Hastanebaşı Yokuşu’nun dibindeki küçük, mütevazı, geçmiş yılları hatırlatan kurşuni kubbeli caminin yanından aşağı doğru ince, uzun bir merdiven iner. Basamakları kararmış, yer yer kırık dökük bu merdivenin kenar zaviyelerinden emek harcamaya gerek kalmadan kendi halinde yeşillikler bitmiştir. Ne ki insan böyle kendiliğinden olan şeylere pek değer vermez, hele ki rengârenk saksılara dikilip lüks vitrinlerin ardına konmamışlarsa. Hâlbuki bu şirince yeşillikler, bakım isteyen ve sevgi vermediğimizde küsüp solacağını düşündüğümüz çiçeklere kıyasla daha kavi, daha dayanıklıdırlar. Nazlanmadan kara kışa, çere çöpe aldırmadan ve her an ezilme tehdidi altındayken bile ne hayat doludurlar. Zamana da yenilmemişlerdir hem. Eğer gerçekten gören gözlerle bakan varsa kaç yaşında olursa olsun tanırlar bunları. Öyle özel adları da yoktur üstelik. Hatırlamaya, dilimin ucunda dedirterek kıvranmaya da zorlamazlar insanı. Gözü yüksekte olanların geçmeyeceği metruk binaların, eski çeşmelerin, kırık dökük merdivenlerin olduğu sokaklarda biterler. Böylece saatler, günler, haftalar belki de yıllar geçer. Onlar bitmeye alıştıkları yerlerde yaşama sıkı sıkı tutunmuş, direnmektedirler. Tıpkı Hastanebaşı Yokuşu’nun dibinde, onlara tepeden bakan binaların gölgesindeki rutubetli evlerde yaşayan sıradan insanlar gibi. Çocukluğumun ayak seslerini duyduğum ve zamanın ezici gücüne direnen bu gibi sokakların yetiştirdiği kahramanlardır onlar.
Günler birbirinin içine doğru geçip bir yandan çoğalırken bir yandan da azalmaktadırlar. İnsanlar gibi. Pencereden dışarıyı seyrederek zaman öldüren yumuk gözlü yaşlılardan biri yoktur artık. Sabah namazı için buz gibi suyla abdest almaya çalışan aksakallı dede de ölmüştür. Hatta onun acısına kalbi dayanmayan daha yaşlı babası da göçmüştür peşinden. Yeşillere sarılı tabutu, mahallenin orta yerinden hüzünlü bakışlar arasında, taşındığı sırtlardaki sıcaklığı hissede hissede kabristana doğru götürülmüştür. İnsanlıktan uzak, buz gibi metal dolapların içinden değil ve gizlice de değil, hiç yaşamamış gibi de değil, hayatına dokunduğu insanların bakışlarının arasından geçip gitmiştir. Sonra sokaktaki eski taşları ayaklarıyla döverek oynayan kızlar büyümüş, ufak ve sessiz adımlarıyla varlıklarını hissettirmeden gidip gelmektedirler. Her şey doğal bir ulamayla hem eskir hem yenilenir hem çoğalmaktadır hem de azalmakta. Bu döngü böyle devam ederken mahrekten sapmadan, sonsuz ihtimalle çatallanarak öbeklenen hayatlar doğar ve sonra yavaşça ilerleyen mucizevî bir böcek gibi peşlerinde ışıltılı bir iz bırakarak öylece sönerler. Yüzlerce insan geçer bu daracık, taşları kararmış sokaktan. Telaş içinde atılan adımlarla ve bir yere ulaşmak için içinden geçmeye mecbur olmuşçasına ilgisiz. Bu yüzden görmezler belki de. Orada yokuşun bittiği yerde bir zamanlar yapılmış, bakımsız görünen dışı teneke kaplı ahşap evler vardır. Bir ikisi dışında hepsi boş. Sakinleri nerede kim bilir? Bu, bazı art niyetli gözlerin bakış alanına girmemiş, masum bir anın içinden bir zamanlar biz de vardık, diye seslenen ruhların sindiği evler daha ne kadar yaşar bilinmez. Belirsizlik her şeyde olduğu gibi bu durumda da bir huzursuzluk kaynağı oluverir. Sonra gök bir şeylerin intikamını almak ister gibi kükrer. O kırık dökük basamakların üzerinden, arasından, yeşilliklere çarpa çarpa, sonra bakımsız oluklardan taşa taşa, sonra mazgallardan dökülemediğinden kaldırımların kenarlarında birikerek arabalar geçtikçe etrafa sıçraya sıçraya varlığından haberdar eden muzır bir yağmur iner, çoğala azala. Dükkânlara su dolar. Söylene söylene temizler esnaf; yağmur dinince, kara bulutlar çekip gidince kaldırıma kartonlar yayarlar. Sinirleri saman alevi gibidir. Biraz sonra hallerine şükrederek içlerine sinerler.
