Öykü: Hasır altı | Ali Furkan Çalışkan

Ağustos 24, 2024

Öykü: Hasır altı | Ali Furkan Çalışkan

Her şey dün geceden kalma kavganın izlerini taşıyordu. Elimdeki ağrı, kolumdaki tırnak izleri, odanın parkesine saçılmış biblo parçaları, yatağın bir ucuna dolanmış çarşaf ve yarısı yere doğru kaymış yorgan. Telefonuma kurduğum alarmın gürültüsüyle ve gece açık bıraktığım camdan içeri giren yanık lastik kokusunun burnumu sızlatan keskinliğiyle uyandım bu sabah. Saat 7:45. Hızlıca kalkıp camı kapatmaya çalıştım ve o sırada sendeledim. Alkolün etkisi sanki hala üzerimdeymiş gibi dengemi kurmakta zorluk çektim. Şakaklarımdan kulaklarımın arkasına doğru vuran hafif bir sızlama var. Bunun alkolden değil daha çok kavganın gerginliğinin yarattığı stresten ve gece uyurken dişlerimi çok sıkmamdan kaynakladığını biliyorum.

Camı kapatıp ekmek fırınının bacasından evlere yayılan o kötü kokuyu bertaraf ettim. Yere saçılmış porselen parçalarına basmamaya çalışarak içeriden ses geliyor mu diye kapının ardını dinledim. Aslı hala kalkmamış diye düşündüm. Her sabah evin holüne yayılan kahve ve sigarayla karışık o tuhaf koku bu sabah yoktu. Televizyonda çizgi film açık fakat sesi kısıktı. Aslı pofuduk kanepenin bir kenarına sokulmuş, gözleri hafif kızarık ve yarı uykulu yarı uyanık bir dikkatle elindeki telefonu kurcalıyordu. Saçlarını özensiz biçimde toplamış, üstünde hala dün giydiği eşofmanlarıyla, bitkin bir pozisyondaydı. Birileriyle mesajlaşıyor gibiydi.

Son derece ruhsuz bir ses tonuyla, “Günaydın,” dedim. Cevap vermedi. “Hu hu, orada mısın?” diye üsteledim. Geri dönüş alamadım. Kendimi soğuk duşun altına atarak ayılmaya çalıştım. Hızlıca kurulanıp giyindim. Başım hala zonkluyordu. Duştan çıktığımda Aslı’yı yatak odasında gördüm. Dolabın açık iki kapısının arasına diz çökmüş, eşyaları kurcalıyor, seçtiklerini ufak bavula tıkıştırıyordu.

“Hayırdır?”, dedim. “Yine aynı terkediş tiyatrosu mu bu?”

“Bu seferki gerçek.”, diye cevap verdi.

“Her zamanki oyun değil mi? Yine ağlayıp sızlayacaksın. Ya da benim ağlayıp sızlamamı istiyorsun.”

“Ruh hastasısın.”

“Hayır, sen ruh hastasısın. Her şeyi kırıp döken sendin.”

“İçeri geç lütfen. Bitti. Bu sefer yapmam gerekeni yapacağım. Selin ile konuştum, gelmemi istiyor. Onlarda kalacağım bir süre. Sonrasına bakarız.”

Aslı’nın yüzünde herhangi bir kararlılık ifadesi yoktu. Akşam eve geldiğimde her zamanki gibi bavuldaki eşyalarını dolaba geri boşaltacak, dağınıklığı temizleyecek ve barışmaya yeltenir bir surat ifadesiyle bana yaklaşacaktı. Gitmeyeceğine adım gibi emindim. Pantolonumu giydim, arabanın anahtarını ve telefonumu cebime koyup dış kapıya yöneldim.

Kapıyı hafif aralık bırakarak, “Akşama kadar yerdeki porselen parçalarını toplasan iyi olur. Hoşçakal.”, diye odaya doğru seslendim.

Hafif tiz bir sesle cevap verdi, “Sen halledersin artık. Hoşçakal.”

Kendi kendime sırıttım. Cevabımın ne olduğunu anlasın diye demir kapıyı sertçe çektim. En azından bu sefer gürültü patırtı olmadan evden çıkabilmiştim. Apartmandaki dairelerin önünden geçerken, acaba dün geceki bağrışmalarımızı ve karşılıklı edilen hakaretleri kelimesi kelimesine duydular mı diye düşündüm. Kendi kendime utandım ve yerin dibine girdiğimi hissettim. Özel hayatımızın en tuhaf sırlarının yankıları, apartmanın en ücra köşelerine bile yayılmış olabilirdi. Arabayı, sadece enstrümantal müzik çalan radyo frekansı eşliğinde yola konsantre olarak, dün gecenin herhangi bir anını gözümün önüne getirmemeye çalışarak sürdüm.

