Üstü açık terasta, ufka doğru genişleyen kıpırtısız denize karşı oturmuş, elindeki kahve fincanını parmakları arasında dans ettirir gibi çeviriyordu. Tüm dikkatini, fincanın kahverengi lekelerinde saklı olduğuna inandığı ruhunu okumaya vermişti. Sade ama şık siyah elbisesinin etekleri, üst üste attığı bacaklarının üzerinden hafifçe sıyrılmış, güneşin vurduğu bronzlaşmış teni pürüzsüz ve parlak görünüyordu. Bedenine tam oturan elbisesi göğüslerinin bronz yuvarlaklığını ortaya çıkarmış, arada umarsızca salladığı ayağındaki ince topuklu sandaletinden pembe, mor ışıltılar saçılıyordu. Güneşin parlaklığıyla buluşan bakımlı saçlarının rengi gümüşe çalmasa henüz otuzlarında sayılabilirdi.
Fincanı birkaç tur çevirip uzun uzun inceledikten sonra yanındaki sehpanın üstüne bıraktı, gözlerini ufka dikerek mırıldandı: “Uzun bir yolun olduğunu görüyorum…” Her iki elini, özenle üst üste attığı bacaklarının üstüne koydu. Geriye doğru hafifçe yaslandı. Omuzlarını yukarı kaldırdı, nefesini gül koklarcasına ağır ağır içine çekti. Birkaç saniye tuttuktan sonra usul usul, önünde serili denizin maviliğine bıraktı. Elini tekrar sehpanın üstündeki fincana uzatıp zarif parmaklarıyla kulpundan tuttu, göğüslerinin üstüne koydu. Yüzünü iyice fincana yaklaştırdı. Gözlerini eğerek fincana bakarken dalıp gitti.
Ana yoldan bir süre yürüdükten sonra sağ tarafa ayrılan yolu gördü. Ana yoldan devam edip etmeme konusunda kısa bir tereddütten sonra sağa sapmaya karar verdi. Yürürken hiç etrafına bakmıyordu, ta ki bir akasya ağacının yolunu kestiğini fark edene dek. Ağaca kadar gitti, önünde durdu, sağa sola bakındı… Devam etmek için ağacın dalını hafifçe yukarıya doğru kaldırması gerekiyordu. Dala dokunur dokunmaz parmağına batan dikenin acısıyla irkildi. Kanayan parmağını istemsizce ağzına götürüp emmeye başladı.
O arada ağaçtan bir ses geldi:
“Hümeyra! Hümeyra, beni öyle kolay kolay geçemezsin, canını acıtırım. Bunu bilmiyor musun sanki!”
Hümeyra’nın ilk kocası Satılmış’ın sesiydi bu. Satılmış aslen Zonguldakl’ıydı, Orman İşletme Müdürlüğünde işçi olarak çalışıyordu. O da herkes gibi iyi kötü geçinmek için çırpınıp duruyordu. “Emekli olup rahat edeceğim,” dediği sıralarda eşi, caddede karşıdan karşıya geçmeye çalışırken bir kamyonun çarpmasıyla oracıkta ölmüştü. Satılmış bir süre ne yapacağını bilmez halde eşinin yasını tutmuş daha sonra hayat bir şekilde devam edip giderken, “Bir an evvel emekli olayım, emeklilik paramla kendime bir kadın bulayım,” derdine düşmüştü. Emekliliğine henüz iki yıl kala, bir gün ormanda tomruk yüklerken kocaman bir tomruk ayağının üstüne düştü. Arkadaşları Satılmış’ı alelacele hastaneye kaldırdılar. Ayağı alçıya alındı. Birkaç gün hastanede yattı, daha sonra taburcu oldu ve bir süre sonra da ayağındaki alçı söküldü. Satılmış’ın ayağı yavaş yavaş iyileşmeye başlamıştı. Sağa sola tutunarak yürüyordu bile. İyice iyileştiğini düşünürken düzgün yürüyemiyor oluşunu fark etti. Ayağı yanlış yerden kaynamıştı. Ancak iş işten geçmişti. Bunun için bir iki kez kendi doktoruna gitti. Doktoru Satılmış’ı başından savmak için, “Satılmış efendi ne uğraşıp duruyorsun. Senin için daha iyi oldu. Erken emekli olursun işte. Yani malulen emekli sayılırsın. Sanki ayağın sağlam olsa da ne olacak,” dedi. Erken emeklilik Satılmış’ın aklına yattı. ‘Ne iyi, iki yıl daha beklemeye ne gerek var,’ diyerek kendi kendini avutmaya çalıştı. “Sakat, topal olana kimse kız vermez ki,” diye hayıflansa da iş işten geçmişti. Satılmış bir süre sonra malulen emekli oldu. Geldi Topal Satılmış, gitti Topal Satılmış derken, Topal Satılmış lakabı da üstüne yapışıp kaldı.
