Günlerden Pazar. Evlere geceden kalma havanın ağırlığı çökmüş. Perdelerin çoğu kapalı. Caddeler, sokaklar sakin. Uydu antenli çatıların altındaki hanelerde, sıradan sabah telaşları yerine miskinlik hâkim. Sessizliği törpüleyen gelişigüzel gürültüler, bazı kulaklarda balon patlatmış, uykuları kovalıyor. Güvercinler teras katın güneşli küpeştesine dizilmişler. Sessizliği yaran bir helikopter geçiyor yükseklerden, dağılarak uzaklaşıyorlar. Geri döndüklerinde kanat sesleri, gaga tıkırtıları, gurklamaları duyuluyor. Necla’nın içi kıpır kıpır. Teras balkonuna kurduğu dört kişilik kahvaltı sofrasını gözden geçirdikten sonra kollarını sallayarak kaçırıyor güvercinleri. Misafir etmek istedikleri onlar değil. Kahvaltılıkları ince bir tülle kapatıyor. Yere dizdiği saksılarda renk renk açmış sardunyalar, karanfiller, küpe çiçekleri, kadife çiçekleri şenlendiriyor betonu. Kurumuş yaprakları ayıklayıp avucuna alıyor. Çevresini kuşatan birbirine dayanmış, tek başına, eski, yeni, zamana karşı göğsünü gererek ayakta duran irili ufaklı evlerin, çok katlı binaların ötesine dalıyor gözleri. Gülümsüyor.
Ev sahibi olacağını rüyasında görse inanmazdı Necla. İki aydır, dairenin tapusunu aldığından beri yere göğe sığamıyor. Kapının girişine serdiği nazar boncuklu paspas, silip parlattığı camlar, banyo için aldığı kokulu sabunlar, mutfağa astığı sevimli aşçı resmi, temizlediği kararmış ocak, diktiği perdeler bu kadar mı mutlu eder bir insanı? Boya işi pahalı olduğu için silerek temizlediği duvarlara dokundukça neşeli melodiler çalıyor kulaklarında. Terliksiz yürümesine kimsenin karışmadığı evde gün aşırı laminant parkeleri, halıları incitmeden süpürüp siliyor, toz alıyor, lambalara yapışıp karpuz avizelerin içine düşen sinek ölülerini temizliyor. Evden ayrılası yok. İşe gitmek için kapıyı açtığında, salondaki mum çiçeğinin sarmaşığı uzayıp gövdesine dolanmış gibi zorlukla atıyor adımlarını. Eviyle konuşuyor, ona kulak veriyor. İstediklerini soruyor, getirdiklerine memnun olmazsa değiştiriyor, evinin keyiflendiğini hissederse kendi de keyifleniyor, pijama, koltuk, televizyon, abur cubur partisi yapıyor. İşten döndüğünde morali bozuk da olsa, lambaları yakınca evi yüzüne öyle bir gülüyor ki, derdi tasayı unutuyor. Ev sahibi olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyor. Her ay ödeyeceği kira yüzünden geceleri yatakta bacakları huzursuz, yastığıyla kavgalı değil artık. Hepsinden öte, evi olan bir koca adayına ihtiyacı yok.
Necla iki yıllık Adalet Meslek Yüksek Okulu’nu bitirdikten sonra bir akrabaları aracılığıyla avukatlık bürosunda iş buldu. Yoğun çalıştığı beş yılın sonunda, sınavla Ceza İnfaz Kurumu’na sözleşmeli büro personeli olarak işe alındı. Ailesiyle birlikte yaşıyordu. Babası itfaiyeden yeni emekli olmuştu. Tapu müdürlüğünde memur olan ağabeyi herkesi şaşırtıp emlak zengini Hancılar sülalesinin dördüncü kuşak kızlarından en büyüğüyle evlendi. Oturacakları ev, yazlık, kira getiren iki dükkân, beş daire, miras kalacak başka evler ve üç büyük arsa da cabası… Babası gelin tarafının istediği yerde düğün yapmak için neyi var neyi yok sattı, kredi çekti; akrabalarından borç altın topladı yine de masrafları karşılayamayınca Necla’ya da kredi çektirdi. Emekli maaşı borçlara gidince Necla’nın maaşından kalanıyla ancak ayın sonunu getirdiler. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmezdi. Gün gelir gelin hanımın evlerinden birine oturur, kira derdinden kurtulurlardı.
