Öykü: herifçioğlu | Tan Doğan

Şubat 4, 2023

Öykü: herifçioğlu | Tan Doğan

ipucu gibidir ‘üslûp’, her yolculukta.

I / merhaba!

su da susar…

ne çok cümle, bir ‘merhaba’mın üzerine! allak-bullak olmuştu başım. kalkıp gidemedim de bir ânda. çay üstüne çay.. kusacağım yüzüne! yüzü düştü, ben bi su döküp döneceğim, deyince. biraz daha kalsam, altıma… neyse. kalkış, o kalkış: vınnn turizm-seyahat! insan ilk tanıştığına ömrünü anlatır mı?! herif birden öptü beynimden. tam sıvıştım derken, “nere hemşerim?” haydaaa ki ne hayda! içim kazındı da.. bakkaldan bir şeyler… “bi şiler var çantamda abi.. sen hiç zâhmet buyurma.” tanrım beni baştan yarat, demiş miydim? aynı masa, aynı muhabbet: tek kale maç yâni! sâf mıyım, salak mıyım.. anlayamadım! çay ve çay ve çay ve de üç âdet bayatlamış bisküvi: yedim ve hâlâ hayattayım.. hayret! “biliyon mu abi, bana babam dâhil, hiç kimse ‘merhaba’  demedi!” nerden düştüm bu belâya, söyleyin. yol yorgunuydun.. boş masa yoktu.. ‘merhaba’ deyip oturabilirliğini suâl eyledin, deyin de içime su serpin biraz. lâkin dilim kopsaydı ya da geberseydim de yorgunluktan, selâm vermeseydim bu ishâl ağızlıya! evde bekleyenler, diyecektim ki, “o iş bende” dedi ve öderken hesabı bir yandan ekledi, “yoook abi, yok.. iki tek atmadan aslâ bırakmam.”

meşhûr kahvehânesinden lokantasına garın, metazori yolculuk! “gelmeseydin canıma kıycaktım.” ama evde.. “al, burdan ‘alo’ de, yoksa o iş bende.. hallederik.” telefonum var da.. “de, da yok.. içcez.” hanım, çocuklar bek.. “beklesinler.. ne var?! ben seni bir ömür bekledim.” haydaaa hayda ve hayda! herif beni içmeden leylâ eyledi! kızmayın ammaaa, hani fenâ da değildi teklif. bir de zaafım yok değil kafayı çekmeye.. üstelik de uzuuuuuun, tatsız bir yolculuktan sonra. “hesâplar benden.” lar da ne, diye suâl edecekken, “çıkışta işkembeci sonra pavyon.” aman, aman, amaaan vay! “yakışır mı yakışır abime.” kumpasa mı geldim, ne?! “arada bi kaçamak, sana, bana şart.” şart olsun bir daha tanımadığıma.. “bi şi mi dedin abi?” ‘merhaba’ dersem, gebertin beni. “hadi.. şerefe.” geçmiş olsun oğlum, derken kendime, ikinci kadehler dolmuştu. “ellerinden öper, bende bi tane…” tane hesabı da ne, diyemeden,  “bi oğlan, beş de şey.” ney dememe ne hâcet! baktım da pencerede yansıyan iki tip sûrete, pek hayra alâmet değil manzara: bir herif zırvalarken ufaktan, bir garip dinliyor, boynu bükük, canhırâş! “telaş yok! usûldendir usul usul demlenmek.” hands up, baby, hands up…

ne ki mezeler, ara sıcaklar enfes. a midesiz! bir içkiye fit oldun, diyen mi var?! e adam da efendi çıktı, az buçuk zirzop olsa da. siz de amma kötümsersiniz ha! merhabasıza sevâpdır ‘merhaba.’ zırvalayan ikiye çıktı, hayret! bir aforizma çakmayayım mı birden: insan, zââfları olan hayvandır. “hay ağzından öpeyim” dedi, ağzı ishâl! ulen herif gözüne kestirmiş olmasın beni?! siz de amma şüphecisiniz ha! ufaktan kalkalım, der gibi oldum, “daha yarılamadık şişeyi be abi!” kızıp da  marizlerse beni öptükten sonra, buyurun burdan yakın bir de. “balık mı söylim, et mi, abime?” siz de amma toksunuz ha!  ne zahmet ile başlayan cümlem, bitmedi elbet. “karışığı iydir buranın bir de.” ana sıcağa kadar ara sıcaklar falan! kıtlıktan çıkmışçasına saldırıyorum ya, hep sinirden! sinir-minir bahâne, diyen oldu mu? küp gibi sarhoş edecek bu herif beni önce, sonra soyup soğana çevirecek işkembe, pavyon derken.

