Art arda geldi ekipler; mıntıkası, polisi, ambulansı, itfaiyesi… Jandarma erleri yol kenarındaki çamlık alana girip yüksekçe bir yerden etrafa bakarken insandan mı hayvandan mı olduğu ayırt edilemeyen belli belirsiz bir ses duydular. Koşar adım aşağıya indiklerinde ağaçların arasında yatan bebeği gördüler; biraz ilerisinde de bir kadınla bir adamı.
Kısılmış sesiyle durup durup “An an anne” diyordu bebek. Elleri yumuk yumuktu, ağlamaktan devrilmişti gözleri. Önlüğünde mama artıkları kurumuş kalmıştı; toza toprağa belenmiş yüzünde ise burnundan aşağıya inen incecik bir kan. Erlerden biri, “Tamam, korkma, bak biz geldik” diyerek yukarı sıyrılan pijamasını düzeltip paçalarını çoraplarının içine soktu, saçlarını alnından geriye çekti, matara kapağı ile su içirmeye çalıştıktan sonra kucağına aldı. Arabadakiler ortalığa saçılmıştı, oyuncaklar, can yeleği, termos… Bir köpek dolanıyordu etrafta bir deri bir kemik. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama ne dediği anlaşılmıyordu; zaten onun yüzüne bakan da olmadı. Geridekilere bağırdılar: “Torba lâzım, hadi acele edin.”
Olay yeri inceleme polisi yakın mesafeden fotoğraf ve video çekerken savcıyla hekim de incelemelerini tutanağa bağladı. Ambulans görevlisinin getirdiği sıvı sızdırmayan, sarı renkli battal boy torbalara adamla kadını koymaya çalıştılar. Kayıyordu bedenler, güçlükle tıktılar el birliğiyle. Ortadaki uzunca fermuarları da çektiler. Torbanın her iki yanındaki ikişer kulpa asılıp önce adamı kaldırdılar. Üç dört adam üç dört adım gidince düşürdüler gövdeyi. “Dikkat” dedi içlerinden kıdemli olan. İkinci kez yekindiler: “Hop bir ki üç.” Kadını taşımak kolay oldu, incecik, kurucanaydı.
Er, kucağındaki bebeği hekime uzattı. Sarıldı sımsıkı tombik elleriyle bebek. Tanıdık bir koku aradı, annesinin kokusunu. Ağladı sonra. Boynuna asılı yalancı memeyi verdiler ağzına, sustu o zaman biraz. Köpek de peşlerinden gelmişti, belli ki uğurlayacaktı onları. Dolandı durdu küskün küskün.
Annesiz babasız gittiği ilk mekân hastane oldu bebeğin. Esra hemşire giysilerini değiştirdi, altını bezledi, emzirmek istedi, olmadı. Süte bebe bisküvisi katıp verilince yumularak yedi. Gözleri süzülürken ninnisi de geldi:
Dandini dandini danalı bebek
Elleri kolları kınalı bebek
Üstünü örtüp gürültüden rahatsız olmasın diye kapıyı usulca çektiler.
Sağ ayak baş parmaklarına kart takılı kadınla adamı hiç dokunmadan giriş kattaki yirmi dörtlü çelik paket tipi morga yerleştirdiler. Bedenler fazla değil iki üç gün kalacağı için ısı ayarını eksi iki dereceye getirdiler. Adam taştı çekmeceden. Görevli iyice içeri itip kapağı sertçe çarptı: “Sorun çıkarma be kardeşim, canım sıkkın zaten.” Bir saat önce yedi yaşında bir oğlan çocuğunu yıkamış, bembeyaz patiskalara sarıp sarmalamıştı.
Hava kararırken bir eli komşusunun kolunda bir eli bastonunda yaşlı bir kadın geldi; anneanne. Hastane müdürünün kendisini aradığında söylediklerini yineledi panik içinde: “Yavrularım nerede? En son aradıklarında ‘yoldayız’ demişlerdi, iyilerdi.” “Tamam, sakin olun” dedi Esin doktor yorgun argın. Çekmeceler açıldı. Damadını hemen tanıdı yüzünden, boynundan aşağısı gösterilen kızını ise göbeğindeki iri doğum lekesinden, bir de bileğine yaptırdığı dövmesindeki sarı gülden çıkardı. Bebeğin odasına girdiklerinde dayanamayıp yere yığıldı. Dil altını verip sedyeye sırtüstü yatırdılar. Esra hemşire “Tansiyonunuz iyi, merak etmeyin” dedi daha da fırlamasın diye.
