çekmeceyi kapatma gereği duymaz, terliklerini evin olmadık yerine atar, annem uyarınca Gülbahar toplasın işi ne derdi. Evde arayıp bulamadığımız şeylerin sorumlusu da hep O, olurdu “nereye kaldırdı bu kadın “ diye söylenirdik. Bulunca yüzümüz kızarmaz bir şey olmamış gibi yaşamamıza devam ederdik.
Evde yapılacak günlük işleri annem belirlerdi. Uykulu gözlerle işe giderken ayrıntısıyla anlatır, kara gözlerini tamamen açar dikkatle dinlerdi. Kirpiklerini hiç kırpmaz nefes almadığını düşünürdüm. Banyonun duvarları ovulacak olurdu. Balkon demirleri parlatılacak balkon pas pas yapılacak, dağ gibi yığılmış çamaşırlar ütülenecek. Gülbahar, gün boyu Esmer tenli kalın kollarıyla ağır koltukları hafif çuval gibi kaldırır altındaki tozları tenini okşar gibi siler gık demez söylenen bütün işleri bitirirdi. Evde kaldığım günlerde onu takip ederdim. İzlendiğini fark edince yanıma gelir “paşam acıktıysan yumurta çakayım” derdi. Ters ve kızgın davranır aç olmadığımı anımsatırdım. Nedense annem mutfakta yemek yapmasını istemezdi. Bazen sebzeleri ayıklatır ama işten gelince musluğun altında bol suyla tekrar yıkar sadece kendi pişirirdi. Görüştüğümüz ailelerle konuşulurdu, çalışan kadınları yemekleri pişiriyorlardı. Annem asla izin vermiyordu Gülbahar bunca işe rağmen istekli olmasına karşın istemiyordu mutfakta çalışmasını. Arkadaşlarıyla konuşurken bir gün bizimki Roman demişti “Roman” ben bundan bir şey anlamamıştım. Kitap gibi okunabilir bir şey gözümün önüne gelmiş kafam karışmıştı.
Yaklaşan soğuk havalar nedeniyle kendimi koruyamamış hastalanmış, o gün okula gidememiştim. Annem sabah çıkarken İçmem gereken ilaçları Gülbahar’a izah etti suyun ılık olmasını tembihledi. Saatim geldiğin de ilaçtan önce bir şeyler yemem gerekiyordu ama hiç İştahım yoktu. Bembeyaz dişleriyle gülerek “Yumurta çakayım mı” dedi. Annemin, beni hasta bırakıp gitmesine içerlemiştim intikam için onun istemediği şeyi yapmak eğlenceli gelecekti “çak” dedim. “ Mutfağa girdi her gün temizleyip yerlerine yerleştirdiği tava tencerelerde ilk defa bir şeyler pişirecekti. Telaşlı, sevinçliydi. Duyamıyordum ama çok eminim şarkı söylüyordu. İşi uzun sürmüştü yumurta nerede kaldı diye seslendim hatta bağırdım desem daha doğru olur. Mutlu bir sesle “geliyorum şimdi bitiyor paşam” diye karşılık verdi. Yumurta tuzsuz ve tereyağlıydı annem beni zeytinyağlıya alıştırmıştı iki çatal aldım boğazımdan geçmiyordu. Yanında doğradığı domatesler iriydi maydanoz ve zeytinle tabağı süslemeye çalışmış ama olmamıştı. Yiyemedim. Ben yerim dedi. Hastalığım geçer sana bulaşır dedim. Bana bir şey olmaz dedi. İlaçlarımı içtim, uyumuşum.
Annemin gelip Gülbaharın gittiğini duymamışım. Annem çorba pişirip bana yedirmeye çalıştı. Yerken bir taraftan da göz ucuyla televizyon izliyorduk. Ünlü Şarkıcı…. ….. ödül aldığı haberi geçiyordu. Spiker şöyle diyordu. “Ünlü Şarkıcı ”…. ….. ………..” en iyi müzik ödülünü aldı. Haber bizim için sıradandı ta ki annemin babama söylediği söze kadar. “ o şarkıcı Gülbahar’ın dayısının oğlu.” Annem bunu o kadar doğallıkla söylemişti ki yarın yağmur yağacak ya da ne bileyim “ben su içiyorum isteyen var mı” der gibi. Duyguları sanki yokmuş gibi davrandığımız adı yoksulluğun yanında kafamda yer eden temizlikçi kadın birden başka bir şekle bürünmüş kendini fark ettirmişti bana.
Merakımı doyurmak için ilk fırsatta akrabası ünlü şarkıcıyı soracaktım elbette. O soruyu sorduğum da aldığım yanıt hiç de doyurucu olmamıştı. “Bizde herkes müzik aleti çalar çalgısız yaşayamayız biz” türünde bir şeyler gevelemişti ağzında.