çulsuz değilim ammaaa kalantor hiç değilim. paragöz birine de benzemiyor herif lâkin. sevmeye başladın, demeyin sakın! uzadıkça kafam göğe, ben, gayri ben değilim. “yağma yok” dedi birden, “pirzoladan alman farz.” izin versem senli-benli “gel bi öpiiim” diyecek! bir su dökeyim.. “ben de gelcem” demesin mi! her kaçma denemem fiyâsko! alafrangaya kilitledimse de kendimi, kurtuluş mu var: “kim icât ettiyse pis su yuvarını,  ya bin yaşasın, ya bin rahmet.” herif bi de mantık küpü çıktı! özlü sözlü filozof mu, ne?! bir lâfazandan nağmeler hepsi belki de. “şu rahatlama şekli, sırf erkekte var.” klozette beş dakka kafa dinlemece harâm! “kadın olmak işerken de zor, di mi abi?” sıçarken eşitleniyoruz, diyecektim, vazgeçtim. sidik yarıştıracak hâlim yok hergeleyle! “abi ya! ya dışkılayamasaydık?” diye sürdürecekti ki boktan muhabbeti, çıkmak zorunda kaldım inimden bu kez. “bozuğun vardır senin.. şu kadına vercem de.” herif beni paraca yokluyor mu, ne?! yoklarken ceplerimi, “buyur bacım” dedi; bir büyük bütünlüğü verdi kolonyalandıktan sonra. tamam dedim, herif zengin; karada-denizde-havada ölüm yok. çıkarcı falan da demeyin sakın: freud olsa çekmezdi bu herifi ya da ne fatura keserdi kim bilir? adam resmen psişik vaka ya da bi güzel kafa buluyor ben gariple ya da bir iş var bu işte.. bilemedim! düştük bir kez kötü yola diyesim var, demeyeceğim. bakın, benim de başladı kaymaya ağzım-dilim. ne ki herifin önüne ip gerin, milim çıkmadan dışına yürür dümdüz. bir yuvarlıyorsam, üç yuvarlıyor.. iki lâf etsem destan yazıyor! birime beş, beşime taş! bıraksan damacana damacana götürecek ne varsa! len yoka sek diye su mu içiyor tilki? ne ki şişeden hem kendine hem bana… su katınca benimki beyaz ise…  ey! geç gelen mantık! nerelerdeydin? iş işten geçti de, iç içten.. dahası ben benden geçmeden kalkıp kaçmalı da, nasıl? “tatlı mı,  meyve mi yaptırayım abime?” bu ağız da yabancım değil. gözlerimi kısıp, yüzümü ekşitip, boynumu eğip, ne gereği var demeye getirsem de lâfı, nâfile: “bi karışık meyve, iki künefe şef.” tazeliyor kadehleri, “merhaba abim!” hay dilim kopsaydı da oturmasaydım masasına, girmeseydim kapısından kahvehânenin; trenden inmeseydim, yola çıkmadaydım, kalakalsaydım ana toprağı diyârda, cenâzeden sonra. annem öldüğünde bizde kalmıştı. ziyâret-i iâdenin kötüsüydü bu! zorlu vazîfemizin hemen ardından, kafayı çekmeye götürdüydü beni. dünden bugüne getirdi çocukluğumuzu, gençliğimizi kadeh kadeh, âheste. gelince sıra ölmüş annelerimize, bir ağladık, bir ağladık, kilit vurulana kadar kapısına meyhânenin. sonra evinde devâm demlenmeye, dellenmeye, sabâha dek.

sabâh: ‘bugün de kalsaydın ya.. haytalık zamanlarımızın bahçelerine gider, avlularına girerdik evlerin, çatılarına çıkar, atlardık damdan dama, inerdik sonra süzülerek ağaçlardan sokaklara. hem çermiğe de gider, yumardık yılların acısını atmak için rûhlarımızdan. daha neleeer, neler… hemencecik dönüyorsun.. böyle olmadı!’ çoluk-çocuk dedim, iş-güç dedim, yol uzun dedim onca güzel teklifi çevirerek enâyice, bindim ve döndüm geldiğim şehre, bi bok varmış gibi, şu meymenetsizle kesiştirmek için yolumu, çekmek için acısını bir ‘merhaba’nın!

“merhaba abi.. yeniden merhaba.” ölesim geldi. “geldi bak, misss gibi künefeler.” yalandan bir tebessümü esirgemedim! “birer parça da gaymak gatalım ustam.” yöresel ağızlı şehir züppesi, bin kılığa sokuyor virgül, nokta bilmez küt dilini! dudaklarımı dişliyor, yumruklarımı sıkıyor, içimi daraltıyor; yeni tikler ediniyordum. “amma da ağzını-burnunu oynattın abi! sıkıldınsa çıkıp işkembeciye…” eve deyip, çoluk-çocuk diyecektim ki, “o iş bende.. sen hiç merâk buyurma.” hoppala paşam/erzurum keşan! kalkmaya yeltenirken ben, “hesap” dedi, ödedi, çıktık: ben pejmürde, o zıpkın: sudan gayri bir şey değmemiş sanki ağzına!