Hancılar sülalesinden gelin almak ailenin itibarını yükseltmiş, kapıları daha çok çalınır olmuştu. Dünürlerinin davetlerine katıldıkça çok şey öğreniyorlar, öğrendiklerini gelene gidene ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. Bu davetlerde piyasanın durumu, döviz, faiz artışları masaya yatırılır, sohbetin tonu yükseldikçe koyulaşır, kıvama gelirdi. Kiracısından dert yananlara, yeni dairesine taşınanlara, şehrin değerlenen bölgesinde ev arayanlara, evi kentsel dönüşüme girecek olanlara akıl dağıtılmadan sohbetin tadına varılmazdı. Bazıları neyi var, neyi yok dökülür; diğerlerinin ağzına sakız olacak mali bilgilerini verdiğine sonradan pişman olacağını bile bile çenesini tutamazdı. Hancılar sülalesindeki çocukların hemen hepsinde emlak ticareti oyunu (Monopoly) vardı. Bir araya gelinen evde oyun seti halının üstüne veya masaya yayılırdı. Bağırış, çağırış alım satım yaparlarken hırsa kapılıp birbirleriyle sürtüşürler, anneler, babalar da sohbet sırasında yan gözle oyunun gidişatını izler, gerek gördükleri hallerde araya girip çocuklarına yol gösterirlerdi. Allah muhafaza parasız kalır, mallarını mülklerini kaptırıverirlerdi sonra…
Yeni evlendiklerinde gelin hanım kocasının ailesine karşı pek bir kibar, pek bir uysal ve siz bilirsinizciydi. Ellerinde paket paket hediyelerle gelir, sık sık telefonla hâl hatır sorardı. Kayınvalidesinin romatizmalı dizleriyle yakından ilgilenir, daha iyi doktorlara götürmeyi teklif ederdi. Sonraları mesafeli duruşu, ilgisiz ve soğuk tavırlarıyla yazdan kışa ani bir geçiş yaptı. Hatta yeri geldikçe gözlerini belertmeye, kinayeli laf söylemeye, onları küçümsemeye bile başladı. Kocası ailesine ilgi göstermek istese, “Ne gereği var şimdi?” diyerek dizginliyor, ondan habersiz bir girişimde bulunursa küslük çıkarıp günlerce yemek, yatak cezası veriyordu. Necla’nın doğum günlerini es geçiyor, anneler gününde kayınvalidesine hediye almamak için bahanelerle durumu idare ediyordu. Kocasının maaşını eline saydırmaya alışmış, harcamaların idaresini üzerine almıştı. Kaçırılmayacak fırsatları, ne alınıp, ne satılacağını, nasıl para biriktirileceğini en iyi o bilirdi. Bir oğlan çocukları oldu. Yeni ve daha büyük bir ev aldılar. En iyi ihtimalle bayramdan bayrama yüzlerini gösterdiler.
Necla’nın babası keyifsizdi. Eskiden yangın söndürmeye girdiği binalarda, dairelerde insanların hayatını kurtarırken aldığı duaların karşılığında tek dileği, bir ev sahibi olmaktı. Gelin hanım, dairelerinden biri boşalmasına rağmen onların oturmasını teklif etmemişti. Bundan sonra da etmeyecek gibiydi. Oğluna söylese, aralarının bozulmasını istemiyordu. Tek umudu Necla’daydı. Belki kızı ev sahibi olur da onları yanına alırdı. Dünürlerini gördükten sonra bunca yıldır kiracı olmak iyice zoruna gidiyordu. Kafayı takmıştı bir kere, Necla’ya talip olanlarda ilk aradığı şey ev sahibi olmalarıydı. “Evleri yoksa hiç boşuna karşıma gelmesinler,” diyordu.
Necla otuzunu aşmış, hâlâ evi olan bir koca adayı bulamamıştı. Annesinin bir dizine protez takılmış, kiloları ve ağrıları başına dert olmaya devam etmişti. Uzun zamandır içtiği sigarayı çoğaltan babası şiddetli bir grip sonrasında hastaneye yatırılmış, iki hafta sonra da hayatını kaybetmişti.