Satılmış bir an önce birini bulup evlenmekten başka bir şey düşünmüyordu. Her gün gidip okey oynadığı kahvede Kars’lı bir arkadaşı kendisine takılarak, “Satılmış madem evlenmeye bu kadar heveslisin seni bizim köyden evlendirelim,” deyiverdi. Satılmış nasıl olacak bu iş demeye varmadan arkadaşı başladı anlatmaya. Satılmış bir süre arkadaşını dinledikten sonra aklına yattı. “Olur valla! Neden olmasın. Hali hazırda emekli de olmuşum. Yoksa bu para haybeden, içkiye, şuna, buna gider,” dedi.
Araya çok fazla zaman koymadan arkadaşıyla beraber otobüse binip Kars’a doğru yol aldılar. Uzun bir yolculuğun ardından Hümeyra’nın babasının kapısına dayandılar. Hümeyra 19 yaşına yeni basmıştı. Yöredeki kızlar çoktan evlenip çoluk çocuğa karışmışlardı bile. Ahaliye göre Hümeyra’nın kaderi bağlanmış, evde kalmıştı. Satılmış ile aralarında neredeyse 25 yaş fark vardı. Hümeyra’nın babası kafasını öne eğdi, düşündü, taşındı, ofladı pufladı. Pazarlığı sıkı tutmak için elindeki kozları iyi değerlendirme niyetindeydi. Önce Satılmış’ın topal olmasını öne sürdü. Satılmış’la gelen Kars’lı arkadaşı araya girdi, “Ne olacak biz sapasağlamız da neye yarıyoruz? Satılmış emekli olmuş, düzenli maaşını alıyor. Maaşı ona da Hümeyra’ya da yeter de artar. Kızının ayağına bu kısmet gelmiş, mani olmayın. Hem sizin için de iyi olacak,” diye bir torba lafı eveleyip gevelemeye başladı. Hümeyra’nın babası, “Ama…” dedi, durdu, başını kaldırdı… “Ama Satılmış Efendi kızımdan bayağı büyük, bilmem ki gerçi kadere karşı konulmaz ama yine de…” dedi, sustu. Aracı olan Satılmış’ın arkadaşı fırsatı kaçırmadı: “Ne olacak, sanki Hümeyra hep 19 yaşında mı kalacak? Aha yaş dediğin şey de nedir?” Parmaklarını göstere göstere saydı. “20 yıl sonra Hümeyra da kırk yaşında olacak, şurada kaç yıl kaldı ki? Hem kızın anasının karnında bile bu kadar rahat etmeyecek. Satılmış emeklidir, maaşı var. Hümeyra hayatını yaşayacak,” dedi.
Hümeyra’nın babası çoktan ikna olmuştu da aklı verilecek olan başlık parasındaydı. Satılmış’ın arkadaşı Hümeyra’nın babasının koluna girdi, dışarıya çıkarttı. Kendi aralarında fısır fısır konuştular sonra yine içeri girdiler. Satılmış ayağa kalkmaya yeltendi ayağından dolayı kalkamadı. Yerine oturdu. Hümeyra’nın babası, “Eee… ne diyelim, kader kısmet, takdir-i ilahi! Tek derdimiz Hümeyra’nın rahat etmesidir. Ne yapalım buraya kadar gelmişsiniz…” dedi. Bir anda eller havaya kalktı, Fatiha okundu, aynı anda eller yüzlere sürüldü. Alelacele Hümeyra’nın parmağına bir yüzük takıldı, başlık parası takdim edildi. Bir iki gün sonra da Satılmış, Hümeyra’yı alıp yola koyuldu.