yalpalayacak gibi oldum, koluma girecek gibi oldu, sertçe çektim kolumu, cebime attım, mendilimi çıkardım, alnımı, burnumu sildim ve gözlerimi. “üzülme aaabi.. hayat işte.” mendilli hâllerimden ne anladıysa mendebur?! “çektik mi birer âdet sirkeli sarımsaklıdan, hiç bi şiciğin kalmaz.” öyle de yaptık. “yarım kelle iyi gider şırdandan sonra.. ha bi de zerde.. şââ- hââ-neee…” biz değildik sanki hamutuyla götüren! o, saydıklarını da indirdi dibe, işkembede çivilenirken midem. “koçum” dedi çırağa, “iki de çay kap” yudumlarken, hesabı da istedi ve “burdan doooğru…” eve.. “pavyona” dedi.. “hani abime pek yakışır.”

bu kez seyirci kaldı koluma girmesine düşkün gövdem! “başını pek ağrıttım.. bağışla beni.” başımı, beynimi, bedenimi, rûhumu… küfre dahi hâlim yok: öyle oldum ki, pamuk helvası! beni dağa sırtla, gelirim; kuyuya sal, gıkım çıkmaz; silâh ver elime, vurayım seni ya da ne bileyim, boşaltayım beynime şarjörü! neyse: loş ışıklı bir yere daldık, o otururken edâsıyla mütebessim, çuval gibi yığıldım dev, kırmızı koltuğa. “şefim! mönü.” durun bakalım daha neler olacak! göz atmaktan caydı listeye! “sen iysi mi donat masayı” dedi, yanımıza çöreklenen iki hâtundan sonra. ikisiyle de aşna fişne o, ben uykuya meyilli, aynalı avizelerin, mor floresanların, pembeli-sarılı-turunculu ampüllerin zulmü altında. “hele bi bak abi” dedi, dürterek böğrümü.. “ şu hâtunla sen, bunla da…” sızmışım.

çok vakit sonra aralanan gözlerim, bir direği okşaya-sıvazlaya tırmanan, yarı çıplak bir kadına takıldı. “emret çağırayım masaya.” hem hafiye herif hem de ayık hâlâ! ağzı sarımsaklı aslan sütü kokteyliyken, “burdan doğğğru kerhâneye” diye kulağıma fısıldayınca, kaçmaya yeltendim ki, “acelen ne abim” dedi; “kendine gel de, öyle.” bu gece son gecem gibi!

oracıkta kustuğumda, “tamam, gidiyoruz” dedi, yüklüce bir masrâfı ödedikten sonra. “az kazıkçı değildir mekânın sâhibi haa! rûhumuzu  satın alacaktı bu bokun pîrî pevezeng, sıçıp-sıvamasaydın her yere.. sağ ol abi, çok sağ ol.” kimi övdü, kimi yerdi, anlayamadım! neyi anlıyordum ki zâten? bir bu eksik kalsa ne gam, diye söylenirken ve yaralı ayı gibi böğürürken iç inimde, yine koluma girdi, sürüdüm ayaklarımı yine.. bir banka çöktüm.. o da: “misss gibi hava handiyse.” hafiften titrediğimi görünce, “bi gayret kalk..  şuracıkta ev.” evime mi, evine mi gelmiştik?! îtiraz edecek güçte değildim. “hem ısınır hem dinlenir hem hâlleniriz.” mekândan mekâna canım nasıl çıkmadı? hayret! sonra mırıldandığımda ev.. çoluk.. çocuk… “o iş bende dedim ya abi.. takma kafanaaa…”

paldır-küldür sokmuş olsa gerek beni o eve; kör gövdemi bir odaya atmış, bir yatağa yatırmış ölgün rûhumu, üstümü-başımı çıkarmış, sonra çırılçıplak koyup gitmiştir keyfine. bende ip kopuk! gün ağarana dek ne düş ne rüya. o âşina sesle uyanır gibi oldum: “abim benim! giyin de, kahvaltıya.” öksüz-yetimliğim bâki de, bir ten-bir ben bile değilim!

acele giyindim, açtım kapısını odanın, eşikteki gardiyanıma ev dedim, çoluk-çocuk dedim ardından, “o iş bende dedimdi ya ey güzel abim!” abi’den abim’e kıdem almışım.. haberim yok! ne ki restini gördüydüm ivedi: ‘herifçioğlu’ydu gayri benim için herif.

“taksiii!” ve “şehrin kallâvî bıranç mekânı bizi bekliyor abim.” tanımayan yok herifçioğlunu! kapıda karşılamalar, manzaralı masaya buyur etmeler, hârikulâde servisler: hizmette kusur, yok: mis kokulu çay, “kaçak abi”; yöresel kahvaltı, “çiftliktendir haaa!” ve “her vakitki extralar”, kuşsütü dâhil. “bu mekâna gelmeyeli çoook oldu.” sıtkım sıyrılalı çok oldu ‘mekân’ sözünden. hanım, çocuklar merâk… “etsinler.. ne var?! ben seni bir ömür merâk ettim be!” hayda, hayda de haydaaa! eski herif, yeni herifçioğlu, içmeden de leylâ eyledi bir de burda beni! tarihimiz eski mi yoksa bir yerden tanış mıyız ya da akrabâ-ahbâp, filan feşmekân? ‘mekân’ mı dedim diye, çimdikledim kendimi! derhâl ısırdım dilimi ardından! âh! ne vakit bitecekti bu zâlim oyun? tâkatım tükendi yemek-içmekten.

