Gökyüzünün uzak ve karanlık bir köşesinde yanıp sönen bulutlar dikkatinin bir an dağılmasına neden oldu. Çıktığı paslı, kalın demir korkuluk sallandı. Tırmanmasına yardım eden aydınlatma direğine sarıldı. Aşağıya, altından insan ömrü gibi geçen kirli ve gri nehrin kabarmış sularına baktı. Durmadan dönen dünyada bu nehir hep aynı yöne akıyordu. Aceleyle korkuluklardan aşağı indi. Alnındaki teri silerken sağına soluna baktı. Kimsecikler yoktu. Ellerini cebine soktu ve hiçbir şey olmamış gibi korkulukların dibinden eski mahallesine doğru yürüdü. Çocukluğu, yüksek vadilerde esen, dudak çatlatan, düşünmeye izin vermeyen, gözyaşını akmadan kurutan sert bir rüzgâr gibi geçmişti. Arabacılık yapan, ayın yarısında hasta yatan bir babaya ve histerik bir anneye sahip olmuş bir de üstüne daha kendi sivilcelerini patlatamadan, abisinin düsturu ile aklı bir karış havadaki kız kardeşinin namus bekçiliğine soyunmuştu. Şimdi kız kardeşini abisiyle dövdüğü köşedeydi. Gammazladığı yetmiyormuş gibi sırtındaki kızılcık sopası izlerini yoğurtla ovalayan zavallı kız kardeşini nasıl da hırpalamıştı. “Kızılcık sopası, ah kızılcık sopası!” Hafif bir tebessüm yayıldı dudaklarına. Atın boynuna taktığı kocaman yem torbasını unutmuş, bütün yemi yalayıp yutan Taşni şişip kalmıştı. Sabah at yerinden kıpırdamamış ve onun yediği sopanın iki mislini de kendisi yemişti. Yıkılan ahırın kalıntılarını görmek bile belini sızlattı. Sızladıkça beli, günlerce kokusu gitmeyen “Her gün” dedikleri patateslerin kokusu sardı burnunu. Rahmetli kadıncağız, belki de günlerce süren ağlama krizleri, şişmiş gözler, leçeğini bandana yapıp kafaya sarmalar hep o patatestendi. Patatesin kokusu yayıldıkça giysilerindeki yamalar, sökükler belirginleşirdi. Okula doğru adımlarını kar taneleri gibi sessizce atarken öfkesi bir çığ gibi içine düşerdi. Aşağı mahalleye inen daracık sokağa girdi. Taşni’nin kişneyerek çıkardığı sesi bir an duydu. Ses ensesini yalayan rüzgârın içinde kayboldu. Bu dar sokak Benan ile ilk tatlı sohbetlerin, koşturmacaların sokağıydı. Sokağın diğer başında, duvardan komşu kızı gibi sarkmış melisa çiçeğinin kokusu yayılır ve yürüdükçe gübre kokusunun yerini alırdı. Yokuş yukarı başladığı yürüyüşte şimdi yol düzleşmiş hatta aşağı doğru eğimli dar sokakla beraber adımları hızlanmıştı. Sokak genişledikçe ilkokul binasının eskimiş kiremitleri görünmeye başladı. Sol tarafında yorgancı İbrahim amcanın dükkânı vardı. Camları taş delikleri ile doluydu. Pencereler ve kırık kapı paslanmış tenekelerle yamanmıştı. Bir süre durdu ve uzaktan paslı bir şövalye miğferini andıran bu viraneye baktı. Hafifçe mırıldanarak “Ah be İbrahim amca! Yorganı bilmem ama güzel yama yapardın.” Dedi ve yoluna devam etti. Eskimo Eskimo diye önünde nara attıkları Habibe Bibinin evinin önünden geçerken bahçe kapısı açıldı. Bir ses duydu.
“Nedim! Hop Nedim, baksana olum buraya”
“Ooo Mehdi abi merhaba. Dalmışım öylesine fark edemedim seni”
“Ne var ne yok? Sen bu taraflara gelir miydin?”