Hümeyra hiç kimseyle tek kelime konuşmadı. Dalıp dalıp gitti, içten içe, gizli gizli ağladı. Satılmış’la göz göze gelmemek için büyük çaba gösteriyordu. Hümeyra’nın bu hali gelin geldiği Zonguldak’ın bu küçücük köyünde de sürdü. Çevredekiler bu halini yabancı oluşuna bağladılar. Komşularının acımayla karışık sevgi gösterileri Hümeyra’nın pek hoşuna gitmese de günü kurtarmaya yetiyordu. Satılmış konuşkan biri değildi, bu durum onun işine gelmişti. Ancak bir süre sonra Satılmış kendini tamamen içkiye verdi. Bütün akşamı birahanede geçiriyor, sarhoş olana kadar içiyor, sokaklarda yıkılarak evin yolunu zar zor buluyordu. Kapıya geldiğinde uzun uzun zile basıyor, Hümeyra anında kapıyı açmazsa ağzına gelen küfürleri sıralayıp Hümeyra’nın üstüne yürüyordu.
Yine uzun bir kış gecesi, Satılmış birahanede kafayı çekmiş, içkinin etkisiyle masada uyuya kalmıştı. Garson omzuna dokunarak uyandırdı: “Satılmış Abi, istersen evine git uyu. Yarın sabah yine buradayız.” Satılmış masadan zar zor kalktı, dışarıya çıktı, sendeleye sendeleye yürümeye başladı. Tam yolun karşısına geçecekti ki kendisi gibi zil zurna sarhoş bir sürücünün yalpalayan aracının altında kaldı. Araç, Satılmış’ı altına alıp metrelerce sürükleyip durdu. Olay yerine ilk gelen birahanede çalışan garson oldu. Satılmış’ı hastaneye kaldırdılar. Aslında boşuna hastaneye götürmüşlerdi çünkü hastaneye varmadan çoktan ebedi uykusuna dalmıştı bile. Garson, olayın şokuyla koşa koşa Hümeyra’nın kapısına gitti. Uzun uzun zili çaldı…
Hümeyra irkilerek kendisine geldi. Parmağı hala ağzındaydı. Derin bir nefes aldı, “Oh be!.. İyi oldu!” dedi. Yerinden doğruldu, fincanı çevirerek Akasya ağacını buldu…
Akasya’nın dallarını yukarıya doğru kaldırıp batan dikenlere aldırmadan altından geçti. Hızlı adımlarla yoluna devam etti. Yine bir yol ağzına geldiğinde bu sefer hiç düşünmeden sola saptı. Yolun ortasında duran biçimsiz bir kaya parçası bütün yolu kapatmıştı. Hümeyra kayanın sağına soluna bakındı, geçecek bir yol bulamadı. Tırmanarak geçerim diye düşündü. Ayağını kayaya atmasıyla kayması bir oldu. Sırt üstü yere düştü. Dehşet bir acı hissetti. Ağlamak üzereydi ki kayadan gelen sesle irkildi:
“Hümeyra! Hümeyra, sen beni ezip geçemezsin. Ben var olduğum sürece sana gün yüzü göstermeyeceğim!”
Bu ses ikinci kocası Mücahit Hoca’nın sesiydi. Mücahit Hoca aslen Kars’lıydı. Yıllar önce İstanbul’a göç edip şoförlüğe başlamış, Karayolları’ndan emekli olana kadar hiç durmadan çalışmıştı. Emekli olduktan sonra, günahlarından kurtulmak için birkaç kez tövbe etmiş, bir yolunu bulup mahalleye yeni yapılan caminin dernek yönetimine girmişti. Cami için yardım toplama faaliyetlerinde bulunuyor, bütün zamanını bu işe harcıyordu. Mahallede herkes ona “Mücahit Hoca” diye sesleniyordu. Bu onun da hoşuna gidiyor, ‘Hiçbir şey okumadan hoca olmak ne güzel şey,’ diye düşünüyordu.
Mücahit Hoca cami için yardım toplama faaliyetindeyken eşi ani bir kalp krizi geçirip vefat etti. Cami cemaati Mücahit Hoca’nın acısını paylaşıp taziyesi bittikten sonra hemen Hoca’ya eş bulma yoluna koyuldu. Kim elinden ne geldiyse yaptı; sağa sola, uzağa yakına soruldu, soruşturuldu. Kader kısmet gelip Hümeyra’nın kapısına dayandı. Mücahit Hoca memleketi olan Kars’a geldi.
İlk kocası Satılmış öldükten sonra Hümeyra baba ocağına geri dönmüş, kederli suskunluğunu sürdürüyordu. Mücahit Hoca bir miktar başlık parası ödedikten sonra Hümeyra’yı alıp İstanbul’a götürdü. Her şey çok kolay olmuştu. Hümeyra’nın babası da hiç itiraz etmedi, ne de olsa Hümeyra artık dul bir kadındı.