çantasından çıkardığı nakitlerden verdi, göz edip “keş para iydir” deyip. çağırttığını söylediği taksiye bindik, bir de arkamızdan su döktü hâs hakîkî-kahvaltıcılar! “kahvemizi teknede içcez” deyince, bininci kez, tekrâr ettim, çoluk-çocuk… “pek serhoş olunca benim güzel abim, cebinden cüzdanını araklayıp baktım kelle kartına, aynı soyadlı hâtunu cebinden buldum, ‘müdür bey’ diye kayıtlı o adama hem, hem de karına, bir satırlık bir mesaj çektim: ‘merhaba, cenâze işleri uzun sürdüğünden, birkaç gün gecikeceğim. hoşça kalın.’ e daha n’apsın bu adam abisine?!” pes! dilimi yuttum. yok böyle bir cin ali koca dünyada!

kınamayın ammaaa, birden gevşedim: daralan rûhum şimdi kuş. mesûliyet diye bir şey kalmadı. tüy kadar hafifim ve de hür. zaman-mekân, yok artık bende. her yer ayaklarımın altına serilmiş gibi. hoş, herifçioğlunun da yaptığı bu: ye-iç, gez-toz, bi kuruş harcama; yeter ki yanımda ol abim, der gibi. sorgu-suâl etmenizden de bıktım zâten. daha ne gelirse gelsin başıma, dedim. “sen sıkma canını, her derdin bende.” ben de yayıldım koltuğuna taksinin: mavi göğe dalıyorum, mavi denize; bir ağaçlardayım bir çimenlikte; içime çektiğimin adı ‘hava’ mı? ohhh! neye baksam güzel görünüyor derken, “ustam! şu teknenin yanında pilis.” herifçioğlunun ‘lütfen’i de bir başka!

taksiyi ödüyor, tekneye varıyor, tırmanıyoruz merdivenlerini şimdi. “az sonra kaptana ‘alo!’ diycem. sonra ver elini bin bir liman, bin bir koy.” beni sâhiden abisi sanmasın sakın! belki de benzerliğimiz var. “senin hiç kardeşin var mı abi?” başımı iki yana sallıyorum yalandan. ne düşünürseniz düşünün, umurumda değil. tanrı’nın lütfu bu belki de bana. sonra çıpa çekiliyor, toplanıyor halat; sonra ‘elvedâ’ dedim kara’ya ve ‘aganta burina burinata.’

*

II / hayda!

köpekdişi kırık köpek de ne!

‘sonsuza dek yol alacaksın bir teknede…’ bunu kim söylese, inanın inanmazdım. tekinsiz biriyle bir açık denizde.. eyvâh! “sen ne güzel insansın, abim benim.” güneş batmadan, ay çıkmadan, matine-suare bende gelgit! rûh-gövde arasına sıkışmış bir zavallı can, canhırâş bir vaziyette ‘imdat!’ dahi diyemiyor! biriniz, hadi ordan, keyfin keyif köftehor; diğeriniz, tâlih kuşu omzuna.. şansa bak! derse, yalan diyecek hâlim de yok hani. ekmek elden-su gölden, yaşamadım böyle hiç. oturup da tekneden size, ‘zor ömür’ tiradı çekecek değilim ya! “senden iy olmasın abi, oğlum gibi şu delikanlı.” kırık bir tebessüm düştü yüzüne kaptanın. “elim-ayağım, sağ kolum.. öl desem, ölenim…” hafif kızarsa da dümende, okşandı gururu sanırım. “evlât diyorum ben ona ama..” deyip, yutkundu.. “baba de desem de, ‘patron’ diyor bana namıssız.” hafiften eğdi başını önüne. “akrabadan öte olduk, değil mi?” çıt yok. “onun için rahat ol.. yolumuz uzuuunnn abim.” kardeş bilmesem de onu, o beni sıfatladı! kamaraya geçti, kaldım kaptanla. lakırdıyı sevsem, neler sorardım: kaç yıldır dümendesiniz.. mesleğiniz güzel mi.. hayat zor mu size denizde: iskele alabanda önce. sonra yelkenler fora: patronla nerde-nasıl tanıştınız.. teknenin dışında neleri var.. dümen suyuna gideli kaç yıl oldu?… böyle saçma-sapan sorular da ne?! iki lâl, bir tekneye yaraşır. denize baka baka yol aldık, tâ ki bir adaya yanaşana dek.