İşteyken, bertaraf etmeye çalıştığım o kederli ruh halinin geri geldiğini farkettim. Masamda oyalanırken, telefonumdaki Aslı’yla olan resimlerimizi kurcaladım. Hiçbir fotoğrafta tam anlamıyla mutlu görünmüyorduk sanki. Gülerken -daha doğrusu gülmeye çalışırken- bile. Sevdiklerimizle çekildiğimiz o tatil fotoğraflarında bile. Hasır altı ettiğimiz bir şeyler vardı belki de. Dünü yoklama ihtiyacı hissettim. Sahi, neden kavga etmiştik gece vakti? Derdimiz, birbirimizden alıp veremediğimiz neydi?

Geçen hafta, ondan önceki hafta, bir ay önce, ne için tartışmıştık? Bomboş şeyler için mi yoksa birbirimize olan tahammülsüzlüğümüz, isteksizliğimiz miydi neden? Karşılıklı ufak çaplı dokunmalar, itip kakmalar, tam anlamıyla şiddetin kıyısından döndürmüştü bizi. Ağzımızdan, kontrolümüz dahilinde olmadan çıkıyormuş gibi duran o sözlerle incitmiştik birbirimizi hep. Aradaki filtreyi tamamen kesmişti o sözler. Ben hep pişman olmuştum; benliğimizin, kuytu köşelere sinsice sığınmış en kötücül, en ilkel taraflarının ağzımızdan boşaltmaya zorladığı, bir tür aşırılık seansı gibi kulağıma tınlamıştı hepsi. Belki o da pişman oluyordur söylediklerinden. Ama dün sınırları aşıp birbirimizi fiziksel olarak da incitmiştik. Yine de emindim, gitmeyecekti. Gidemezdi. Ben de gidemem, gidemezdim. Aklımdaki ufacık “Ya bu sefer gerçekten giderse?” şüphesi orada bir yerde sabitti hep. Ama bu minicik bir şüphe kırıntısıydı sadece. Bir an telefonla Aslı’yı arayıp kontrol etmek geldi içimden, ama kendimi tuttum.

Dönen sandalyemde düşüncelere dalmışken, sekreterin odaya çat kapı girmesiyle dağıldım ve toparlandım. Konuşmasına izin vermeden azarladım ve odadan kovdum. Bir an ben bile bu tepkim yüzünden kendime şaşırdım. İş yerindeyken ani öfkemi kontrol edebilirdim normalde.

Anahtarı kapı kilidine sokarken elim biraz titrer gibi oldu. Gün içinde doğru düzgün bir şeyler yememiştim. Evde hiç ses yoktu. Tüm odaların ışıkları kapalıydı. Aslı markete çıktı diye düşündüm. Gerçi normalde gerekmediği vakit evden dışarıya yürüyüş yapmak için bile çıkmaz, gezmeyi sevmezdi, tüm ev alışverişini de internet üzerinden yapardı. İsmiyle boşluğa seslendim. Önce yatak odasına koştum. Her şey dünden kalmaydı; dağınıklık, kırık bibloların yerdeki arta kalanları. Dolapta ona ait olan eşyalar yoktu artık. Gitmişti. Bu sefer gerçekten gitmişti. Mutfağa girip sürahinin dibindeki suyu bardağa doldurdum. Dolaptan soğuk suyu çıkarıp kana kana içmek istiyordum ama üşendim. Salondaki, Aslı’nın sabah içine gömüldüğü, hala oturma izinin olduğu yumuşak koltuğa bıraktım kendimi. Telefonla aradım, meşguldü. Sesli mesaj bıraktım.

 “Selin’e mi gittin? Neredesin?”. Gözlerimi kapatıp kafamı buz gibi  duvara yasladım. Soğukluk başımın arkasından yavaş yavaş tepelere yayıldı. Burnuma, ekmek fırınının bacasından yayılan is kokusu geldi. Hem sabahları hem de akşamları çekiyorduk bu kokuyu. Balkon kapısını kalkıp kapatmaya da üşendim. Bir süre öyle hareketsiz durarak Aslı’nın aramasını bekledim.

edebiyathaber.net (24 Ağustos 2024)

Yorum yapın