İstanbul Hümeyra’ya çok yaramış, güzelliğine güzellik katmıştı. Mücahit Hoca, Hümeyra’nın güzelliği karşısında zaman zaman kıskançlık krizlerine giriyor; evden çıkmasın, gün yüzü görmesin diye her şeye “Günahtır!” diyerek bir kılıf buluyordu. Hümeyra Mücahit Hoca’dan kurtulmak için tesettüre girdi.
Mücahit Hoca cami faaliyetlerini aksatmıyor, para toplamaya devam ediyordu. Toplanan paraları üçe ayırıyordu: “Bu, Allah’ın payı; bu, caminin payı; bu da benim payım.” Biraz düşündükten sonra kendi kendine, “Bu kainatın sahibi olan Allah’ın üç kuruş paraya ihtiyacı mı var sanki,” deyip, Allah’ın payını da kendi payına katıyordu. Bazı zamanlarda caminin payını da kendi payına katıp, “Allah’ın bir sürü evi var, benim ise bir tek evim var.” diyerek kendini aklıyordu.
Hümeyra Mücahit Hoca’nın evde olduğu zamanlarda onunla yakınlaşmamak için çeşitli bahaneler uydurup hasta numarası yapıyordu. Hoca evden çıkar çıkmaz, bakkalda tanışıp arkadaş olduğu, karşı binada oturan Safiye’nin evine gidiyor, birlikte kahve içip fal bakıyorlardı. Hümeyra Safiye’den kahve falının bütün inceliklerini öğrenmişti. Artık fincandaki kahverengi lekelerin hiçbiri Hümeyra için yabancı değildi.
Safiye’nin kızı Nesrin sürekli, “Hümeyra abla, bu kadar boş boş fal bakacağınıza kitap okusanız daha iyi olur,” deyip duruyordu. Nesrin Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciydi. Zaman zaman elindeki kitaptan yüksek sesle pasajlar okur, iki kadının sohbetini böler, konuyu değiştirirdi. Hümeyra Nesrin’den ödünç alıp evde kitap okumaya başladı. Ev işlerini bitirir bitirmez eline kitabını alıyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu. Eline ne geçtiyse okudukça okudu, okudukça iç dünyası değişti. İç dünyası değiştikçe bakışları değişti. Evde her şey aynıydı, ama Hümeyra başka biri olmuştu.
Mücahit Hoca, Hümeyra’daki değişimi farkediyordu. Artık içini saran kıskançlığa korku da eklenmişti,Hümeyra’nın hallerine tahammül edemez olmuştu. Hümeyra Mücahit Hoca ile tartışmaktan çekinmiyor, yapmak istemediği bir şeyi yapmıyor, “Günahtır!” bahanesi ile kandırılamıyordu. Mücahit Hoca her tartışmayı, “Hümeyra, ben bu hayatta olduğum sürece sen gün yüzü göremeyeceksin,” diye bağırarak bitiriyordu.
Hümeyra irkilerek kendisine geldi. Acıyla düştüğü yerden kalktı, üstünü silkeleyip düzeltti. “Merak etme Mücahit Efendi aşılamayacak hiçbir engel yoktur,” diye söylenerek kayayı baştan sona inceledi. Ayaklarını koyacağı ve tutunacağı yerleri belirleyip tırmanmaya başladı. Bir yandan da Mücahit Hoca’nın öldüğü günü düşünüyordu. Doktor, aldığı yüksek doz ilaçtan kalp krizi geçirdiğini söylemişti. “Eee, o da… uçkuru için hem de… o kadar yüksek dozda ilaç almasaydı…” diye geçirdi içinden, gülümseyerek.
Kayanın diğer tarafına geçer geçmez bir orman yolunda buldu kendini. Yolun her iki tarafındaki ağaçların dalları birbirine kur yaparcasına sarmaş dolaş olmuşlardı. Yaprakların arasından süzülen güneş ışınları ile içinin ısındığını hissetti. Ormanın içine doğru ilerledikçe çevredeki kuşların sesini duymaya başladı. Ağaçların arasından seçilen yemyeşil çayırlar sarı, pembe, mor çiçeklerle bezenmişti. Ormanın temiz havasını içine çekti. Huzura doğru yürüdüğünü hissetti. Sağ tarafta gürül gürül akan bir su pınarı gördü. Pınarın başına geçip avuçlarını doldurdu, yüzünü yıkadı, kana kana içti. Islak ellerini terlemiş ensesine götürerek serinledi. Pınarın sesi ne kadar huzurlu, sevecen, sevgi dolu…
“Hümeyra’m! Ne kadar da güzelsin… Her şey geride kaldı. Su sana iyi gelir, huzura erdirir.”