“haydi gençler ve genç kalanlar” dedi, “kısa bir mola sonra yola devâm.” iskele.. kara’ya inme.. herifçioğlunu tâkiple, bir kulübeye varma.. verandaya çökme.. dolaptan su, ayran, gazoz içme.. gözleri yıkama bin bir yeşille.. ve sallanan iskemlelerde siesta.

“abi! istersen içeri geç.. yatak neyin de var.” başımı kaldırdım ‘hayır’ anlamında. jestler ve mimiklerle konuşurken ben, o tam bir dillidüdük! “tekneden önce aldıydım burayı.” bura dediği, ada! envâi ağaç, meyve, sebze, hayvan falan. gözden ırak çiftçiler, çobanlar, seyisler.. göz önünde çiftlik, ağıl, hara.. gırla gitsin! istense bin villa sığacak kadar. hem ben bunları niye anlatıyorum ki?! “öğle yemeğimiz teknede: dümen dâhil, her iş evlâtta.” şaştım. “parmaklarını yedirir yemekleri.” vay canına! “aşımın aşçısı bir de.”

güverte gülistân: yok yok! minderlere serildik bir vakit. sonra koltuk-masa.. başladı keyif. sanki öncesinde gibiydim bir işkencenin! ya da, ‘ölmeden son arzûn ne?’ mükerrer bir sofrada ziyâfet. kötü anlatıcı ile sağır dinleyiciden masallar: “diyeceksin bu paranın kökü ne?” bana ne! “gömü mü buldun, karanlık işler mi, ha? zeytinyağlılar müthiş! “kaç leşin var? kaç mala el koydun, falan?” falanı-filanı bilmem.. şu ân muhteşem. “baba mîrâsı buncası bana abi, anladın mı?” hay babana rahmet, diyorum. “üzerine bir taş olsun koymadım.” aferin sana! “yiyip-içip, gezeceğim son kuruşuna dek.” sefân olsun. “sonra, ‘elvedâ dünya’ işte.” ‘merhaba’dan ‘elvedâ’ya yolculuk! “senin ‘merhaba’n olmasa, ölmüştüm.” hayret! “bunca para-pul da nâfile.” bence değil. “insan bir can istiyor şu âlemde.” e paranla al! “para her şeyi satın alamıyor abi!” iç inimden fısıldarken acep duydu mu?! “her gece bi yerde fener puf.” e ne güzel işte.. daha ne?! “işin gerçek yüzü kankırmızı.” haydaaa! “yâni ölümüne yaşanmaz ki böyle.” bana bir bak. “çoluk-çocuğum olsaydı, başka olurdu.” çoluk-çocuk.. çoluk-çocuk.. ço… “o iş tamam abi.. eğer sıktımsa seni?…” başımı sağa-sola yalandan sallıyorum. “iy ki çıktın karşıma.. sağ ol, var ol.” yok olsam mı var, ne?! “bil ki ne yapsam ödeyemem hakkını.” eyvâââh! “şimdi koy koy gezmeli, di mi?” böyle buyurdu patron! “haydi kaptan, geç dümene…” ‘kontrollü serbestlik’ten çıkmıştım çoktan, puslu-paslı kerhâneli geceden sonra. gelişine vole çakasım var hayata! herifçioğlu ne dese, o. onun dilince, ye derse yiycem yâni, iç derse içcem; yürü derse yürüycem, uç derse uçcam, hiçbir şeyi sorgulamadan ve gözü kara!

nere varır bu muhabbet.. bilemedim. küçük adam, büyük iş çeviremez. yâni beni pek kâle almayın. çoluğa-çocuğa da bir hayrım yok. sekiz-beş mesâisi, emeklilik düşleri, torunları pişpişlemeler falan! bana biçilmiş hayata bir bakın! dar alanda darlanmalar, darılmalar!… iki tek atmayalı yüz yıllar oldu, tâ ki herifçioğluna ‘merhaba’ diyene dek!  yâni çok görmeyin bu garibe gönlünce ölmeyi ya da ne derseniz deyin, ne gam. ben şimdi koy koy koyacağım dünya’nın tam on ikisine tüm derdimi; saframı sâf sâf atacak, tüm acımı kusacağım mor mor, maviliklere; ne kadar renk varsa içeceğim ton ton. yâni ben, bir ‘merhaba’lık abi; yâni ben, bir mirâsyedinin eksik kurbanı, son soluğuma dek gezip-tozacağım esrik; bir de böyle silinsin bir can zamandan, ne var?!

