Defterimi göğüs kafesimin üzerine koydum, kelemi dişlerimin arasından alıp da yazmaya bir türlü yeltenemedim. Üzerinde uzandığım çimenlerde bedenimin en sancılı yerlerinden başlayarak usulca toprağa çekilmeyi arzuladım. İzim kalmayana dek çocuklar ve köpekler üzerimde oyun oynarlar ben de yüreğimdeki zehri toprağın dingin yatağında etkisiz hale getiririm dedim. Uykuda ölüme benzer haller içinde kıvranırız, daha evvel hiç tatmadığımız şeye hasrettir bu aslında. Gece, kara çarşaftan göğü üzerimize serince hele ki. Uykudan korktuğum kadar ölümden korkmuyorum. Ölümden çocukken de korkmadım. Bir gün gelip beni yaşamdan zorla kaçıracak bir hırsız gibi görmedim onu. Bir yolculuk, bir varış gibi gördüm. Nereye varacağımı bildiğimden de değil üstelik. Tanrının ışığında zerre olabilirsem ölümden sonra bu yeterli olacaktı benim için. Uyku tanrı zerreciği olduğumuzu, öldüğümüzü sanma kibridir. Uyku var olamadığımız bir gerçekliğin içinde hissettiğimiz bir sanrı. Bazen o sanrıların arasında zihnimiz uyanır ya gerçeğe, işte o anlarda gündüzün telaşı, kâbusu çöker ışığımıza. İşte o anlarda idrak ederiz ölümle uykunun farkını. Bu sebeple onu bu denli isterken korkarım uykudan. Gözlerimi kapatınca göreceklerimin zihnimde uzanamadığım bir yerlerdeki tozlu anılar veya gündüzleri güçsüzlüğümle ezildiğim şeyler olduğunu bilirim. Ölene kadar mecburen her gece uyurum ben de. Bir gün olsun uyanmamayı dileyerek de değil üstelik. Ben ölmeyi istemem, ben sadece ölümden korkmam. Uyanmak isterim, dingin bir suda yüzüstü yatar vaziyette ve yahut bir ormanda evime varacak patikanın başında. Nafile. Uyanmak istediğim hiçbir yerde uyanamam. Bu şehrin insanlarına ve bu yaşama uyanmak her sabah bir gemide fırtınaya karşı kıyıya ulaşmaktan başka nedir ki? Kıyıda fırtınalı ummanların kabusuyla kıvranacağım bir döşekten başka ne bekliyor beni? Hatırlamaya değer bir şey yaşamak ve sonra kavuşmak için ölüme her sabah gemiye atlarım. Güneşin fırtınayı teskin ettiği günler, havsalamın almadığı her şeye gözlerimi kapatırım sarı ışığın tanrılığını tenimde hissederim. Yine kıyıya vardığımda bir sonraki günün fırtınasını bir anlığına unuturum. Günler ve geceler. Fırtınalar ve güneş. İşte şimdi üzerinde uzandığım çimen, şu dingin mavi gök, göğsümde dalgalanan defterim ve ağzımda yarım kalmış biz söz gibi sancıyan kalemim… hepsini aklımın sızıntılarından çekip yazmak isterdim, uçup gitmeden. Ne yazık ki ben yazmadan uçup giden sözcüklerim yaşamımda çoktan bir kara deliğe dönüştüler. Toprakla defterim arasındaki bedenimi düşünüyorum. Ne toprağa ne deftere yeltendim. Araf dedikleri yer benim tenimin içinde olup bitenlermiş meğerse. Bir güç, belki hatta çelimsiz bir el bile olurdu işimi görecek. Hiçbiri beni hiçbir tarafa çekmedi. Burada bu hafızamın sözcükleri bulanıklaştırdığı yerde kalacağım. Göğsümün dalgaları ve toprağın zaman geçtikçe soğuyan yüzeyi arasında. Dönecek bir evim, varacak bir tanrım kalmayana dek.
edebiyathaber.net (2 Mayıs 2024)