“Ne çok değişmiş her şey? Değişecek elbette! Sen değişmedin mi? Hayatın doğasına aykırı aynı kalmak, kalabildin mi?” Havaalanından sonra bindiği servis aracında pencereden gördüklerine geçmiş görüntüler karışıyordu. Sanki bir film izliyordu da elindeki kumandayla filmi bir ileri bir geri sarıyordu Feriha. Kendisi şimdiki zamanda sıkışıp kalmış çıkamıyordu filmin dışına. Günlerce daha doğrusu gecelerce gördüğü aynı rüya değil miydi onu buralara sürükleyen? Kapattığı sayfaları yeniden önüne getiren…
“Nevşehir’e gidiyorum” diyerek verdiği ani karar evdeki herkesi şaşırtmıştı. “Anne sen kar sevmezsin, şimdi kar yağıyordur oralarda. Bekle baharda hep birlikte gideriz” deseler de inatla “şimdi” demişti. “Şimdi ve siz olmadan! On beş gün bensiz idare edebilirsiniz herhalde; babanız da burada zaten!” Onu bu kadar kararlı görmeye alışkın olmayan çocuklarının ve torununun şaşkın bakışları kalmıştı ardında. Eşi Adem tanırdı onu, bir tek cümle kurmamıştı…
Aklındaki filmle gözünün önünde akanı aynı zaman diliminde oynatabilmek için şöyle silkelendi kendi içinde. Ocak ayının beyaz dantellerini gözleriyle sindirdi gönlüne. Evet soğuğu sevmezdi, kar yağdığında bir kere dışarıya çıkıp karda boğuşan çocuklarına katılmamıştı hiç. Eline almamıştı bir avuç kar yıllardır. Otuz yıl önceye aitti onun için kar, bu coğrafyada geçen iki uzun kışa…
Uçhisar’da indi servisten. Mağara otellerin birinden yer ayırttırmıştı internet üzerinden. Yıllar önce Nevşehir merkez haricinde kalacak otel bulmak imkânsızdı. Şimdi adım başı ‘cove otel’ olmuş her yer. Sokaklar değişmemişti ama kalacağı oteli buluverdi hemen. Eski güzelliği kalmamış, tadilatta ya da yıkılmaya yüz tutmuş kaya evler gözüne çarptı çokça. İnsanoğlu ayak bastığı her yeri çirkinleştirmeyi başarıyordu eninde sonunda. Eskinin kuş uçmaz kervan geçmez ilçesi turizm patlamasının ardından bakirliğinden çok ödün vermiş, eksilmişti…
Odasına yerleşmeden önce resepsiyonist kıza bir tur rehberine ihtiyacı olduğunu belirtmiş, bir görüşme talep etmişti öğleden sonrası için. Odaya girdiğinde o tanıdık küf, nem ve süngerimsi koku sarstı önce Feriha’yı. Kokular hep anıları takıp getirirdi ona… Gelen anıları uykusuna sarmaladı yorgunlukla… Uyur uyanık dinlendi kısa bir süre, saat beşte hazırdı. Otelin kafe bölümünde, o çok özlediği, kokusunda mest olduğu Türk kahvesi önünde rehberle tanışmayı bekliyordu. Yere kadar camların ardındaki manzara içini yaktı bir an; kar ayazı vurdu, üşüdü. Garsondan bir şal rica edip şalın sıcaklığından medet umdu. Çok kalabalık sayılmazdı otel, gelenlerin buranın müdavimleri olduğu belliydi; personelle şakalaşmalarından anlamıştı. Çok şükür Türkçesi bozulmamış, otuz yıldır İngiltere’de yaşıyor olması dilini köreltmemişti. Annesinin ülkesinde büyümüş, annesinin dilinde hayatı daha anlamlı bulmuştu kendini bildi bileli. Bu yüzdendi çocuklarına da Türkçe öğretmesi… İngilizceden daha heyecanlı yaşanıyordu hayat Türkçeyle. İngiliz evinde kebap partisi gibi…