“dalıp gittin abi.. dalalım gitsin.” paletleri, tüpleri şnorkel ve gözlükleri arz-ı endâm eylerken kaptan, “bu balıkadam giysisi, üstüne biçilmiş kaftan.” ömrümde hiç dalmadım.. anlamam da, demedim, zıplamadım da onca giyim-kuşama hemen. “kurs verecek kaptan.. merâk buyurma! imtihâna da tâbî olmak yok!” komik! size bir sır vereyim: herifçioğlu âlim. câhil tavır, yöresel ağız, tüm kaba hâl-hareket bilgeliğinden. dalgasını geçiyor yâni hemen her şeyle. baksanıza, en başta beri beni kafaladı. bir eli yağda, balda diğeri üstelik. üstelik doymuş gibi her şeyden. sanki sırf benim için intikâları oynuyor! topu dışarı atacak, maçı bitirecek, sahadan ayrılacakken, “gooolll!” diyecek gibi. bense hep kendi kalesine topu atan acemî yedek, takım eksik kalınca oyuna dâhil edilen! ne pas verilir benim gibisine ne de şut çekmesi beklenin. hayâl bile değildir gol! ‘hey! sen: kaçan topu al.’ top toplayıcı çocuklar kadar şahsiyetim yok! tribünde oturmaktan yâni seyirci kalmaktan ya da maç içi bağ kuramamaktan iyi mi dersiniz?! yitik  amatör ligin, düşme hattındaki takımının, bayrağının renkleri yüzümde: gri-siyâh! …top nerde.. suya düştü, su nerde.. inek içti, inek nerde.. dağa kaçtı, dağ nerde… patlasa da şu top, bu oyun bitse! bir yalanı nanca sürer bir insan?!

terimizden sıyrılmak için buzlu suya atlasak! “atlamak yok e mi.. merdivenden incez.” hayatımda ilk kez adama dönmüştüm! “balıkadamın kralı olmuşsun abi.” acemî dalgıcın dönüşü olmaz: işte küçük adamın büyük umudu! umurumda değil ne vurgun ne de ölüm. ‘bindik bir alâmete, gidiyoz…’ üç günlük dünya dörde çıkmaz. “çık! dedim mi, çıkcaz haaa.. öyle dipte sarhoşluk-marhoşluk yok! dışarı çıkınca çekeriz kafayı. ha.. bu ilk dalışta zıpkın falan da yassak!” anlattı da anlattı yine: her zamanki kafa ütülemece işte! merdivenden düşmesem suya, geceye kadar nutuk! harfîyen uyuyorum kaptanın her tembîhine. fakaaat, hayat bu kadar mı güzel olur, diyesim geldi: maviler başka mavi, yeşiller başka; yeşillikler başka güzel, balıklar başka. dalıp gittim akvaryumun rûhuna. kımıltısız kalsam kalırım hani. sonsuza dek uyumak ne hoş olurdu. ama uyarıldım hemen yüzeye çıkmam için! kaptan aldı tekneye, soydu. bende bir hoşluk, sarhoşluk.. sormayın gitsin. “kırk yıllık dalgıç gibiydin be abi!” güzel şeyler çabuk biter, der miyim hiç: ay batsa, güneş çıksa, sabâh olsa, dalsam yine. beklenmedik yolcudan sır şarkılar! yüzümden gönlüme düşen gonce gülü gördüm! “yüzünde güller açmış gibiydi abi! seni ilk kez böyle mutlu gördüm ya, gayri gam yemem ölsem de.”

yemekler hazırlanmış, sofra kurulmuş, kurulmuşum baş köşeye bizim çakma patron, “merhaba abim” diye sırıtıyor. deniz sarhoşluğu yeğ karanınkine. yine de es geçmek için geceyi, çok içeceğim, içip sıçacağım, sıçıp sıvazlayacağım, sıvazlayıp sızacağım dünden bugüne, gözümü açtığımda sabâh olsun diye. “kaptanıma bak benim, evlâdıma bak! balık avlamış bir de kaş-göz arasında!” az yiyip çok içmek şânımdan oldu! “çok hızlı götürme abi! hayat kaçmıyor.” hayatın kaçtığını o da biliyor ya, neyse. abisine kıyamıyor mu, ne,?! birden düşünce başım masaya, “evlât! abimi yatır da öyle yat” dedi; “beklemene gerek yok.. demleneceğim ben.”

köy kahvaltılı çiftlik tekne! on parmağı on mârifetli bir adam kaptan. kahvaltı değil de şölen sofrası. geceden kalmalara ‘günaydın’ seti. bizi ayıltmayı da kafaya takmış! gerine gerine güne dedik ‘merhaba.’ “merhaba abim benim, ‘mer-haa-baaa…” ne geldiyse başıma, bu sözcükten geldi! bir acı kahvenin hatrı kırk yılsa, bir ‘merhaba’nınki meğer ömürlükmüş! şu yaşadıklarımı bir kitapta okusam, len! palavra buncası ya da kurguya bak haaa! derdim. nokta, virgül, harf kadar yalanım yok oysa. dillediklerim, dilime düşmeyenlerin yüzde biri. devede kulak dahi değil yâni sekiz sayfa. yâni lâl hâllerim sürüyor.  kaptanla yarışır gibiyiz sus-pusta: kim daha az konuşursa, o daha çok yaşayacak sanki.. üstelik de pek mesût-bahtiyâr…

