Öykü: Hınzır | Tijen Ergönen

Ağustos 13, 2024

Öykü: Hınzır | Tijen Ergönen

Ana caddeden dar kaldırımlı sokağa döndük. Yüksek binalar arasında saklanmış, dedemin büyük dedesinden kalma evine yaklaşınca babam arabayı yol kenarında boş bulduğu bir yere park etti. İki katlı, bahçeli, eski cazibesini yitirmiş evin yerini bilmesek farkına bile varmadan önünden geçip giderdik. Çatısı somurtuk, duvarları kırgın, öksüz görünümlüydü. Pencere küpeştelerinden döktüğü gözyaşı kirli izler bırakmıştı.

Arabadan inip bahçenin demir kapısını açtım. Kendi halinde bir tespih böceği toprağa daldı, sert esen kuzeyli bir rüzgâr çeri çöpü kaldırdı havaya. Taşlık yolda gül ağacının gölgesi titredi. Hırkamın fermuarını çektim. Dayım giriş kapısının yanında, çevresinde birkaç adamla sessizce sigara içiyordu.  Ahşap çardağı saran mor salkım filizlerinde serçeler vıcırdıyor, güneş bulutların arasından görünüp kayboluyordu. Bir hafta önce uykusunda kalp krizinden ölen anneannemin mevlit duasından sonra ikram edilecek iki tepsi peynirli su böreği arabanın bagajında kalmıştı. Yardım için el attığımda, “Taşıyabilecek misin kızım?” dedi babam. “Tabii ki,” deyip göbeğime dayadım ağır tepsiyi. Adımlarımı hızlandırdım. Yarı açık kapının önündeki ayakkabıların üstünden atlayarak geçtim içeri, babam da diğer tepsiyle arkamdaydı.

Mutfakta telaşla tabaklar hazırlanıyordu. Teyzem hemen aldı elimdekini. Bu eve geldiğimde hep burnuma çarpan vanilya kokusu bu defa burnumun direğini sızlattı. Annem, ayak altında dolaşan küçük çocukları analarının yanına gönderiyordu. Salondaki koltuk takımı, berjer koltuklar, büfe önündeki masanın sandalyeleri, katlanır bahçe sandalyeleri, plastik tabureler tanıdık, tanımadık akraba, komşu kadınlar ve yerinde duramayan birkaç çocukla dolmuştu. Babam diğer erkeklerle birlikte üst kattaki oturma odasına çıktı. Başlarında dantelli mevlit örtüleriyle yarı açık ya da sıkıca örtünmüş bekleşen, çoluk çocuk sohbetine katılan, kendine oturacak bir yer arayan kadınların uğultusu salona girdiğimde birkaç saniyeliğine kesildi. “Torunu,” “Torunu,” dediler. Hatırımı soranlar oldu. Hoca Hanım bekleniyordu. Bahçeye sıvışan çocuklar kovanın içinde buldukları patlak topla oynadılar. Bahçe musluğuna takılı hortumla birbirlerini ıslattılar. Yakalarına yapışan anneleriyle bağırış çağırış içeriye alınıp cep telefonlarından açılan oyunlarla mıhlandılar bir köşeye.

Hoca Hanım’ın duasından sonra ikramlar verildi, mevlit şekerleri dağıtıldı. Dayımın ikinci hanımıyla birlikte boş tabakları, bardakları topladık. Hoca Hanım ve arkasından gidenler uğurlandı. Evde kalan kadınlar gündelik işlerini, çarşı pazarı konuşurken eski mahalle komşularından biri anneannemin büfesindeki dantel örtülerin güzelliğini, el becerisini övdü. Bir başkası nefis çorbalarını, lezzetli yemeklerini hatırlattı. Tadına bakanlar damaklarını şaklattı, ağızlarının suyu aktı. Birçoğuna iyiliği dokunmuştu. Yardımseverliğini anlata anlata bitiremediler. Hepimiz duygulanmıştık. Vedalaşamadan bizi bırakıp gittiğine bir kez daha içerledim. En büyük torunu bendim ve bu yıl liseye başlayana kadar çoğu yaz tatilini birlikte geçirmiştik. Özenle yaptığı gül reçelli kahvaltılarına doyum olmazdı. Sırtımın terlemesini, saçlarımın dağılmasını iş edinirdi kendine. Elini üzerimden eksik etmezdi. Yazın her gelişimde boyuma göre dikeceği elbise kumaşını, kışın öreceği kazağın yumaklarını ayarlardı. Okumayı söktüğümden beri kitapları yüksek sesle okumamdan bıkmamış, hep aynı merak ve ilgiyle dinlemişti beni. Birlikte bahçedeki börtü böceği takip eder, alışverişe giderdik. Akşam annem işten gelene kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım.

