Geçenlerde kardeşlerim, yeğenler filan toplandık, evde oturuyoruz. Bir ara baktım bizim sıpalar kafa kafaya vermişler sohbet ediyorlar. Ama ne sohbet… Kahkahaların biri bitiyor diğeri başlıyor. Biraz meraktan biraz da mevzuya dâhil olalım diye bir kulak kabartayım, dedim. Hangovur mengovur bir şey diyorlar. İlk başta anlamadım. Dinlemeye devam ederken ablamın küçük sıpasıyla göz göze geldik. Küçük bir göz işaretiyle hemen yanıma çağırdım. “Anlat bakalım neymiş bu hangavur?” Meğer Hangavur değilmiş hangovermış. Bizimkiler bir film izlemişler. Onu birbirlerine anlatıp gülüyorlarmış. Neymiş efendim gençler bir gece eğlenmeye gidiyorlar. Gece yatıyorlar sabah kalkıyorlar bambaşka yerdeler. Ne bileyim kiminin dişi yok kimini saçı filan. Üstelik arkadaşlarından biri de ortadan kaybolmuş. Filmin sonuna kadar dün gece başlarından geçenleri öğrenmeye ve kaybolan arkadaşlarını bulmaya çalışıyorlarmış.
Mevzuyu öğrenince arkama yaslandım. Elimde salladığım kaplan gözü tespihi bilezik gibi koluma taktım. Karpuz tabağını da biraz daha yanıma yaklaştırarak konuşmaya başladım. Ne zaman bir anımı anlatacak olsam hep aynı pozisyonu alırım. Bizimkiler de bu duruma aşina oldukları için televizyonun sesini kıstılar, aralarında konuştukları mevzuları yarım bırakıp beni dinlemeye başladılar. Sesimi biraz yükselterek başka şeylerle ilgilenen son birkaç kişinin de dikkatini çekince anlatmaya başladım.
“ Aslanım elin gâvurunun çektiği film yıllar önce dayınızın başından geçti. Anlatayım da görün hangoverin babasını. Yıllar önce ben daha bekârken – aha şu hukuk okumaya başladım diye havalanan Mehmet daha altına işiyor o yıllarda – Yunus Emre diye, yaşıyorsa kulakları çınlasın, bir arkadaşla gurbette çalışıyoruz. Bir hafta sonu canımız sıkılmış, evde boş boş otururken kalk bir araba kiralayıp gezelim, dedik. Nereye gidelim filan derken yakın illerden birine, nihayetinde Van’a gitmeye karar verdik. Tarihi de hiç unutmuyorum tam 1 Nisandı. Gidip bir araba kiraladık. Biraz şehir içinde gezelim. Sabah erkenden yola çıkıp akşama kadar Van’da dolaşalım, hava kararmadan dönelim diye plan yaptık. Planı yaptıktan yaklaşık 10 dakika sonra vazgeçtik. Kırk yılda bir araba geçmiş elimize. Boş boş kapıda yatacağına biz arabada yatalım dedik ve düştük yola. Yol dediysem öyle otobanlar, duble yollar filan gelmesin aklınıza. 2644 metre rakım var. Bazı mayıs aylarında bile kardan yol kapanıyor. Bereket biz nisanın başında olmamıza rağmen yol temizdi, sadece kenarlarda kar vardı. Üstelik tek tehlike de kar değildi. O zamanlar terör olayları var. Daha bir hafta önce bir tırı yakmışlar aynı yolda. Hatta bazı geceler jandarma, yol güvenli değil diye gece kimseye izin vermiyormuş. Biz biraz tedirgin, biraz heyecanlı yavaş yavaş yol alıyoruz in ile cinin top oynadığı ıssız dağ başında.”