Salona paldır küldür dalan, elindeki dosyaları yere düşürüp toplamaya çalışan, o sırada masalara çarpıp birkaç bardağın kırılmasına sebep olan Gülperi, ‘Allahtan tanıdık mekân’ diye düşündü. “Kusura bakmayın gençler, hallederiz!” diyerek birini arar gibi masalara göz gezdirdi. Dağılmış dosyalarını, saçlarını düzeltmeye çalışarak Feriha’nın masasına yöneldi. “Bayan Fairy, merhaba! Kusura bakmayın biraz geciktim, aslında ofisteki arkadaşımın hatası. Beni son yarım saat kala haberdar etti. Biliyorum, Aykut Bey’le randevunuz; annesi rahatsızlanmış, hastane filan… Bana pasladı görüşmeyi. Bu karışıklık için özür dilememi istedi sizden.” Bir çırpıda, makinalı gibi çıkmıştı kelimeler ağzından. Sustuğunda anladı ne kadar hızlı ve telaşlı bir giriş yaptığını. ‘Ne kadar amatörce, Allah seni ne yapsın Gülperi!’ bu sözler Türkçe çıkmıştı elbette ağzından! Kadının gülümsediğini görünce devam etti. “İsterseniz acentadan yeni bir rehber talep edebilirsiniz. Lütfen kusura bakmayın. Yani… Siz…” Bunları söylemesinin sebebi karşısındaki kadının şaşkın şaşkın ve biraz da gülerek onu dinlemesiydi. Neyse ki Feriha çabuk toparlandı. “Kusura bakmayın Gülperi Hanım. O kadar telaşlı ki kelimeleriniz, hızınıza yetişemedim. Sakin olun lütfen. Ayrıca bana Fairy demenize de şaşırdım biraz. Elbette siz de haklısınız, acentanız pasaporttaki ismi kayıt etmiştir. Tamam! Baştan alalım mı? Ben Feriha, sizinle tanıştığımıza çok memnun oldum. Buyrun oturun lütfen. Kahve içer miyiz?” Ağzı açık bakakalma sırası şimdi Gülperi’deydi. Arkadaşı Aykut “İngiliz bir kadın, Fairy Klein. Özel rehberlik hizmeti istiyor. Ben gidemiyorum. Şirketle konuştum, benim yerime işi sen al” demişti. Deminden beri İngilizce derdini anlatmaya çalıştığı Fairy Klein, hem Türkçe konuşuyor hem adının Feriha olduğunu söylüyordu. Hayır ama yanlışlık yoktu; kadın da demişti az önce. ‘Hadi hayırlısı!’ Derin bir nefes koyverip Feriha’nın karşısına oturdu. Dosyaları masaya koymaya çalışırken tekrar düşürdü elinden. ‘Hay Allahım! Bu dosyaların derdi de benimle bugün!’ derken Feriha’nın sıcacık gülümsemesi takıldı gözüne, o da gülümsedi aynı sıcaklıkta. “Ya gerçekten, ne olur kusuruma bakmayın. Şaşırdım sadece.” “ Ne kusuru? Sen de haklısın. Dedim ya, baştan alalım. Evet, pasaporttaki adım Fairy Klein. Babam İngiliz, annem Türk. Uzun yıllar Türkiye’de yaşadım. Son otuz yıldır İngiltere’deyim. Türkçem iyi, evet. Çünkü hep anadilimde konuştum, eşim de Türk ayrıca. Ve hayır, acentanızdan yeni bir rehber istemiyorum. Eğer sizin için bir sorun yoksa sizinle devam etmek isterim! Özlemişim, malum gurbette her gün sizin gibi insanlarla tanışmam mümkün olmuyor.” Gülperi de gülüyordu içiyle dışıyla. “Ay valla ben de çok sevindim sizin gibi biriyle tanıştığıma. Aykut İngiliz deyince buz gibi biri çıkacak karşıma diye korkmuştum. Pardon! Yanlış anlamayın! Öyle yani, İngilizler, siz yani… Biraz soğuk insanlar sonuçta…” Feriha kahkahalarına engel olamadı. “Siz çok yaşayın Gülperi e mi? Hadi kahvelerimizi söyleyelim, şu tur programımızı belirleyelim.”
Feriha mutlu, şaşkın, yorgun ama dingin bir on gün geçirdi Kapadokya civarında. Gülperi sayesinde yeniden, kimi zaman sil baştan öğrendi karış karış bu toprakları. Neredeyse gece gündüz birlikteydiler. Evdekilere her akşam çektiği fotoğrafları gönderiyor, ekrandan sohbet ediyorlardı. Çocukları hayran kalmışlardı bu coğrafyaya, bahara mutlaka geleceklerini söylemişlerdi.