Çok zor olsa da kabullenmiştim. Bin kere hayalini kursam yanaklarımı öpüp koklayamaz, dizlerine yatırıp saçımı okşayamaz, anlatacaklarımı dinleyemezdi artık. Duygularım öyle köpürdü ki, annemle sarılıp ağlaştık. Yüzümü, gözümü silip derin bir iç çektim. Aklıma ilk geleni söyleyiverdim. “Altınlarını biriktirdiği bir kutusu vardı,” dedim. Konuşmalar seyreldi, kulaklar bana çevrildi. “Bazen açar, aramızda kalsın diyerek evlendiğimde bana hediye edeceği beşibiryerdeyi gösterirdi.” Mutfaktan gelen topuk sesleriyle teyzem başıma dikildi, gözleri pul pul, “Neredeydi o kutu?” dedi. “Yatak odasındaki şifonyerin en alt çekmecesinde,” dedim. Annem konuyu değiştirip amcasının cenazeye neden katılmadığını sorunca kutu havada kaldı. Hastalıklardan, amcasının hastaneye yatıp çıktığından konuştular.

Akşamüzeri ışıklar yakılıp perdeler çekilirken yakın akrabalar hâlâ evdeydi. Dedemin yalnız başına ne yapacağı, bakımı için bir yardımcı gerekip gerekmeyeceği tartışıldı. Annem bir süre daha onunla kalıp destek olabileceğini, taziyeye gelenleri karşılayabileceğini söyledi. Benim de yanında olmamı istedi, okuluma buradan gidip gelebilirdim. Teklif kabul gördü.  Gitmek için ayaklandılar. Eniştemi kapının önünde bekleten teyzem yarın yine geleceğini duyurdu. Annemin kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra dokuz, on iki yaşlarında iki oğlunu önüne katıp evden ayrıldı. Dayımın ikinci hanımı kapıdan çıkmak üzereyken altı yaşındaki üvey kızına isterse bu gece evde, bizimle kalabileceğini söyledi. Çok sevdiği tavşan resimli pembe sırt çantasını omuzlarına geçiren çocuk şiddetle itiraz edip dayımın bacağına yapıştı.

Babam okul kıyafetlerimi, çantamı, kitaplarımı getirmeye gitmişti. Ev boşaldığında annemle dedemin yemeğini hazırladık, ilaçlarını verdik. Annem ona anneannemin altın kutusunu, altınları nasıl aldığını sordu… Memleketinden kalan arsaların satışından üstüne düşen payı altına yatırmış, torunları için saklayacağını söylemişti.  Gece babamın getirdiklerini yukarıdaki misafir odasına yerleştirdim. Annem yatakları hazırladı. Babam evden ayrılırken kararsız adımlarla ileri, geri sallandı. Kapıda konuştular, annemin eline para bıraktı biraz.

Ertesi gün okuldan döndüğümde salonun ortasında dikilen annemle teyzemin suratları asıktı. Teyzem “Başka kim vardı dün, hatırlasana,” diye zorlayınca annem, “Liste mi tuttum? Ne bileyim işte, sen de oradaydın,” dedi. Öfkeyle çınladı teyzemin sesi, “Yukarı çıkan kimseyi de görmedin mi peki?” “Hişt sessiz ol, babam odasında uyuyor,” dedi annem, “kutunun yerini değiştirmiştir belki.” Bana baktı, “Sen anneannenin altın kutusunu başka bir yere koyduğunu gördün mü kızım?” “Hayır, her zaman aynı yere koyardı, yerinde yok mu?” “Yok.” “En son ne zaman görmüştün kutuyu?” diye lafa girdi teyzem. “Üç ay olmuştur,” dedim. Kafaları iyice karışmıştı. İkisi de bitkin halde en yakın koltuğa bıraktı kendini.

İki gün sonra annemle teyzem evde büyük bir temizliğe kalkıştı. Dip köşe, her yeri elden geçirdiler. Sanırım aradıklarını yine bulamadılar. Dedemi sorguya çekip son üç ayda eve gelen temizlikçi, komşu, akraba kim varsa öğrenmeye çalıştılar. Bazılarından şüphelendiler ama gözleriyle görmeden kimseyi suçlayamazlardı. Eve taziyeye gelenlerin ağızlarını arıyorlardı. Sağa sola düşürdükleri paralarla kimin hırsız olabileceğini test ediyorlardı. Hiçbir sonuca ulaşamadılar.

Hafta sonunda ev yine kalabalıktı. Anneannemin kıyafetleri, ayakkabıları ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak üzere toplandı. Pamuk ellerine giydiği yün eldivenlerini kendime sakladım. Özel eşyaları hatıra olarak çocukları arasında pay edilirken dayımın ikinci hanımı annemle teyzemin altın kutusunu bulamadıklarına inanmamış gibiydi, “Nasıl olur?” deyip durdu. Fazladan büfedeki likör takımıyla, ince porselen çay fincan takımını da istedi, bizimkiler ses çıkarmadı. Onu gönderdikten sonra evin içinde gözleri çakmak çakmak dolaştılar. Dedemle beni iki sokak ötedeki parka gitmeye ikna ettiler. Kapıdan çıktığımızda duvar kenarındaki çalı süpürgesinin üstüne yatmış sarman istifini bozmadan esnedi. Gece yağan yağmurdan ıslak kalan toprakta, taşların arasında solucanlar, salyangozlar oynaşıyordu. Hınzır ve gürültücü saksağanlar birbirleriyle atışıp yiyecek saklıyor, gagalarında taşıyabildikleri küçük eşyaları başka yerlere götürüyorlardı. Parka gidene kadar binaların heybeti, araçların homurtusu, daracık kaldırımların sıkışıklığı, tanıdık, tanımadık yüzlerin karmaşası bize eşlik etti. Eski alışkanlıkla dönüp arkama baktım, anneannem nefes nefese bize yetişebilecek miydi?