Kış enikonu gelmişti artık. Pazarlama müdürü olan babam her sene yaptığı gibi kış dönemi bayii ziyareti için on gün iş seyahatine çıkıyordu. Okulun olmadığı şubat tatilinde iki gün evde Gülbahar ile kalacaktım ve o günlerde depo olarak kullandığımız binanın bodrumunu temizleyecekti Gülbahar. O gün geldiğinde yanında bende inmek istedim. Ben önde o arkada apartmanın merdivenlerini birlikte indik. Yanımızda getirdiğimiz el feneriyle üzerleri tozlanmış yığılı eşyalara tek tek baktık. Babamın dağcılık yaptığı dönemden kalma ayakkabıları, uyku tulumu, çadırları sonra annemin bir hevesle aldığı üzerinde koşarken hiç görmediğim koşu bandı, türlü model elektrik süpürgesi. Gülbahar süpürüp toz almaya başlamış bende koridorda oynuyordum. En dipte varlığını unuttuğumuz bisikleti dışarı çıkarıp silerken “kullanmıyorsanız satsanız ben alsam, oğlum hep bisiklet istiyor. Böyle bisikleti olsa işe kolayca gider, gelir,” dedi. Anneme danışmasını söyledim.
O akşam annem eve geldiğinde çok mutluydu terfi almıştı babam gelince kutlarız diye beni yanağımdan öptü. Bisiklet yedi yıldır kullanılmıyordu paraya gerek yoktu, oğluna götürebilirdi. Kısacası annem bunları söylemiş Gülbahar da o akşam bisikleti sırtında taşıyarak götürmüştü. Olayların böyle sonuçlanacağını bilsek bisikleti yerinde bırakırdık ama…
Babam çok mutsuz ve kızgın dönmüştü çıktığı yolculuktan. Arabasında dalgınlıkla bıraktığı çantası çalınmış tüm evraklar, şirketin parası gitmişti. Üstlerinden çantayı arabada bıraktığı için sert eleştiri almış çılgına dönmüştü. Annemin aldığı yeni terfi ile hiç ilgilenmedi. Babam hemen az bir şeyde kızan üzülen biri değildi, kolay kızmazdı. Kızınca öfkesi günlerce sürer annemle ben o zamanlar ondan uzak durur bu duygu durumunun geçmesini beklerdik. Şimdi Gülbahar bu durumun kurbanı olacaktı.
Gülbahar, annem sabah çıktıktan sonra gelmiş, kahvaltı masasını hazırlamıştı. Yumurtalı ekmeğimi yerken babam da masaya gelmişti. Babamın çayını doldurdu, portakal suyu istedim yılışarak. “Oğlun bisiklete sevindi mi?” dedim. “Ne bisikleti,” diye araya girdi babam. Mahcup sözcüklerle anlattık niyeyse. Bir şey oldu, yüz kasları gerildi, sağ kaşı atmaya başladı, bağırıyordu. Dudak kenarları köpürmüştü. Allak bullaktı. Kime sordunuz, kime sordunuz diye ısrarla tekrar ediyor söylediğimiz hiçbir şeyi dinlemiyordu. Kör, sağır olmuştu. Soluklandı. Bir yudum su içti. Gülbahar’ın ağzından kırık dökük şu sözler döküldü “Çalmadık ya. Geri veririm.” Babam artık zincirinden boşanmış bir canavardı adeta. “Onu da yaparsınız, belki çantamı arabadan çalan akrabandır.” Gülbaharın yüzü bembeyaz olmuş gözleri kızarmıştı. Boynundan önlüğü çıkardı, eşarbı başına bağladı ayakkabılarını giydi kapıya yöneldi, çıkmadan önce bize döndü “ Benim sülalemin hepsi çalgıcıdır. Biz o işten ekmek yeriz. Bu şehirde bu park olmadan öncede biz buradaydık. Bizi tanırlar. Biz hırsız değiliz ama belki siz olursunuz.” Kapıyı çarptı gitti. Son söylediği sözün ne olduğunu daha sonra anlayacaktım.
Annemi arayıp olanları anlatmış. Bisikleti eve getirmeyeceğini oraya bir daha ayak basmak istemediğini isterse babamın kendisinin gelip almasını söylemiş. Akşam babamla arka mahalleye gittik. Arabayı babam kullanıyor ben arkada oturuyordum. Tek katlı sıvasız evler yan yana dizilmişlerdi. Kapıların önüne atılan kilimlerde öbek öbek oturmuşlardı. Paçaları lastikli şalvar giymiş kızlar gülüşerek gruplar halinde toplanmışlar bıçak gibi parlayan su birikmiş çukurlu asfaltta boydan boya turluyorlardı. Başında güllü tokası olan kadın tanıdık geldi, dudağına sürdüğü kırmızı ruju ışıkta parlıyordu. Göz göze geldik bir yabancı gibi davranmıştı bana, başını sertçe çevirdi. Gülbahar idi. Son kez “Yumurta çakayım” demesini o kadar çok istedim ki. Bisikleti mahalle bakkalından aldık, yıllarca dokunulmadan kalacağı depoya yerleştirdik.
Bir yıl içerisinde Gülbahar’ın oturduğu mahalle kentsel dönüşüm projesi kapsamında önce istimlak edildi sonra “ultra lüks” evler adı altında milyon liraya satıldı. Şimdi yeni sakinlerini ağırlıyor. Yolunu şaşırmış bir martı gibi oralarda dolaşırken serinlik tenimi ürpertiyor Gülbahar’ın “biz hırsız değiliz ama belki siz olursunuz sözü de kulağımda çınlıyor.
edebiyathaber.net (16 Haziran 2022)