“Geldim işte. Canım Eskimo çekti.” Cesaretsiz bir tebessüm belirdi dudaklarında. Mehdi de gülerek “Nerede be oğlum o günler. Bibi öldü gitti. O gidince Eskimo da gitti.” Nedim araya girerek “Sütlü, oraletli, limonlu çeşit çeşit olurdu. Top sahasına kadar yalaya yalaya giderdik”
“He aynen öyle…Boşanmışsın öyle duydum?” Nedimin yüzü soğuk su sıçramış gibi gerildi. “Öyle oldu. Nasip!”
“Çocuk yok muydu?”
“Yok abi. Ben şöyle aşağı doğru yürüyeceğim. Özledim buraları.”
“Tamam. Selo’nun kahvesinde otur, ben yetişirim sana”
Başını salladı yoluna devam etti. Eski hamamın önünden geçti. Zayıf ve çelimsiz oldukları kadar kuvvetli tellaklar, göbek taşında ters dönmüş taslar, kubbedeki yıldız şekilli delikler, buhar, ter ve limonlu çay. Hepsi sırayla burnunun önünden geçti. Solunda Bey camisi vardı. Ayakkabı gözelerinde sakladığı ergenliğini geri verebilir miydi? Ne zaman bir caminin yanından geçse o his beliriyor. Bize öğretilen hatta kafatasımıza çiviyle çakılan en önemli şey: Suçluluk hissi. Selo’nun kahvesi göründü. Kaldırıma dizilmiş üç beş masa sandalye ve birkaç insan gövdesi. “Acaba çaktırmadan geçsem mi?” diye düşünürken kahveye doğru yürüdü. Selo çayın yanında niye limon vermediğini anlatıyor hararetli bir şekilde. Arkasında sessizce onu izleyen Nedim’i görünce sohbeti yarıda kesti. Gelip sarıldı.
“Yoksun uzun zamandır kaptan! Kendi gemini kurtardın tabi” dedi.
“Olum Allah aşkına buraya sitem dinlemeye gelmedim. Zaten oturmayacağım.”
“Hayırdır? Bir kusur mu ettik?”
“Yok yok. Hiçbir kusur yok. Şöyle hızlı bir tur atayım dedim. Pek oturasım yok”
“Yahu iki lafın belini kıracağız şurada, sana ne oldu böyle?”
Nedim başını önüne eğdi. Yavaşça sandalyeyi geriye çekti, oturdu. Nasihat dinleyecek öğrenci havasına girdi.
“Evi de satmışsın duyduğuma göre?
“Ayrılınca işte, mecbur…”
“Nasıl çabaladığını bir ben mi bilirim Nedim?” Nedim kafasını hafif kaldırdı, dudak köşelerinde ruh halini gizleyen çekilmeler belirdi.
“Bize hep erkekliğin kitabını öğrettiler be Selo! İnsanlığın kitabı yok mu?” Selo ona doğru eğildi ve “Var elbette güzel kardeşim var da sen kendine haksızlık etmiyor musun?”
“Etmiyorum Selo, etmiyorum. Sen de etme! Sen değil miydin kalkan el karşıdaki surata yapışmadan inmemeli diye konuşan?”
“Tamam da oğlum ben onu erkek erkeğe kavgada dedim”
Nedim ayaklarını yerinde tutamıyor, durmadan sallanıyordu. Elleri titriyordu. Selo hızlıca kalktı ve çay ocağına yöneldi.
“Çay içmeyeceğim Selo! Gitmem lazım. Mehdi gelirse işi vardı gitti dersin tamam mı?”