Verilen limonlu suyu içerken bir yandan sesini içine atarak ağlıyor bir yandan konuyla ilgili-ilgisiz cümleleri sıralıyordu: “On yıl uğraştılar bu çocuğu bulmak için, gitmedikleri doktor kalmadı. Tüp bebek yaptırdılar da… Ne olacak şimdi bu yavruma? Ben de bakamam. Hastalık çok, kalp, şeker, romatizma hepsi var. Şurada üç gün ömrüm var yok.” Esin doktor, “Tamam, biz idareyle görüşeceğiz bu konuları, öncelikle şu üç kâğıdı imzalayın” dedi. Baş parmağını bastı kadın her birine. Esra hemşire de saat, cüzdan ve yüzüklerin olduğu çantayı uzatıp bilgi verdi: “Nüfustan düşürüleceğinden kimlik kartları bizde kalacak, bebeği birkaç gün daha müşahede altında tutacağız, sizi de şimdi evinize bırakacak arkadaşlar.”
Adli işlemler ancak bitmişti. Konuşup gülüşerek çay molasından çıkan yeşil önlüklü boneli, eldivenli ve çizmeli gassallar adamı alıp mermerden delikli teneşir taşına yatırdılar; gassâleler ise ayrı bir bölümde kadını. Suyu ılıştırıp ağaç kökünden yapılmış sert liflerle köpürte köpürte sabunladılar, yeşil bahçe hortumundan fışkıran tazyikli suyla duruladılar. Başlarına gül suyu serpildi. Kadını beş parça, adamı da üç parça Samanpazarı’ndan toptan aldıkları beyaz bezlere sardılar; her biri için sekizer metre. İşler bitip de kapılar açıldığında ölümün sessizliğine uymayan bir hareketlilik vardı; hayattı bu, evet evet, tüm canlılığı, sesi, kokusu, rengiyle devam eden vaveylâlı, allı pullu hayat.
Nakil için acil valilik onayını da hallettiler. Hastanedeki üçüncü günüydü bebeğin. Yanakları tombikleşmişti. Odadaki camdan içeri sızan ışık çubukları bir pembe hırkasına bir papatyalı pijamasına vuruyor, birden burnuna pat diye konuyor oradan oraya zıplıyordu. Esin doktor kucağına alıp “Hadi gidiyoruz. Daha hangi mekânlarda hangi zamanlarda neler yaşayacak küçücük bedenin ve ruhun kim bilir gamzeli bebekcik? Güzel bir hayatın olsun. Umar…” derken bir ses geldi: “Araç hareket edecek, acele edin.”
Aşağıya inildi. Belediye işçileri sessiz ve hareketsiz bedenlerin olduğu, içi galvaniz üstü ahşap altıgen tabutları aracın kasasına başlı-ayaklı yerleştirirken ambulans da Ulus’ta Denizciler Caddesi yakınlarındaki devlet kurumuna gitmek için yola çıktı. Yol açıktı. Yeğenbey Vergi Dairesi’nin arkasına Şengül Hamamı’nın ise yamacına düşen, yer yer sıvası dökülmüş, önündeki direkte bayrak asılı binaya çabucacık ulaştılar. Bir sosyal hizmet uzmanı karşıladı onları. Salondan geçerlerken oyun oynayan çocukların hepsi aynı anda baktılar, suskunca, uzun uzun; önce ellerine sonra yüzlerine. İçlerinden zayıf sarışın bir erkek çocuk bir şey söyleyecek gibi oldu ama orta yaşlı soğuk bakışlı memureyle göz göze gelince vazgeçti. Odasının önünde bekleyen lacivert tayyörlü müdür hanım kollarını açarak “Gel bakalım Gülden bebek, hoş geldin yuvana” dedi. Annesiz babasız gittiği ikinci mekândı burası ve beşinci kucaktı; Deren müdürün kucağı. Şimdilik.
“Esin Hanım, bebeğimizi ikinci kattaki mama mutfağı ile alt değiştirme odasının yanındaki sıfır-iki yaş çocukların olduğu yere alacağız. Buyurun, gidelim lütfen.”
Sepetten temiz galoşlar alındı, eller dezenfektanla temizlendi, ağızlar-burunlar maskelendi. Aralarında birer metre fiziki mesafe bırakarak süt çocukları bölümüne doğru yürüdüler uygun adım.
Odaya döndüklerinde çaylar hazırdı. Kısa sürdü ziyaretleri doktorla hemşirenin. Vedalaşacakları esnada çocuklar da neşeyle peşlerinden koşuştu. Dış kapıya vardıklarında memurenin alt kata inmesini fırsat bilen üç yaşlarındaki sarışın erkek çocuk cesaretini topladı, elindeki mavi kamyonuyla öne atılıp Esin doktorun önlüğüne yapıştı. Gözlerine bakarak tek bir cümle söyledi: “Anne, beni de götür.”
edebiyathaber.net (30 Ocak 2024)