Rüyaları susmuştu buraya geldi geleli. Rüyanın içinde gibiydi aslında. Yıllar önce de böyle hissetmişti. Peri Bacalarına kar yağdığında, üzerlerine pudra şekeri dökülmüş külah kurabiyelere benzetmişti ilk gördüğünde. Şimdi de aynıydı; sadece sanki biraz eskimiş, yıpranmıştı kurabiyeler. Sanki bayatlamışlardı. Ihlara’da perilerin şarkılarını dinlemişti kar yağarken. O muazzam, inanılmaz beyazlığın sessizliğinde dinlediği uğultular onu kendinden geçirmişti yine… Derinkuyu mağarasında, üçüncü katın duvarında kendi attığı imzasını görünce tuhaf olmuş; geçmişle şimdinin rüzgârını yemişti göğsüne! Gülperi gezdikleri yerlerin tarihini, efsanelerini anlatırken; o kendi hikâyesinin kuytularını keşfediyordu yeniden. Gülperi’ye hiç bahsetmedi eskilerden, iki kışını burada geçirdiğinden. Sadece oturduğu evin önünden geçerken bir an duraksamış, “Burası kimin acaba? Çok ilginç bir mimari…” demişti. Gülperi de sezonluk kiraya verildiğini, genellikle yabancı turistlerin tercih ettiğini söylemişti. On günde Ürgüp, Göreme, Ihlara; Avanos; Çavuşin olmak üzere hemen hemen her yeri gezmişlerdi. Hatta balonla Kapadokya güneşini selamlamıştı Feriha, inanılmaz bir deneyim olmuştu onun için. Güneşin uyanırkenki renklerinde kaybolmak muhteşemdi. Bütün bu zaman boyunca adını koyamadığı bir garip bekleyişteydi sanki. Bir şeyler olacaktı, bekliyordu tüm dinginliğiyle, hazırdı.
Gülperi’yi sevmişti; sıcak, bilgili, girişken, ateş parçasıydı bu kız. Başka bir tattaydı arkadaşlıkları; yaş, coğrafya, statü farkı olmayan garip bir uyuşmaydı ikisinin arasındaki. Sanki yıllardır tanıyor gibiydiler birbirlerini. Son birkaç gün durgunlaşmışlardı ikisi de, veda vaktini uzatmaya çalışır gibiydiler. Avanos dönüşü Gülperi arabayı kullanırken bir yandan da Feriha’yı izliyordu. Biraz yorgun muydu, biraz dalgın… “Yok bir şeyim tatlım, ayrılığın ağrısı vurmuştur yüzüme…” iki günü kalmıştı Feriha’nın tatilinin bitmesine. Gülperi’yi akşam yemeği için otele davet etti, teşekkür etmek istiyordu her şey için. Yemek boyunca on gündür yaşadıkları tatlı komik maceraları birbirlerine hatırlatıp gülüyorlardı biraz zoraki. Saklamaya çalıştıklarını kahkahalarının arasına serpiştirmeye çalışıyorlardı. Feriha, bu gizemli toprakların insanda yarattığı büyünün etkisindeydi. Yaşının, hayatın ona kattıklarının demiyle çok daha mistik, kendine doğru bir yolculuk olmuştu bu seferki. Ruhu dinginleşmiş, demini almış, hafiflemişti adeta. Gözlerine çok başka bir bakış yerleşmişti; çok daha derin… Gülperi ise ilk defe bu kadar yakın bir bağ kurmuştu müşterisiyle, kendi de bir anlam veremiyordu bu duruma. Her zaman koruduğu mesafeli, uzak duruşu mızıkçılık yapmış onu şaşırtmıştı. Feriha’nın yanında kendi gibi kalmıştı. Yemekteki sohbet yerli şarapların sayesinde geceye uzadı, ikisi de hafif çakırkeyif; birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı giderayak. Gülperi uzun bir sessizliğin ardından; “Sana buraların masallarını, efsanelerini anlattım hep; benden de bir masal dinlemek ister misin?” dediğinde çok istemişti Feriha.