Selonun ağzı tam açılmıştı ki Nedim arkasını dönüp okul yoluna doğru ilerlemeye başladı. Kafası önünde Selonun hiçbir dediğini duymadı. Çayhanede kendisine tuhaf biriymiş gibi bakan müşterilere dönerek “Çocukluk arkadaşımdır. Aslında çok iyi çocuktur” dedi ve musluğun önünde birikmiş kirli bardaklara doğru yürüdü. Okulun kirli sarı duvarlarını aşmak eskiden çok kolaydı. “Şu zavallı çocuklara bak. Dikenli tellerin ardında nasıl da dışarıyı izliyorlar. Okulu cezaevine çevirmişler. Gerçi dışarı mı cezaevi, içeri mi? Oda başka bir konu” diye düşünüp içlenerek yürümeye devam etti. Kiremit çatılı, alçak damlı evlerin yerini yavaş yavaş şekilsiz, iç içe, kısalı uzunlu beton binalar almaya başladı. Balkon demirlerine serili halıları, pencere kenarından göbek gibi fırlamış klima fanları, kepçe kulak gibi sağa sola kavislenmiş çanak antenleri ile lümpen bir kalabalığa benziyorlardı. İlerde nehri ikinci kez geçeceği küçük demir bir köprü vardı. Köprünün diğer yanında binalar yükselmeye, irileşmeye ve gruplaşmaya başlamıştı. Sanki her bir sitenin farklı olmak, diğerlerine benzememek gibi bir derdi vardı. Nehir aynı değil. Rengi daha bir gri sanki. Ezan okunuyor. Öğlen olmuş bile. Uzaklarda ki bulutlarda kaybolmuştu. Yazları kuraklık iyice alsın başını, ağır bir koku sarsın şehri, kurbağalar ‘vıraklasın’ diye yemin eder dizlerini bağlarlar. Çok sonra ayakları adım atamaz oldu. Kanarya Sitesi. Sorsan bir tane kanarya gören olmamıştır buralarda. Kafasını kaldırdı. B blok dört… Satılık yazısını söküyor bir kadın. O güzelim Fransız balkonuna asılmış ve içi izmarit dolu küçük su şişelerine bağlanmış afiş nihayet söküldü. “Almak için kaynak atölyesinde yirmi yıl heba et, gözlerin kedi götüne dönmüş vaziyette eve gel ve anandan babandan görmediğin ilgiyi Benan’dan bekle. Ona da haksızlık canım, ona da!” dedi ve site görevlisinin el kaldırışına aldırmadan yoluna devam etti. Sazlıklar boy vermeye başladı. Nehrin göle doğru dallara budaklara bölündüğü yere doğru yokuş aşağı iniyordu. Araba gürültüsü, korna sesleri azalmaya başlamış, yerini rüzgâra alkış yapan sazlıklara ve az sayıda genç kavağa bırakmıştı. Göle doğru ilerleyen küçük tekneler arkasında dönüp düzeltemeyeceği uzun ve zikzaklı bir çizgi bırakıyordu. Güneş ensesini kızartmaya başladı. Sazlıkların dibinde oturup bira içmeyi ve güneşin tepelerin ardına tam da eski mahallenin oralardan çocukluğu gibi saklanmasını çok severdi. Bazı akşamlar “Aslında güneş bir yere gitmiyor biz gidiyoruz” derdi. Abisi de “La salak salak konuşma da bakkaldan sigara al gel! Para nerede diye sorarsa Cemile ödeyecekmiş de o zırtapoz anlar.” Abisi, dilinin ucunu üst damağına dayayıp alt dişlerinin arasındaki boa yılanı gibi tüküren garip bir insandı. Ayrı bir çirkinlik katardı bu ona. Katran gibiydi. Kimse bulaşmak istemezdi. Babası bile ilişmezdi ona. Durmak istemedi sazlıkta. İçi kaynadı adeta. Burnuna rakı kokusu geliyordu. Dayanamadı gölün ağzına doğru inmeye başladı. Nehrin göl ile kol kola girdiği yerde küçük bir balıkçı barınağı vardı. Adamın biri el işareti yaptı. Yanına çağırıyor gibiydi. “Selam ün Aleyküm”, “Ve Aleyküm Selam” dedi adam ve buyur etti. Nedim adamı tanıyor olabileceği endişesi ile iyice süzdü. Tanımıyordu. Adamın önündeki tepside iri bir sazan cansız yatıyordu. “Sence bu sazanı nasıl pişirmeliyim?” Nedim ağzı açık bir şekilde adama baktı. “Bilmem ki. Bu çok büyük. Dilimlesek mi?” adam küçük bir barakaya çevirdiği eski kayığın içine girdi. Tencere tava sesleri arasında iri bir tava ile ve kocaman bir bıçakla çıkageldi.
“Dayı bana müsaade”
“Otur evlat, seni ben çağırdım. Şunun şurasında iki laf edeceksin bu ihtiyarla. Çok mu zor?”
“Estağfurullah dayı olur mu öyle şey. Gitmem gerek de o yüzden”
“Senin gideceğin bir yer yok evladım. Yürüyüşünden anladım. Sana ne soru sorarım ne de para isterim. Şu balığı bölüşelim!”