Güneş ılık ılık içimize işlerken parkta bir banka oturduk. Dedemin gözlüğü buğulanmıştı. Doğduğum gün yaşadıkları heyecanı anlatmasını istedim, o günü anlatmayı çok severdi. Sonra çocukluğumda geçirdiğim bisiklet kazasını hatırlattı bana. Daha gerilere, evlenmeden önceki askerlik anılarına gitti. Komutanın şoförlüğünü yapmıştı. Evlenip çocuklar büyüdükten sonra kendine bir araba alabildiğini, onu da dayıma verdiğini söyledi. Anneannemle kırk iki yılın ne kadar çabuk geçtiğine şaşırıyordu. Kaşlarını çatıp “En çok dayının yaptıklarına üzüldü,” dedi. “Neden?” dedim. “Şimdiki karısı yüzünden eski karısından boşanmasını kabullenemedi. Neyse boş ver bunları.”  “Dede, sence altın kutusunu kim almış olabilir?”  Ceketinin cebinden mendil çıkarıp gözlük camlarını sildi. “Bilmem, herkes almış olabilir, çember geniş,” dedi.

Bir ay geçmesine rağmen şüphe bulutu öksüz görünümlü evin tepesinde duruyordu. Pazar günü dedemle birlikte bütün aile anneannemin mezarını ziyaret ettikten sonra sahipsiz kedilerin cirit attığı, toprağı kurumuş evin bahçesinden içeri girdik. Çay demlenirken salonda karamsar bir sohbet dönüyordu. Konu yine döndü dolaştı altın kutusuna geldi. Teyzem lafı uzatmadan “Evde olsa çıkardı,” dedi, “kutudan kimin haberi varsa onun evine bakmalı.” Annem çok sinirlendi. “Sen ne demek istiyorsun ya?” diye üstüne yürüdü. Babamla eniştem araya girdi. Dayım dalga geçer gibiydi. “Belki satmıştır altınlarını, kaplıcadan devre mülk almıştır, ahretliğinin oğluna düğünü için vermiştir; belki de dolandırıcılara kaptırmış ya da yıllardır süt aldığı sütçüsünün ineğini satın almıştır.” Zoraki tebessüm ettiler. Annem tekrar patladı, “Taktınız kafanıza altınları, annemin acısını bile yaşatmadınız. Çevremizdeki herkesten şüphe duyar hale geldim.” Dedem sessizliğini bozdu: “Yeter artık bağrışmayın, ne olduysa oldu. Önümüzde, ardımızda ne varsa sizlere akıttık zaten, hiç birinizin ihtiyacı yok,” dedi. Teyzem dayıma, “En çok da sen faydalandın,” diye sataşınca ortalık yine kızıştı. Dayımın ikinci hanımı da lafa karıştı, verdi veriştirdi teyzeme. Annem devreye girip “Sen karışma,” diye azarladı onu. Eniştemle babam hanımlarını sakinleştirdi. Teyzemin iki oğlu bahçede oynuyordu. Salonun köşesindeki pufta oturan dayımın küçük kızı tavşan resimli pembe çantasının içinden bebeğini çıkardı. Gözlerime inanamadım. Bebeğin boynunda beşibiryerde takılıydı. “Nereden buldun bunu?” deyince herkes ona baktı. Çocuk utanıp bebeğini çantasına koydu. Başına toplandık. Önce sorulara cevap vermedi. Sonra ağlayarak döküldü. Mevlit günü benim söylediğimi duymuş, babasının yanına yukarı çıktığında anneannemin yatak odasından kutuyu alıp çantasına yerleştirmişti. Eve gidince de gardırobundaki boş ayakkabı kutusunun içine saklamıştı. “Babaannem onları bana verdi,” diyordu. Hepimiz bir oh çektik.

Bahçede patlak topla oynayan çocukların yanına gittim. Duvar köşesindeki çalının arasına kaçan topu almak için eğildiğimde bitkinin içine saklanmış bir ceviz buldum. Hınzır saksağanlardan biri bırakmış olmalıydı. Fırlatıp attım gül ağacının tepesine.

Öksüz görünümlü evden ayrılırken bunca yorgunluk, üzüntü ve kafa bulanıklığından sonra biraz yüzü gülen dedemle vedalaştık. Yalnız kalmanın nasıl bir şey olduğunu denemeye hazır gibiydi. Bahçenin demir kapısını kapadığımda anneannemin huzurla uyumasını diledim…

edebiyathaber.net (13 Ağustos 2024)

Yorum yapın