Kötü anılar, örsün üzerindeki demiri döven çekiç gibi beynine, beynine iniyordu. Hancının Hasan -herkes Hancı diye hitap ederdi- Yeni Barda Şaşı Abdi’nin dostu Sarı Suzan’ı –bilerek ya da bilmeyerek- konsomasyona çağırmış; sonra da içtiği bollar kofti diye kızı, locadan dışarı atmıştı. O gün bu gündür Abdi, Hancının bir açığını, bir zayıf anını kolluyordu. Günlerce düşündükten sonra karar verdi: Bu işi temizlemenin tek yolu Hasan’a kendi mekânında posta koymaktı.
O uğursuz gün, birkaç arkadaşıyla birlikte Pala’nın meyhanesinde içiyorlardı. Caddeden geçen araçların gürültüsüyle, trafik polisinin azarlar gibi öten düdüğünün sesi birbirine karışıyor; garson siparişleri anında mutfağa bağırıyor; ızgarada pişen etlerin kokusu her yana dağılıyordu. Cızırtılı gramofonda Hafız Burhan, ‘Her Yer Karanlık’ı söylüyor; çoğunluk, “Ah ulan ah,” diye iç çekiyor; ellerini yumruk yapıp göğüslerine vuruyordu. Bu arada hep aynı konu konuşulduğu için Abdi alabildiğine gerilmişti. Saat 16 00 gibi bardağındaki rakıyı fondip yaptı; “Bana müsaade ağalar,” deyip havalandı. “Dur nereye gidiyorsun? Hele otur,” dedilerse de kimseyi dinlemedi.
O hızla Hancının Saman Pazarında gündüz kahve olarak işletip, gece kumar oynattığı dükkânına gidip, boş masalardan birine oturdu. Vakit henüz erken olduğu için, az sayıda insan vardı. Hancı, Şaşı Abdi’nin yanına gelip, “Hoş geldin,” dedi. Boş gözlerle karşısındaki duvara bakıyordu Abdi, cevap vermedi. Hasan, bu adam hır çıkarmaya gelmiş diye düşündü; ya sabır çekti. “Arkadaş bir şey içer misin?” diye yeniden sordu. Bıktırıcı bir sessizlikten sonra, “Otur şuraya konuşalım,” dedi Abdi. Temkinli bir şekilde masanın köşesine oturdu Hasan. Dikkatle karşısındaki adamı izliyordu. “Maşallah burada tezgâhı kurmuşsun, her gece işin tıkırında. Bu sel önünden kaptığını adama tek başına yedirmezler; bana da pay vereceksin; delikanlılık kanunu böyle yazıyor,” deyip kestirip attı; dimdik Hancının suratına bakıyordu. Hasan kudurmuş gibi ayağa fırlayıp, Abdi’nin oturduğu masaya bir tekme attı. “Ulan Abdi misin, Şaşı mısın ne haltsan aklını başına al. İnsan gibi geldiysen insan gibi otur; yoksa s..tir git. Ben bu âlemde kime haraç verdim ki sana vereyim,” diye gürledi. Gözü hasmının üzerindeydi. Abdi, “Eceli gelen köpek cami duvarına işermiş,” diye bağırarak bir hışımla ayağa fırlarken bıçağını çekti; art arda üç kez salladı. Hasan, kendini korumaya çalıştıysa da gafil avlanmıştı; sol kolu boydan boya yırtıldı. Aynı anda kahvede oyun oynayan Hancının adamları Abdi’yi yere yıkıp, elindeki bıçağı aldılar. Sonra ağzını burnunu kanatıncaya kadar dövdüler. Kolunun kanamasını unutan Hasan, Abdi’nin yere düşen bıçağını alıp göğüs kafesine oturdu. “Artık yeter senden çektiğim ulan,” diye bağırırken, sol gözünü bir vuruşta çıkardı. Abdi’nin feryadı Ankara kalesinden duyuldu. Kavgaya seğirten çevre esnafı ve mahalleli, Şaşı Abdi’yi bir taksiye atıp Numune hastanesine yetiştirdiler. Polis, Hasan’ı kelepçeleyip kolunu sardırdıktan sonra şubeye götürdü.
Abdi hastane polisine, “Kimseden davacı değilim,” dedi. Görevli polis memuru, “Adam gözünü çıkartmış, nasıl davacı değilsin?” diye, sordu. “Siz zabtınızı tutun, şikâyetim yok,” diye kestirip attıysa da kamu davası açıldı. Hasan, altı ay tutuklu kaldıktan sonra kefaletle tahliye oldu. Şaşı Abdi’nin lakabı artık Kör Abdi olmuştu. Neredeyse kabadayılık âleminde kredisi sıfırlanmıştı. Ola ki birileriyle takışıp diklenecek olsa, “Git de gözünü çıkartan Hancının Hasan’la hesaplaş. Dökülen kanını temizle,” diyorlardı. Bu sözler, kinayeli bakışlar, artık eskisi gibi önemsenmemek Abdi’yi çıldırtıyordu.