Nedim ellerini nereye koyacağını bilemeden şaşkın bir ifadeyle adama baktı. Uzatmak istemedi. Adamın elinden bıçağı aldı ve balığın pullarını kazımaya başladı. Güneş yuvarlak kızıl bir çadırın içine girmiş, kaybolmuştu. Akşam ezanı okunurken balık tavada pişti. Nedim rakının kapağını açarken adam gazete kağıtları üstüne soğan, beyaz peynir, zeytinyağı ve balıktan oluşan sofrayı hazırlıyordu. Adam gerçekten de hiç soru sormadı. Kadeh tokuşturmadı. Rakısını usul usul içti, balığından küçük lokmalar aldı. Nedim’e döndü ve “İnsan kartopu gibidir, kendi ömründe yuvarlanıp büyüyerek yol alır. Bir kere yuvarlanmaya başladı mı artık durması mümkün değildir. Yuvarlandıkça büyür, güçlenir. Önüne çıkan engelleri yıkar geçer, ta ki yıkamayacağı ondan güçlü bir engel çıkana kadar.” Nedim kadehini bir seferde içip bitirdi. “Biz hiçbir zaman tam büyümedik ki. İçimizi taş doldurdular. Sürekli kendi içimize yuvarlandık. Kurtulmak istedikçe cahil bir el çekti bizi. Aç gözlü, bencil, kabadayı eller…” Adam Nedim’i süzdü. Başını salladı. Uzunca bir süre bekledi. Ama Nedim yerine aşktan çıldırmış cırcır böcekleri konuştu. İkinci kadehten sonra Nedim kalktı. Adam “Yolun açık olsun. Her ne derdin var ise bil ki çözüm her zaman vardır.” Nedim hafif bir gülümsemeyle beraber kafasını salladı. Biri tahta biri demir iki köprüden geçti. Köpek havlamaları, meltem ve cırcır böcekleri ona eşlik etti. Balıkçı dükkanları ile başlayan tek tük dükkanlar sıklaşmaya araya kasap, market hatta tuhafiyeler karışmaya başladı. Gürültü arttı. Gözü bu aralar çok sık uğramak zorunda kaldığı hukuk bürosuna takıldı. Yola indiği an da korna sesiyle kendini yana attı. Adam camı açıp bağırdı. Elini pardon dercesine kaldırdı. Adam söylenmeye el kol hareketlerine devam etti. Nedimin midesinden bir el çıktı. Küfür olup adamın suratına çarptı. İçi karınca yuvası gibi kaynadı. Çıkan eller arabanın camından sarktı. Adamı dışarı çekti. Gözleri kan kırmızısı, elleri mosmordu. Sağdan soldan yetişenler kurtardılar adamı. Adam beline kadar camdan sarkmıştı. Nedim’i çekip uzaklaştırdılar. Derin derin nefes alıyor, öksürüyordu. Adam gaza basıp hızla uzaklaştı. Arkadan korna yapan arabalar Nedim’in önüne gelince yavaşlıyor sonra hızlanıyordu. Nedim her yavaşlayan arabaya saldıracakmış gibi bakıyordu. Biri sigara uzattı. Nedim sigaraya meme gibi asıldı. Ay tavandaki lamba gibi sallanıyordu. Adamların arasından sıyrılıp yürümeye başladı. Kulağında korna sesleri. Aksu sinemasının önünden geçti. Bir at resmi vardı. At ve üstündeki kovboy ikisi de neşeliydi. İkisini de aynı anda dövmek istiyordu. Bir ata, bir kovboya, bir ata…Köşeyi dönünce peynirciler başladı. İlerdeki ilçe garajından çıkan ve önüne gelince korna çalan her minibüse elinin tersini gösterdi. Şu an kendini her şeye kadir hissediyordu. Ama bu cahilliğin verdiği bir kudret değildi. Bu alkolden ileri gelen bir cüretti. Biliyordu. Elinin kenarında bir sızı hissetti. Çizilmişti, kavga sırasında olmuştur herhalde diye geçirdi içinden. Dudağını yakmaya başlayan izmariti çöpün