Hayalleri de sıradandır bu insanların. Gün başlar başlamaz karınca gibi nasibini almak için düşerler yola. Simitçisi, ayakkabı tamircisi, gözleri kör olmak üzere olan terzisi, tuhafiyecisi, yufkacısı, marangozu, döşemecisi hepsi küçük dünyalarında akşam yiyecekleri sıcak yemek sofrasını ve o sofranın etrafını çevreleyen ailesine kavuşmanın hayaliyle çalışır dururlar.
İşte buralardan uzakta hayat gailesine kapılmış giderken bir zaman çocukluğumun geçtiği mahalleye götürdü beni ayaklarım. O zamanlar bizim dediğim bu sokağa, hiç ayak basmamış birine kıyasla aşinalığımın olduğu ama artık bizim diyemeyeceğim kadar da uzaklaşmış olduğum bu sokağa bakakaldım öylece. Neden burası, diye düşündüm bir müddet. Öyle ya, benim yaşımdaki birinin kendine ait geçmiş zaman adımlarının izlerini süreceği bir den fazla yer vardır. Belki de burası içimde yaşattığım fakat şimdi bulamamaktan korktuğum ilk göz ağrımdı. Toptancı arabaları geçerdi daracık sokaktan. Oyunlarımız bölünürdü sık sık. Ama hiç küsmeden yara izlerini bir nişan gibi gururla taşıdığımız incecik bacaklarımız üzerinde oradan oraya koşturup dururduk. Bunlar da oyunun parçası oluverirdi. Başka türlüsünü bilmediğimizdendi belki. Sonra para kazanmaktan başka gailesi olmayan esnafın bağırış çağırışları karışırdı tekerlemelerimizin içine. Onlar çalıştıkça biz oynardık. Sanki bir zaman sonra aynı kaderi paylaşacağımızı sezmiş gibi, korkuyla yakalamaya çalışırdık elimizden kaçamaya çalışan zamanı. Şimdi o noktadayım. Her şeyin biteceğinin bilincinde ve zamanı yakalamanın, yeniden yaşamanın mümkün olmadığının, kendi çocukluğumu hatta gençliğimi kıskandığım evrede. Ne için geldim, çocukluğumu hatırlamak için mi? O zaman daha mı iyi bir insandım ya da insanlar mı öyleydi? Biliyorum, gelecek belirsiz. Bu belirsizlik içimde büyüdükçe büyüyor ve korku uyandırıcı. Belki geçmişe, güvenli olduğunu bildiğim, yaşayıp gördüğüm o limana uğramayı istemem bu yüzden. Bir de hasta yatağında son nefesini vermesine az kaldığını söyleyen dedem için gelmiştim buraya. Tanıdık birilerinin kaldığını görmek için. O zaman içim rahat edecekti. Sokakta yürürken kendi kendime konuşur olduğumu fark ettim. Geçenlerde yanımdan geçen bir adam; uzun, zayıf, kirli sakallı bir adam, dertli bir baba gibi sürüklediği bedenini zorlukla taşırken, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Anlamamış yadırgamıştım önce. Meğer insan konuşacak birini bulamayınca içine içine sızmaya çalışan derdini kendiyle böyle paylaşırmış şimdi anladım. Kendi kendime konuşuyorum işte.