“dalma zamanı abim.” boynum ile başımı ve de bir çift kaşımı, en sert tavrımla kaldırıyorum ki, nâfile. “oyun bozanlık yok haaa!” iki yana sallıyorum bu kez, gövdemin üstündeki koca belâyı. evet, belâ ki ne belâ: kediler işesin kafama, kuşlar, köpekler sıçsın! durgun-dargın hayata, yorgun-argın evine dönseydin ya be adam; bok mu vardı?! nene gerek baklava-börek, sağırlâlâmâ ömrüne?! gelgeç bir huzûrun acısı da var. gör bakalım uçuk pembenin simsiyâhını da, anla o vakit başına açtığın işi!

“caymak yok.. dalcaz.” kıçımı dönünce ona, yanlış anladı: “evlat! kaptanın setini giydir.. bak bekliyor.” âh! iyilikte, güzellikte isrâr da kötü. benim sonum pek fenâ olacak. “iy gelecek abi bu dalış.. hem ayılırız büsbütün.. öyle di mi?” hem kelimelerle oynuyor hem zincirimi sallıyor, bir çekip bir bırakıyor, ne sıkıyor tastamam ne de tam gevşetiyor: köpekleştim gibisanki kulübelerimde: havvv! ya ısırırsam bir gün sâhibimi, haaa? abi dedikse de bir yere kadar, derse? ya estiğinde kafasına öldürtür, öldürürse? ya yem yaparsa açık sularda türümün balığına, diye, suâl eylemedim kendime.. daldım.

bâzen ısrâr iyi gelirmiş meğer: başka bir sır deryâsında buldum kendimi: dört yanımı sardı ölülerim! her kulaçta çıktılar karşıma: ‘merhaba’ diyen diyene! gülümserken göründü annem.. babam şi’r okurken hayyamdan.. okuyup üflerken ninem yüzüme, yüzüme tükürüp geçti bir balık: ‘hâlâ burda mısın sen?!…’ çıktım. bir ağladım, bir ağladım.. sormayın! tuzlu yaştan yandı gözlerim denizle bir! kaptandan başkası değildi tekneye çıkaranım, elbisemi değiştirenim, mindere yatıranım, bir bardak su verenim, üşümüş ömrümü örtenim… nerdesin anneee?!…

“abime neler olmuş?! çok üzüldüm!” başımı çıkarmadım örtüden. “bir hatamız oldu ise bağışla bizi.” bir çift işâret parmağımla tıkadım kulaklarımı zarlarına dek. sonrası depderin sessizlik: uyumuşum. “uyan abim, uyan: akşam oldu.!” bu hangi örtüydü üstümden sıyırdığım? bu hangi vakitti geceye gebe, ‘akşam’ adında? bu iki adam da kimdi hayatıma dalan?! ne kaçacak koyum vardı ne saklanacak limanım. ne çıkacak toprağım vardı ne serpilecek zamanın. hav! deyip kuruldum sofraya: yağına, iliğine dek sıyırdım önüme atılan her dolgun eti, her iri kemiği, her lâfı yedim-yuttum: hav! söz dinleyen bir ittim bundan kelle; sâhibine sadık, onun için ölecek. göz göze geldik birden kaptanla. havlamaya lâyık görmedim onu hiç, ne ki pek de farklı değildi bu garipten. evet, mahlasımı taktım kendime: ‘garip.’ garip aşağı, garip yukarı; “garip!” hav, “tut garip!” hav hav, “otur garip, ye garip, yat garip, uyu garip, kalk garip, dal garip, çık garip; “merhaba!” garip, “aaabim!” garip, it- köpek garip!… dili-dişi sökülmüş bir garip  hayvandım ben! 

**

III / elvedâ!

hayatı yerenler kadar övenlerin de sonu bir.


hemen her koyda ve dahi açık denizde dalıyor, yüzüyor, avlanıyor, yiyip-içip yan gelip yatıyorduk: kekâ. sarhoş olup küfeyi devirmeyi âdetten sayıyorduk artık. kimi vakit eğlenmeyi ihmâl ettiği kanısına kapılınca herifçioğlu, mimlemiş olduğu birkaç limana yanaşıp, âlemlere akıyorduk, evlâdı toplayıp çıkarana dek yaralı rûhlarımızı tekneye.
her işin bir sonu var ve sonsuza dek sürmez her hayat, diye terennüm etsem bile, “abim, abim, abim…” diye diye yinelese de bende karşılığı olmayan ve aslâ olmayacak kardeşliğini, yeni yeni ‘abi-kardeş muhabbeti’ yaratmak için, çırpınıp duruyordu biteviye. “pasaport çıkartalım sana?” deyince, hapı yuttum dedim iç inime. uzak bir diyârda temizleyecek beni herhâl! organ-morgan mafyası olmasın adam?! temizlet, parçalat, sat: gelsin mangırlar. fakat bir gövde için bunca masraf değer mi? küt kafama dahi yatmamıştı bu pek garip senaryo. ‘garip’ olana biçilen senaryo aslâ ve kat’a şâhane olmaz. olmaz ise bu izzet-ikrâm niye?! “kâfi miktarda ağırlayamadım seni!” eee? “şöyle bir yurtdışına çıksak…” haydaaa! “uzak diyârlara varsak…” sonra? “el gızlarıyla halvet falan…” ohooo! “yeni datlar, dâze lezzedler…” aha! “vur patlasın-çal oynasın güzeller…” daha? “dahası son gürlük olsun.” ölüm! “oldu-bittiye getirmeli hayatı.” oldu! “âkıbet sâbit değil mi zâten.”