kenarına fırlattı. Kafasını kaldırdı. Babasını karşısında görmüş gibi korktu. Kaya Şarküteri yazan bir dükkâna bakıyordu. Asılı sucukların, kurutulmuş biberlerin arasında sarı bukleleri olan eşarbı kaymış bir kadın boynu bükük yerleri siliyordu. Kaç saniye, kaç dakika geçti bilemedi Nedim. Öyle heykel gibi kaldı kaldırımın ortasında. Kadın temizliği bitirdi. Kafasını kaldırdı. Kendisine bakıyordu sanki. Kaçmadı. Öylece bakıyordu. Cesaretlenen Nedim dükkâna yaklaştı. İçine damla damla umut akıyordu. Karaltı iyice yaklaşınca Benan’ın elindeki süpürge düştü, elini ağzına götürdü. Korkmuştu sanki. Hızlıca önlüğünü sökmeye başladı. Arkasına dönüp bir şeyler söyledi. Nedim ayağına taş bağlanmış enik gibi bakıyordu. Kadın içeri kaçtı. Tezgâhın arkasında kayboldu. Bir adam belirdi. Kirli sakallı ve göbeği deve hörgücü gibiydi. Dışarı fırladı. Elinde kocaman bir kasap bıçağı vardı. Gözleri dışarı pörtlemiş vaziyette sağa sola baktı. Nedimi gördü. Nedimin ayakları gerisin geri gitti. Benan’ın babasıydı. Kaçtı ama korkmuyordu. Her şeyden kaçıyordu. Ara sokaklardan belediye düğün salonunun önüne çıktı. Gelin davul zurna sesleri arasında arabaya bindiriliyordu. Kalabalığa karıştı, ağlıyordu. Durmadan yürüdü. Buz kesmiş ellerini cebine koydu. Yanıp sönen eczane tabelaları ve neon ışıklarının yansımaları ambulans sirenlerine karıştı. İyice hızlandı. Sokaklar sessizleşti. Karanlık is olup yüzüne yapıştı. Köprünün ışıkları yaklaşmıştı. Sabah ayrıldığı yere dönüyordu. Kararını vermişti. Köprüye çıktığında birkaç genç vardı. Başıyla selam verdi. Bir sigara istedi onlardan. Sigarasını yakıp köprünün korkuluklarına yanaştı. Kapkara suya baktı. Ay parlamıyordu. Uzak mahallelerdeki elektrik lambalarından farksızdı. Akarsuyun sesi kadehe akar gibi şarıldadı. “Keşke ayrılmasaydım oradan. Elindeki bıçak da amma iriydi. İki kere soksa yeter. Ne diye kaçtım?” Korkuluklara çıktı. Ayakkabısının biri suya düştü. Sunturlu bir küfür savurdu. İyice eğildi nehre doğru. Aklına kız kardeşi geldi. Canımın içi ne yapıyor şimdi? Diye düşündü. Dayanamadı telefonu çıkardı iç cebinden. On tane cevapsız arama vardı. Selo, Mehdi, kız kardeşi ve diğer arkadaşları. Bir de Benan mesaj atmıştı. Önce onu okudu. “Allah belanı versin. Senden nefret ediyorum. Senin yüzünden babam kalp krizi geçirdi. Defol git! Geber!” Azarlanmış çocuk tavrıyla burnunu çekti. Kız kardeşini aradı. “Alo, Abi?”, “Ne oldu kız? Sesin neden kötü geliyor?”, “Abi…”, “Evet?” “Abi bir şey diyeceğim ama ne olur bela çıkarma.” “Kızım söylesene artık. Hasta etme adamı!” “Artık dayanamıyorum abi. Ne olur kurtar beni bu Osman’dan. Söylemedim şimdiye kadar ama artık dayanamıyorum her gün dövüyor beni.” Nedim şimşek hızıyla korkuluktan aşağı indi. “Osman ha! Osmaaann Hızır’ı çağır Osman!” Attığı narayla uzaktaki gençler irkildi. Köpekler sustu. Topallayarak yürümeye başladı. Durdu ve ayakkabıyı ayağından çıkardı. Daha sonra ayakkabısını burun kısmından tutup havada sallayarak zincirini koparmış bir it gibi koşmaya başladı.
edebiyathaber.net (15 Ağustos 2021)