Ben hikâyemi anlatırken bir dilim karpuz attım ağzıma. Oluşan sessizlikten yararlanan bizim hanım “Madem tehlikeli gündüz gidin be adam ne diye gece gece yola çıkarsınız? Ah, ah! Böyle deli olduğunu bilseydim bu adamla evlenir miydim?” diyor sanki zamanında deliliğime kanmamış gibi… Yeğenler, kesin sonunda 1 Nisan şakası çıkacak diye fısıldaşıyorlar. Hiç sesimi çıkarmıyorum. Kendi dayımdan öğrendiğim taktikle karpuz çekirdeklerini başparmağımla, büktüğüm işaret parmağımın arasında sıkıştırarak sağa sola fırlatıyorum. Hepsi konuşanlara… Üstelik tam isabet… Ne de olsa yılların tecrübesi var. Neyse dikkatleri tekrardan toplayınca anlatmaya devam ediyorum.
“Saat gecenin ikisi olmuş. Biz 2 – 2,5 saatlik yolu 4 saatte gitmişiz. Ne yapalım gecenin bu kör saatinde? Gidelim bir Van Denizini görelim, denize karşı arabayı park edip içinde uyuyalım.”
-Dayı, Van Gölü değil miydi o, ne ara deniz oldu?
-Lan turp! Sen hiç Van denizini gördün mü? Görmedin. Biz gölle denizi ayırt edemiyor muyuz? Öyle büyük göl mü olur? Bak, bu saf yarın bir gün Van’a gider, orada da göl der, bir güzel dayak yer. Siz beni dinleyin oğlum benim anlattıklarım kitaplarda okuduklarınıza benzemez.
“Neyse, o yıllarda de telefonlara navigasyonu yeni koymuşlar. Adamakıllı kullanmayı bilmesek de Van İskelesini nişan aldık. Çok geçmeden de bulduk. İskeleyi gezerken bekçi geliverdi. Biraz ayaküstü sohbet ettik. Bak enişte koca tren demiryoluyla buraya kadar geliyormuş. Burada feribota binip karşıya geçiyormuş. Trenin feribota bindiğini de ilk defa o zaman duydum.”
“Bekçiyle sohbet filan derken saati 3 ettik. Biraz dinlenelim de sabah daha iyi gezelim diye yatmaya karar verdik. Arabayı denize karşı park edip koltukları yatırdık. Daha gözümüzü kapatmadan bir ekip arabası çıkıp geldi.”
– Hayırdır gençler?
-İyi geceler amirim yoldan geldik biraz dinlenelim dedik.
“Polisler her ne kadar burada sarhoşlar olur, rahatsız ederler dediyse de onları gönderip orada yattık.”
-Dayı, bunların Hangoverla ne alakası var?
-Bekle dayısının sıpası! Sabret…
“Uykunun en tatlı yerinde bir gürültüyle uyandım. Adamın biri deli gibi camı yumrukluyor. Bir yandan da ‘Siz kafayı mı yediniz, burada uyunur mu?’ filan diye bağırıp çağırıyor. Uyku sersemliğini biraz atınca önce havanın aydınlandığını, daha sonra camı yumruklayanın polis olduğunu, az daha dikkatli bakınca dün geceki polis olduğunu fark ettim. Yunus’ta bir telaş ki sorma. Bir yandan yatan koltuğu düzeltmeye bir yandan da arabayı çalıştırıp oradan uzaklaşmaya çalışıyor. Ben de koltuğu oturur pozisyona getirip sağlam bir esniyorum. Esnemenin bitmesiyle gözümü açıyorum ki bir şok daha: etrafımızda bölük bölük askerler sıraya dizilmiş, her tarafa bayraklar asılmış, caddeler süslenmiş. Sokaklarda tanklar, paletli araçlar geziyor. Daha tankların şokunu atamadan önüme bakıyorum. Bir de ne göreyim? 6-7 katlı apartmanlar… Hadi biz uyurken askerler, tanklar geldi; etrafı geceden süslemeye başladılar. Onu anladık da koskoca göl nereye gitti? Bu apartmanları bir gecede mi diktiler?”