Babasından kalan borçlar, ev kirası, annesinin sağlık masraflarıyla iyice beli bükülen Necla, tek başına yaşayan yaşlı halasının ölüm haberini aldığında ağabeyinden teras katın onlara miras kalacağını öğrendi. Halasının hiç çocuğu olmamış, kocasını da on yıl önce kaybetmişti. Pek fazla görüşmezlerdi, babalarıyla arası bozuktu. Tapuda kadının kocasından kalan hisseli arsalar da görünüyordu. Ağabeyi ve gelin hanım teras katı Necla’ya bırakıp arsaları kendileri değerlendirmeyi teklif ettiler. Necla sevinçten havalara uçtu. Annesi pek istekli değildi. “Beş kat merdiven çıkamam ben bu dizlerle,” dedi. Necla günlerce düşündü, annesini oğlu askere giden teyzesinin köydeki tek katlı evine yerleştirmeye ikna etti. İkisinin de kocası yoktu ve beraber oturmaya hevesliydiler.
Kapı zili uzun uzun çalıyor. Elindeki kuru yaprakları çöpe atıp koşarak kapıyı açıyor Necla. Ağabeyi, gelin hanım ve yeğeni içeri giriyor. Ev hediyesi olarak kahve makinası getirmişler. Necla onları terastaki kahvaltı sofrasına davet ediyor. Güvercinler uçup gitmiş. Saksı çiçeklerinin içi gülüyor. Çayları bardaklara dolduruyor Necla. Kahvaltı bitince gelin hanım evi gezmek istiyor. Ötekiler de katılıyor. Dönüşte salondaki üçlü koltuğa oturuyorlar. Necla getirdikleri makinayla onlara kahve yapmak istiyor ama evde kahvesi yok. Önemsemiyorlar. “Gel, otur,” diyor ağabeyi, “seninle konuşacaklarımız var.” Karşılarındaki koltuğa oturuyor. Her zamanki gibi sözü gelin hanım alıyor. “Bak canım, bu evde ağabeyinin de hakkı var, biliyorsun,” diyor. Necla’nın nefesi daralıyor. Devam etmesini bekliyor. “Halandan kalan arsalar sit alanındaymış, pek işimize yaramadı. Oğlan bu yıl özel okula başlayacak. Eee sen de onun halası olarak destek olur, bu evin yarı kirasını ödersin herhalde.” Salondaki mum çiçeğinin sarmaşık uçları uzayıp üçünün boynuna dolanıyor sanki. Ayağa kalkıp derin bir nefes alıyor Necla. Duvara dayıyor kulağını, gözlerini hayretle açıyor, sonra kahkahalarla gülüyor. Elini duvara çakıyor. Koridora çıkıp dış kapıyı açıyor. “Bir daha evimi ve beni rahatsız etmeyin lütfen,” diyor. Gelin hanım yerinden fırlayıp, “Sen ne hakla…” derken ağabeyi susturuyor onu. En yumuşak ses tonuyla “Güzel kardeşim bak yanlış anladın,” diyor. Hepsi koridorda. Yeğeni öfkeyle mutfağa dalıp kutusundan çıkarılıp masaya konmuş kahve makinasını alıyor. Annesi de ona yardım ediyor. Necla ellerinden çekip geri alıyor makinayı, gelin hanımın tiz çığlığı sessizliği deliyor. Teras balkonuna çıkan Necla, aşağıyı kontrol edip kahve makinasını bırakıyor boşluğa. Yer gök sarsılıyor. Perdeler aralanıp camlar açılıyor. Bomba patlamış gibi uçuşuyor kuşlar.
Hışımla çıkıp giderlerken “Kafayı üşütmüşsün sen,” diyen ağabeyinin arkasından kapatıyor kapıyı Necla. Bütün ışıkları açıp dans ederken gülümsüyor.
Günlerden Pazar. Temiz hava evlere daldığında caddeler, sokaklar da hareketleniyor. Yeryüzü girintisi, çıkıntısıyla, altıyla, üstüyle, taşı, toprağı, ağacı, bitkisiyle tüm canlılara ev sahipliği yapmaya devam ediyor.
edebiyathaber.net (22 Mart 2022)