ölgün bir hâli var mı bunun sizce?! hayata bu kadar bağlı bir mezar-sever! “abimden bir söz alcam.” büyüttüm gözlerimi, ‘neymiş’ der gibi. “öldüğümde cesedimi denize at.” başımı salladım iki yana ‘hayır’ anlamında. “kaptan da yardım eder sana hem.” ‘olmaz’ niyetine kaldırdım kaşlarımı havaya. “küllerimi savurun, buncası zor gelirse.” fantezi üstüne fantezi! “hani organlarımı bağışlayacaktım da…” aha.. işte ‘organ’ muhabbeti.. eyvâh! “hayır gelmez benimkilerden diye…” e benimkileri dene! “söz mü abi, söz mü?” sırtımı ona, yüzümü mehtâba döndüydüm. “üzülme güzel abim.. her şeyin…” bir sonu var. “sıralı ölümlerden olsun benimkisi.” benimkisi sırasız! “bu evlât beceremez diye bunu…” beni seçmiş! “çoluk-çocuğunu düşünme.. bende.” abartmaya ne gerek ‘yurtdışı’ diye! canın ölüm çektiyse, emret.

kurban etme itini âkıbetine. sal beni, dağda-taşta öleyim. bu yaştan sonra kâtil olasım yok. durduğu gibi durmayan şişede, kafatasındaki de öyle. cin ile cin öpen aynı kökten çıkar mı?! kim ne derse desin, hepsi ‘dil işi.’ ne ki ele verir insanı üslûp. yoksul ile varsılın ayırdı da ne?  çok şey söylese de para, boş konuşur. netîce îtibâriyle boşlukta yürüyor can. bir kez olsun siz, hiç ‘hiç’ oldunuz mu ömrünüzde? ya da sıfırı tüketmek de var. yâni kayıp gidiyor zaman mekândan önce. yâni aslında hepimiz yersiz yurtsuzuz. âh! yepyeni bir söz arıyor her nefes, nefis. kurtuluşu olmayanın ömrü dar. öyle bir tür ki, bilemeyeceğini de biliyor! ‘avuntu’, tanrısı olmalıydı herkesin. iç inim pek karanlık, dedim sonra. bana kâğıt-kalem vermeyin sakın. susarken çok daha iyi düşünüyor insan. mutlak yalnızlık şart ölürken. fakat bu yaştan sonra kâtil olasım yok. kendi canıma bile kıyacak değilim!

“âh! benim güzel abim, can abim: vazgeçtim senden bir şey istemekten. sen ki bana ‘merhaba’ diyenimsin. affet ölümümden söz açtım diye.”

ben bu herifçioğlunu tanımamışım hiç! bir şâir çıktı içinden, âlimden sonra! kabalığı sahteydi.. hemen anladım. yöresel ağızlar, şîveler, lehçeler falan. insan ne kadar kaçarsa o kadar yakalanır.

“bana hayatı yüceltmesin kimse. babası ölmüşün zengini olmaz.”

feylesof dedim mi bu adam için? rezîlin de vezir hâlleri var.

“sırf gezip-tozmak için bile abim…” yok dedim ya, yoookkk! “sana da pasaport şart.”

yedik-içtik teknede, yattık-uyuduk. sisli bir mart sabâhı, patron ölmüş idi!

kaptan ile sulara bıraktık onu. gerisin geriye döndük ilk yere.

işte bu kadar basît bitti her şey birden. kimse okuyamaz sonunun hikâyesini.

***

hamiş: ‘abi! dedi gözyaşıyla ‘evlât’ adlı kaptan; ‘ada senin, tekne benimmiş!’

“çoluk-çocuğuna güzel abimin” diye, âh herifçioğlu âh! bir de vasiyet etmiş’

bunca yolculuktan sonra, söz verdim ben de kendime: ne bir daha ‘merhaba’ diyeceğim kimseye, ne de     

‘merhaba’sını alacağım kimsenin.

şerh: açık denizde kaptan, meşhûr kahvehânede abi, bir rivâyete göre, ölü bulunmuş.

not:  hakîkat ne ise hikâye odur.

edebiyathaber.net (4 Şubat 2023)

Yorum yapın