-Dayı, hani göl değil denizdi? Sen az önce öyle demedin mi?
-Abla, bu çocuk okumaz. Alın bunu okuldan. Aslanım ben, yanımızdan tanklar geçiyordu, etrafımızda koca ordu vardı, göl yerine apartmanlar dikiliydi diyorum. Sen bana ne diyorsun? Konuya odaklan.
“Yunus, diyorum. ‘Bize ne oldu? Göl nereye gitti? Bu tanklar da nereden çıktı? Bu bayrakları kim, ne zaman astı? Hepsini geçtim dün akşamki polis bizi nereden buldu?’ Yunus telaşlı, Yunus tedirgin… ‘Sus anlatacağım.’ diyor başka bir şey demiyor. Arabayı çektiler, desem hiç mi duymadık? Hadi benim uykum ağır, Yunus da mı duymadı? Bize sprey filan mı sıktılar, acaba bayılttılar mı diye aklıma geldi. Neler izliyoruz haberlerde… Hemen elimi böğrüme attım kesik, yara filan yok. Oh, rahat bir nefes aldım. Böbrek yerinde…”
“Velhasıl arabayı sote bir yere çektik. Aklımda onlarca soruyla, aynı bana baktığınız gibi ben de Yunus’a bakıyordum. Meğer bizim Yunus gece üşüyüp uyanmış. Biraz ısınmak için arabayı çalıştırmış ve şehrin içinde biraz dolaşmış. İçerisi ısınınca yattığımız yere dönmek istemiş ama gece gece bulamamış. Arabayı sakin bir sokağa park edip yatmış, uyumuş. Benim uykum ağır olduğu için onun gezdiğini hiç duymamışım. Hatta dediğine göre ilk başlarda uyanırım diye yavaş yavaş sürmüş ama bakmış benim uyanacağım yok kasise masise sert girmiş, hoplatmış bizi. Ben daha göbeğimi kaşıya kaşıya uyuyormuşum.
-Dayı, kasisi anladık da masis ne oluyor?
-Lan, oğlum sizde değil size bir şey anlatanda kabahat. Anlatmıyorum gerisini, hadi bakalım!
Gerisini anlatmıyorum dedim ama hikâye yarım kalacak diye en çok ben korktum. Ya “anlatma!” deselerdi. Ne yapardım? Ah, rahmetli dayım… Hiçbir hikâyesini yarıda bırakmazdı. Her hikâye mutlaka bir sonu hak eder, derdi. Ben “Anlatmıyorum!” dedikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Sessizliğin uzamasından ve ilginin dağılmasından korkarken küçük bir uğultu ve mini bir isyan başladı. Rahatlamıştım hikâye yarım kalmayacaktı. Kendimi fazla naza çekmeden anlatmaya devam ettim.
“Yunus’ un gezdikten sonra sakin diye park ettiği yer meğerse şehrin meydanıymış ve 2 Nisan da Van’ın kurtuluşu… Askerler, bayraklar, tanklar kurtuluş törenleri için meydana inmiş.”
Ablamın, kardeşlerimin ve yeğenlerimin kahkahaları eşliğinde bilezik gibi koluma taktığım kaplan gözü tespihimi çıkartıp çekmeye başladım. Ağzıma karpuz dilimini götürürken dayımın dizinin dibinde hikâyeler dinlediğim o yıllara döndüm.
Yaşar Bayraktar kimdir:
Yaşar Bayraktar özgeçmiş
1988 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. Gazi Üniversitesinde Türkçe öğretmenliği bölümünü tamamladıktan sonra Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Öğretmenlik devam ederken yazmaya başladı. 3 Kafadar adında beş kitabı yayımlandı. Halen çocuk edebiyatı ve öykü alanında yazmaya devam ediyor.
edebiyathaber.net (17 Ocak 2019)