“Buralıyız beş göbektir. Ailem çok geniş, hala tanışmadığım akrabalarım vardır herhalde. Annemin de babamın da ailesi kalabalık. Üniversite eğitimi için Ankara’da kalmam dışında ayağım hep bu topraklara bastı. Farkında mısın bilmem, biraz esrikli, biraz değişiktir buranın insanları… Senin dediğin gibi, perilerin şarkılarıyla büyüdüğümüz için belki de… Ama hala kapalı, kendine dönüktür, çabuk alışamaz yeniliğe. Üniversiteye gidebilmek için aileme yalvarmak zorunda kalmıştım, onlara göre buradan çıkıp gitmem bir daha geri dönmemem demekti. Büyük dayım -annemin büyüğü- sayesinde gidebildim Ankara’ya. O ikna etmişti annemle babamı, hatta biraz da diklenip inat etmişti okumam için. Başkadır Salih Dayım, başkaydı daha doğrusu. Buraların insanına benzemezdi, sanki başka bir ülkede yetişmiş de sonradan gelmiş gibiydi. Çok kitap okur, yerel gazeteye yazılar yazar, çömlek atölyesinde yeni testiler tasarlar, kendini yenilerdi hep. Çocukken âşıktım ona. Büyüdükçe aşkım büyük bir saygıya dönüştü. Ne zaman ailemin kısıtlayıcı baskılarıyla karşılaşsam soluğu dayımın yanında alır, destek isterdim ondan. Müthiş bir çömlek ustasıydı dayım. Atölyesinde onu izlemek, dinlediği müzikleri dinlemek, okuduğu şiirleri anlamaya çalışmak benim için paha biçilemez değerdeydi. Evlenmedi dayım, çok zorladılarsa da niyet etmedi hiç. O zamanlar sevinirdim buna, dayım hep bana kalacak diye düşünürdüm. Büyüdükçe, yalnızlığını gördükçe utanmıştım kendimden. O atölyesi, yazıları, müziği ve elbette kendi üretimi şarabıyla evliymiş. Öyle demişti bana bir keresinde. Tanışsan severdin sen de onu, hatta çok da iyi dost olurdunuz eminim. Daha yeni kaybettik dayımı, bir buçuk ay önce akciğer kanserinden öldü. Çok acı çekti son zamanlarında, morfinin işe yaramadığı vakitlerde çok ağladım hastanenin dar koridorlarında. Ölmesi için, bir an önce ölüp huzur bulması için çok dua ettiğimi söylesem kınar mısın beni, ettim ama. Hastaneye ilk yattığı zaman gece refakatçisi olarak beni isterdi yanına. Aylar geçirdik onunla, istediği şiirleri okudum, telefondan sevdiği şarkıları dinlettim, sohbet ettik sancıların bedenini kıvrandırmağı dar vakitlerde. Sevdiğin birine yardım edememek, çaresizce beklemek öyle ağır bir yük ki Feriha, ölümü ondan önce istiyorsun. Önce ben ölsem, görmesem şu halini diye yalvarıyorsun… Sonra her iyilik halinde belki diye umuda kapılıp yaşaması için dua ediyorsun. Hem kendin hem onun için… Bu döngüde aylarca yaşadım. Hastanedeki üçüncü ayımızdı sanırım, biraz iyiydi, daha iyiydi… O gece bana gençliğini anlattı uzun uzun… Hayal meyal hatırladım o anlattıkça. Bir ressam grafiker kız gelmiş Uçhisar’a turist olarak. O yıllarda buralarda yalnız başına gezmeye gelmek akıl karı bir şey değil. Bu kız dayımın atölyesini bulmuş bir şekilde, hayran olmuş dayımın yaptıklarına. Çamura ayrı hayran olmuş, ona şekil veren, boyayan ellere ayrı… Kız dönmemiş geri, burada dayımla yaşamaya başlamışlar. O kadar yoz, o kadar cahil ki köylüler o vakitlerde, huzur vermemişler ikisine de. Hayal meyal küçüklüğümden hatırladığım konuşmalar geldi aklıma o bunları anlattıkça. Annemlerin, akrabaların kınayan ve tehditkâr konuşmaları dayımla; kavgalar, küslükler… Dayımın evi terkedip gidişi, bir süre sonra geri dönüşü… Ürgüp’e gitmiş dayımla sevgilisi o dönem, belki orada huzurumuz olur diyerek, orada da rahat bırakmamışlar. Dayım gel evlenelim, o zaman sesleri solukları kesilir