Ankara adliyesinde mübaşir bir arkadaşı vardı; “Savcı son duruşmada Hancı için on sekiz yıl hapis cezası istedi; haberin olsun,” diye haber göndermişti. Abdi, ulan oğlum, bu şerefsiz mahkûm olursa yeniden hapse girer, sen de avucunu yalarsın. Kuş yuvadan uçarsa iyice rezil olur, insan içine çıkamazsın. Tabansız Abdi, bir halt edemedin; gözünün kör olduğuyla kaldın diye, bütün millet dalga geçer. Ne yapıp etmeli bu Hancı belasını bir an önce başımdan savmalıyım, diye, düşünüyor; Hancıyla yatıp, Hancıyla kalkıyordu.
Beklediği fırsat çok geçmeden ayağına geldi. Bir akşam, Ankara dışından gelmiş üç bitirim arkadaşı ile Ulus’taki Karadeniz restoranda kafa çekiyorlardı. Konu yine Hancının Hasan’dı. İçlerinden biri, “Ben bu olayı duydum ama senin böyle savaş gazisi gibi perişan olacağına ihtimal vermemiştim. Hancının hakkından gelemedin öyle mi?” diye sordu. Üçü de merakla Abdi’ye bakıyordu. Kör gözünü saklamak ister gibi yarım yan dönerken, “Ağır konuştun ama canın sağ olsun. Kolunu paramparça ettim. Ne fayda, adamlarıyla üstüme çullandılar. Köpekleri kollarımdan tuttu. Hasan da bıçakla gözümü çıkardı,” diye yanıtladı. “Hancı hâlâ içerde mi?” diye sordu. “Davacı olmadım. Altı ay yattı, tahliye oldu.”
“Peki, ne olacak bu işin sonu? Bu adam hep böyle gezip tozacak mı? Bu fatura ödettirilmezse, alnındaki lekeden ömür boyu kurtulamazsın.” “Faturayı ödeyecek,” dedi Abdi. “Hem de faiziyle…”
Lokantanın üst katında oturuyorlardı. Koca mekânı tavandan sarkan, etrafı tozdan ve sinek pisliklerinden puslanmış yüz elli mumluk iki ampul aydınlatıyordu. Karakollardaki sorgu odalarında bulunan akmaz kokmaz lambalara benziyordu. Loş ortam, sigara dumanlarıyla sarmaş dolaş olunca, salon çamur grisi bir renge bürünmüştü. Bir ya da iki boş masa vardı. Garsonlar ve komiler etrafta koşturuyor; keskin anason kokusu dalga dalga masaları dolanıyordu. “Bir emriniz var mı?” diye soran garsona, “Bize bir yetmişlik daha getir, masanın eksiğini de tamamla.” Önündeki kadehi masadaki herkesin bardağıyla tokuşturduktan sonra, “Şerefe arkadaşlar,” dedi. Bardağını masaya koyarken en dipteki boş masaya bir müşterinin geldiğini gördü. Karaltı halinde seçebildiği adam, Hancının Hasan’a çok benziyordu. “Allah insanları çift yaratırmış,” diye geçirdi içinden. Yeni gelen sıcak hamsiden bir parça aldı. Masanın üzerinde duran gümüş tabakasını açtı. Arkadaşlarına da ikram ettikten sonra, sigarasını yakarken, gözü bir kez daha yeni gelen müşteriye takıldı. Acaba o mu, diye düşünmekten kendini alamadı. Yok, canım daha neler, diye kendi sorusunu yanıtladı; düşman sahibi adam, tek başına meyhaneye gelir mi? Ulan oğlum bir gözün zaten yok, öbür gözün de doğuştan şaşı, elin adamını Hancıya benzetiyorsun, diye azarladı kendini.
“Abdi Baba derinlere daldın; hayırdır,” dedi, masadakilerden genç olanı. “Şu karşıda oturan adam, Hasan’a benzettim; onu düşünüyordum yeğenim,” diye cevap verdi. Bütün kafalar Abdi’nin gösterdiği tarafa döndü. Ankara’da yaşamadıkları için hiçbiri Hancının Hasan’ı tanımıyordu. “O olduğuna eminsen hemen işini bitirelim,” dediler. “Tam emin olamadım. Ayrıca onu kendi ellerimle öldürmezsem, üzerimdeki lekeyi temizleyemem. Siz, yiyip içmenize bakın, gerisine de karışmayın,” diye kararlı bir ses tonuyla konuyu kapattı. “Bugün yavaş mı gidiyoruz, ne? Şu bizim kadehleri tazele,” diye seslendi garsona. Müzik susmuştu. Her masada koro halinde farklı bir şarkı okunuyor, kimin ne söylediği çok anlaşılmıyordu. Gözü dipteki masada, bir sis bulutunun arkasındaki hayalin gizini çözmeye çalışıyordu. Şef garson sürekli o masayla ilgileniyor, saygılı bir şekilde servis yapıyordu. Dikkatli bakınca Hancıyı tanımıştı.“Elime düştün şerefsiz,” diye düşünürken, ayıplamayacaklarını bilse, ayağa kalkıp oynayacaktı. Kadehler yeniden doldu. Yeni bir yetmişlik daha istendi.