Bu ses Hümeyra’nın bir süre önce ölen son kocası Cem Bey’in sesiydi. Cem Bey, Rum asıllı bir psikologdu. Burgazada’da doğup büyümüş, üniversiteyi de İstanbul’da okumuştu. Çok genç yaşta bir kez evlenmiş, kısa süre sonra anlaşamayıp eşinden boşanmıştı. Yaşlı anne babasının tüm ısrarlarına rağmen bir daha evlenmeyi düşünmemişti. Mesleği, edebiyata ve sanata olan merakı, geniş çevresi ile hayatını dolu dolu yaşıyordu. Her yaz mutlaka yurtdışı seyahatlere çıkıyordu, dünyada görmediği yer kalmamıştı. Çevresinde kendisiyle birlikte olmak için pervane olan kadınlara kibar ve sevecen bir dostlukla yaklaşıyor ama evlilik konusunda en ufak bir umut vermiyordu.
Hümeyra, Mücahit Hoca’nın ani ölümünden sonra bir süre ne yapacağını bilemedi. Baba ocağına dönmeyi bir seçenek olarak bile düşünmedi. Mücahit Hoca’dan kalan ev ve dul maaşı ile geçimini sürdürebilirdi. Peki ama hayatta eş ve çocuk olmadan tek başına bir kadın ne yapabilirdi? Mücahit Hoca’nın çevresi de Hümeyra’yı rahat bırakmıyordu. Mücahit Hoca gitmiş, onlarca çift göz Hümeyra’ya dikilmişti. Tesettürlü olması da koruma sağlamıyordu. Hümeyra bir yandan özgürce istediğini yapmak istiyor bir yandan da kendi kendini durduruyordu. Hümeyra’nın bunaldığını gören Nesrin ısrarla bir psikoloğa gitmesini öneriyordu. Nesrin Cem Bey’in çok iyi bir psikolog olduğunu, kendisine her konuda yardımcı olacağını söylüyordu.
Cem Bey ile tanışmaları böyle oldu. Hümeyra haftada bir kez Cem Bey’in kliniğine uğrayarak psikolojik destek almaya başladı. Başından geçen bütün olayları Cem Bey’e anlatıyor, Cem Bey de Hümeyra’yı pür dikkat dinleyerek ona yol gösteriyordu. Bir yandan da kitap okumaya devam etmesini, sinemaya ve tiyatroya gitmesini öneriyordu. Hümeyra okumanın yanında tiyatro ve sinemaya da ilgi duymaya başladı. Hiçbir etkinliği kaçırmıyor, hepsine yetişebilmek için adeta koşturuyordu. Bazı etkinliklere Cem Bey bilet alıyor, birlikte gidiyorlardı. Hümeyra hayatında yeni bir sayfa açmıştı. Zamanla türbanını çıkarıp bir kenara bıraktı. Geçmişte yaşadığı sıkıntıları daha az düşünür olmuştu.
Zaman ilerledikçe Cem Bey’le aralarındaki hasta hekim ilişkisi başka bir boyuta evrildi. Hümeyra, hayranlık ve minnettarlıkla karışık bir sevgiyle Cem Bey’in gözlerinin içine bakıyor, yanından bir an olsun ayrılmak istemiyordu. Cem Bey de kendisinden hiçbir şey istemeyen bu genç ve güzel kadının bitmeyen ilgisinden memnundu. Cem Bey, bir hayli ilerlemiş yaşının da verdiği rahatlıkla Hümeyra’ya evlenme teklif etti, Hümeyra hiç düşünmeden kabul etti. Evlenip Burgazada’daki evde yaşamaya başladılar. Hümeyra halinden çok memnundu, mutluydu artık. Geçmişi hiç düşünmüyordu, sanki o başka bir kadına aitti…
Hümeyra avucundaki suyu bir kez daha yüzüne vurdu.
“Hümeyra Hanım! Hümeyra hanım, falınıza baktıysanız fincanı alayım.”
Bu ses evin bakıcısı Svetlana’nın sesiydi. Hümeyra’nın eli titredi, elindeki kahve fincanı kucağından yuvarlanıp yere düştü. Terasın pembe taşları üzerine saçılan hayat parçalarına umarsızca baktı. Ardından derin bir nefes alarak kendisine geldi.
edebiyathaber.net (13 Haziran 2024)