Şu sinsi çarkların dişlileri arasında ezilmeye meyyal nahif yaşamların yok olma ihtimali üzerine çok düşündüm. Ya geldiğimde burayı böyle bulmasaydım? O camiyi restore adı altında türlü çirkinliklerle örtülmüş, etrafındaki otları yolunmuş, eski zamanlardan kalma kırık dökük taşları sökülmüş, insanları göçmüş bulsaydım ne yapardım? Onlar beni tanımaz şimdi. Şurası eskiden yorgancıydı. Yorgancı Cemil amca otururdu dükkânın orta yerinde. Tüm gün üzeri işlemeli, rengarenk yorganları dikmekle uğraşırdı. Kadınlar gelirdi, boy boy çeşit çeşit. Sünnet düğününde kullanılacak yorgan siparişinden tutun da yeni gelin için rengi uzun süre düşünüldükten karar verilen yorganına kadar, yastıktı, nevresimdi derken Cemil amca bu kadar kadınla nasıl uğraşırdı? Şimdi eczacı deposu olmuş. Sokağa belli belirsiz bir deodorant kokusu yayılıyor içeriden. Başımı uzatıp bakıyorum. Gençten bir delikanlı bilgisayar başında hayli meşgul görünüyor. Sonra tam boynumu büküp gidecekken arka bölmeden ağrıdığı belli ayakları üzerinde sağa sola yalpalayarak yürüyen Cemil amca çıkıyor. Yüzü aynı yüz. Sadece yılların ben bu insanın bedeninden geçtim demek için bıraktığı izlerle bakışlara oturmuş durgunluk. Şimdi heyecandan atıveren kalbime hâkim olup uzaklaşıyorum oradan. Belki bir gün yine gelir konuşurum onunla. Sadece onunla mı? Köşe başında konaktan bozma ahşap bir okul vardı, Nazif Paşa İlkokulu. Yıllar önce bir gece yandığını duymuştuk. Onun yerinde dört katlı daracık, bahçe bile denemeyecek kadar küçük bir oyun alanı olan pembe boyalı bir okul yapmışlar. İşte eskiden o konaktan bozma okulun köşesinde el tezgâhında limon satan Hasan amca da hala yaşıyor. Sokağı döner dönmez bir binanın altına manav açmış. Tüm bu değişikliklere rağmen yine de geçmişin gözlerimde canlanmasına engel olacak kadar değişmemiş. İçim rahatlıyor. Böyle yerler azalıyor. Çoğu insanın burun kıvırarak gelmek istemediği bu yerler öğretti bana hayatı. İyi ki var, deyip kaldırıma hasırdan taburelerin yayıldığı küçük bir çay ocağına oturuverdim. Ne güzeldi yarabbi. İnce belli bardaktan buharı tüten demli bir çay içince ‘İşte bu çay!’ demek. Gözüm çocukluğumun gözlerinden gördüklerinin bir kısmını bulduğu için mi bilmem, sokağın orta yerinde kendi kendine gülen bu adama kimler nasıl baktı acaba?
Yaşım baya ilerlemiş -ihtiyar değilim ama- onu fark ettim. Çocukluğumun adamlarını, kadınlarını göremeyeceğimi düşünecek kadar yaşlanmışım, böyle olunca içime bir hüzün de çöreklendi tabi. Sokakta rengarenk plastik toplarla oynayan çocuklar aradı gözlerim. Ellerinde yağlı ekmek, burunları sümüklü, kan ter içinde kalmış, kendine göre büyük işler beceren çocuklar. Sonra lastiğini beline kadar çektiği çizgili pijamasıyla yaz kış demeden Hastanebaşı Yokuşundan aşağı koşturarak inen ve bu sokaktan geçen, geçerken de tabut diye bağıran o meczubu aradı. Kulaklarım Ramazan aylarının olmazsa olmazı atomcuuu diye bağıran küçük oğlanın sesini. Yok, hepsi gitmiş. Belki de bu zamanın çocuklarına yeni anılar biriktirmesi için başka başka nesneler sunan, sesler duyuran bu sokak her zihinde başka bir sokağa dönüşüyordur. Nihayetinde hepimiz gideceğiz. Tüm yok ettiklerimiz ve kaybettiklerimiz gibi buralardan gitmek üzere ama bunu unutarak koştururken bir durup dinlenmeyi, kendimizi bulmayı becerebilsek ne güzel olurdu. Böyle düşüncelerle etrafı doya doya seyrederken çayevinin arkasındaki ihtiyar ağaca takıldı gözüm. Metruk evler ile acemice dikilmiş beton binaların arasında öylece duruyor, yaşlı bir kadının vücudundakine benzer izler var gövdesinde. Dikkatli bakınca şöyle yerden kırk santim kadar yukarıda gövdesine lalettayin atılmış bir fırça darbesi dikkatimi çekti. İşte o kirli beyaz boyanın zamanın orta yerinde açtığı bu gedikten içeri, bu ana bir şeyler akmaktaydı. Ağacın yaratıldığı günden bugüne kadar yaşanan ve şimdinin içinde öbeklenerek akandı zaman.
Her şimdi içinde sayısız ve nereden aktığı kestirilemeyen yani sonsuz ihtimalli anların birleşimiyle çoğalır gider. Ağaç aynı ağaç… Üzerinde gezinen karınca başka, ona bakan gözler başka, dallarına değip eğen rüzgâr da. Tam şurada, şu zıt yapıların ortasında birleri canına kastetmediği sürece yaşayacak bu yaşlı ağaç. Orada kaldıkça da kendine bakan gözleri hayran bırakacak. Bu hayranlığın içinde ona bahşedilmiş sayısı belirsiz insan ömrünün yarattığı haset yuvalanacak. İnsan en çok neye hayran kalırsa ona hasetle bakan başka insanlara ayrılıp çoğalacak. Benim içimden de yitirdiği geçmişi hatırlamaya çalışan çocuklar, delikanlılar, adamalar çıkacak; yaşlı ağaca bakmaya doyamasa da geldiği yere geri gitmek zorunda olan hüzünlü adamlar.
edebiyathaber.net (23 Mart 2021)