demiş. Çok sevmiş dayım; “bana hayatı, hayattan tat almayı, üretmenin verdiği hazzı o öğretti. Benden başka bir ben yarattı, emeği çoktur üstümde” demişti. İş ciddiye binip evlenme durumu ortaya çıkınca kızın ülkesine dönmesi, evrak hazırlaması, ailesine haber vermesi gerekiyormuş. Birlikte İngiltere’ye gideceklermiş, aileyle tanışıp evleneceklermiş, orada yaşayacaklarmış. Dayım pasaport işlemleri için başvurduğunda sağlık raporu istemişler hastaneden. Tahliller, kontroller derken dayımın ciğerlerinde bir kitle bulunmuş. Ankara’ya sevk, falan filan derken akciğer kanseri teşhisi konmuş dayıma, ikinci evre. Çok sağlıklı, dalyan gibi bir adamdı dayım, bu duruma inanamamış. Başka doktor, tahlil, tarama, sonuç aynı. Üstelik evleneceği kızın bundan haberi yok, söyleyememiş. “Evlenemezdim, bunu ona yapamazdım. Hasta bir adama hastabakıcılık yaparak ömrünü harcamasına izin veremezdim.” Her şey yolundaymış gibi davranıp hastane raporlarını beklediğini söylemiş sevgilisine.” Sonra ne yaptım biliyor musun Gülperi? Benden uzaklaşması, nefret etmesi; hayatına bensiz devam etmesi için… Başka bir kadınla birlikte olduğumu düşünsün istedim; yatakta bizi sevişirken görsün. Gördükleri beni unuttursun, gitsin… Gitti… Bana ondan geriye tezgâhımın çekmecesinde sakladığım toprak tabak kaldı. Çizimini o yapıp boyamıştı. Bir güneş içinde kar tanesi… Sen ve ben derdi; buyuz bak. Sıcak ve soğuk, ateş ve su… Ağlaya ağlaya ikimizin de içi dışına çıkmıştı o gece… Daha farklı bir gözle görmüştüm dayımı, daha başka bir gözle sevmiştim. Benim için çok değerlidir o miras. Gözüm gibi koruyorum; masalını da onu da çocuklarıma saklıyorum” Feriha’nın çığlıkları sessizce akıyordu… Bir bardak su uzattı Gülperi, “bu kadar etkileneceğini, üzüleceğini düşünmemiştim. Hadi iç, ferahla biraz.” “Su verenlerin çok olsun; geçmişlerin ağzında bulunsun!” sözleri döküldü ağzından. Gülperi şaşkınlaştı “buraların sözüdür bu, sen nasıl biliyorsun?” geçiştirdi Feriha; “Senden duydum ya birkaç kere, çabuk kaparım deyimleri.” Geceyi sonlandırmak istediğini, yarın sabah şu karlar içindeki sıcak su havuzunun onu heyecanlandırdığını söyleyerek ayrıldılar restorandan.
Sabah erkenden aldı otelinden Feriha’yı, yola koyuldular karlı vadide. Yeni açılan termal havuza doğru. Karın içinde sıcak su havuzunda, vadinin doyumsuz manzarasının tadını çıkaracaklardı. Gülperi’nin güle güle süpriziydi bu havuz sefası. Heyecanla anlatıyordu gidecekleri yeri, Feriha durgundu onun aksine, bitkin gözüküyordu. Gece içtikleri şaraptandır diye düşündü, şaka maka üç şişe yerli Ürgüp şarabını bitirmişlerdi. Dayanıklı bile çıkmıştı Feriha, herkesin bünyesi kaldırmazdı bu toprakların şaraplarını. Ona bunları söylüyor, güldürmeye çalışıyordu. Hafif hafif keyifleniyordu Feriha da… Nihayet geldiler termal havuzun bulunduğu lüks otele, kar yağmaya başlamıştı usuldan. Muhteşem, kelimelerle anlatılamayacak güzellikte bir manzaraydı karşılarındaki. Renk renk katmanlı yamaçlar karlı bir örtünün altından poz yarışında gibiydi ikisine. Havuz başındaki şezlonglara bornozlarını bırakıp sıcak suya girmek için basamaklara oturdular. Gülperi, Feriha’nın boynundaki kolyeyi fark etti o sırada. “Kolyeni çıkar istersen, termal su, bakarsın karartır.” Feriha kapalı madalyon şeklindeki kolyeyi boynundan çıkarıp uzattı. “İsmi Perizat, kuzenin!” Güneşin içindeki kar, vadinin çığı oldu; Gülperi de çığlık…
edebiyathaber.net (15 Temmuz 2021)