O masada yoğunlaştırdı bakışlarını. Artık iyice emin olmuştu. Hancının Hasan denen şerefsiz karşısında nispet yapar gibi oturuyordu. Her halde Abdi’nin burada olduğunu haber almış, özellikle gelmişti. O tek başına otururken adamları bir başka masada, ya da masalarda sotaya yatmışlardı mutlaka. Bu adiler beni tuzağa düşürmek için buradalar, görelim bakalım, el mi yaman, bey mi yaman? Üst kattaki tüm masaları gözden geçirdiyse de bir karara varamadı. “Arkadaşlar dikkatli bakınca anladım ki, karşıda oturan Hancının Hasan. Ben bu puştu öldüreceğim. Siz arkamı kollayın; tuzak kokusu alıyorum,” dedi. Merak etme,” dediler. Aradan çok geçmemişti ki, Hasan ayaklandı; salonun ortasındaki merdivenlerden aşağı inmeye başladı. “Yoksa gidiyor mu?” diye, düşündü, Abdi. Belindeki teke bıçağını yokladı; peşinden fırladı. Masadakiler uzaktan gözleriyle takip ediyorlardı. Hancı ve Abdi merdivenlere yönelince sessizce ayağa kalkıp merdivenlere doğru yürüdüler. Hesap ödemedi. Her halde ayakyoluna gidiyor, diye geçirdi içinden Abdi. Heyecan basmıştı her yanını; fare, kapana girmek üzereydi. Hancının Hasan zemin katı geçip bodruma yöneldi. Ses çıkarmamak için ayakuçlarına basarak ardı sıra yürüyordu. Hasmı içeri girdikten sonra etrafı bir kez daha kolaçan etti; bir müddet bekleyip o da girdi. Hasan işini bitirmiş, elini sabunluyordu. Abdi bıçağını çekti; sırtına art arda sapladı. Yalnızca “Ah…” diye cılız bir ses duyuldu; sonra sessizce yere yuvarlandı. Bu kadar kolay olacağını sanmıyordum, diye düşündü.
“Öldürdüm! Öldürdüm! Hancının Hasan’ı öldürdüm,” diye bağırarak dışarı fırladı. Kanlı bıçağı hâlâ elindeydi. Zemin kata çıktı. Yeni boşalmış masalardan birine oturdu. Arkadaşları uzaktan sessizce olan biteni izliyordu. Şaşkınlıkla bakan müşterilere aldırmadı. Garsonlara, “Bana sade bir kahve getirin. Sonra da polis çağırın, Hancının Hasan’ı öldürdüm, benim adım, Abdi,” dedi. Anafartalar karakolunun polisleri çok geçmeden geldiler. “Geçmiş olsun,” deyip hâlâ elinde tuttuğu bıçağı alıp, kelepçe taktılar. Ölen kişinin kimlik tespitini yaptılar. Şahıs, Samsun’un Vezirköprü ilçesinden Ankara’ya mal satmaya gelmiş, İbrahim Yılmaz isimli bir tüccardı. “Bu şahısla ne alıp veremediğin vardı?” diye sordular, Abdi’ye. Tek gözü iki göz gibi büyümüş, polislere bakıyordu. Küçük dilini yutmak üzereydi.
***
1940 yılları Ankara’sında geçen öykü, gerçek bir olaydan kurgulanmıştır. Kişi isimleri değiştirilmiştir. Hancının Hasan diye başka birini öldürüp ceza evine düşen Kör Abdi, tahliye olmasına birkaç yıl kala, karıştığı bir kavga sonucunda şişlenerek Sinop ceza evinde öldürüldü. Karadeniz lokantasındaki cinayet haberini yarım saat sonra öğrenen Hancının Hasan, ertesi gün büyük bir koç kurban etti. Uzun yıllar süren dava sonucunda on dört yıl hapis cezası alan Hasan, ceza evinden altmış bir yaşında verem hastası olarak çıktı. Altı ay kadar hastane odalarında çile çeken Hancının Hasan, kan tükürerek Numune hastanesinde öldü.
edebiyathaber.net (8 Ekim 2020)