Öykü: İklimsiz | Ş. Didem Keremoğlu

Ekim 8, 2024

Öykü: İklimsiz | Ş. Didem Keremoğlu

Bir müddet aldık seni uçuştan, dedi filo müdürü. Beklediğim bir şeydi. Ben de biliyorum öyle olması gerektiğini.

                                                                       *

Hızlı hareket edip çabuk yola çıktığım, zamanı paraya çarpıp böldüğüm yıllardı. Birinci sınıf yolculuklarda Don Perignon eşliğinde çikolata dolgulu çilek yiyor, otellerin elit misafir kartlarını taşıyordum cebimde. Duyup görüp aldırmadığım zamanlar…

Babamın öldüğü o gün bile mazeret izni almadan devam etmiştim hayata! Annem, üzülürsün oğlum sonra, gitme, demişti. Baban çok ağır. Geçen hafta da öyleydi, demiştim ben de. Sonradan çok düşündüm ilenmiş miydi acaba annem bana o gün, diye.

                                                                       *

Uçaklarda sigara içilen zamanlardı. Şimdiki gibi kenefin deliğine üflemiyorduk dumanı. On sekiz yıllık “vintage” viskiye eşlik ediyordu ağır kokulu Küba sigarları. Birinci sınıfta nasıl olur da “torch” çakmak olmaz, diye hostese koydum fırçayı.

“Bulunmuyor beyefendi.”

“Siz yenisiniz herhalde.”

“Evet…”

” ‘Evet’ ne?”

“Anlayamadım beyefendi…”

“Hostes Hanım, elinizdeki yolcu manifestosuna bakmıyor musunuz siz kimdir birinci sınıftaki yolcularım, diye.” Gözlerim önce yüzünde sonra da bacaklarında oyalandı bir müddet.

“Kaptan Ceyhun, siz de benim isim rozetime bakmıyorsunuz. Adım ‘Hostes Hanım’ değil, Yasemin.” dedi. “Bakmışım listeye, değil mi…” Senden hoşlanmadım, diye haykırıyordu ifadesi. “Tatile gidiyorsunuz sanırım. Yolcu olarak uçtuğunuza göre bugün.”

Kızılı çok yakıştırsam da saçlarının doğal rengini merak etmiştim. Sağ elinin yüzük parmağında incecik bir altın halka. Koruma amaçlı tedavi gibi düşün, demişti daha sonraları sevgili olduğumuzda. O yüzük, kendimi senin gibilerden koruma amaçlıydı. Kahkahalarla gülmüştük. Saçları doğal renginde, kendinin.

                                                                       *

Yavaşça geri itiliyor uçak park pozisyonundan taksi yoluna doğru. Motor çalıştırmadan önceki son kontroller. Tık – tıktık- tıktık. Bu sefer için belirlenen şifreli iki vuruştan biri. Her şey yolunda, diyor tıklar bize. Kaşlarına kadar inen kakülleri ile çilli burnunu görüyorum ekrandan. Açma düğmesine basıyorum.

“Kalkıştan sonra ne içmek isterdiniz kaptanlarım?”

“Latte,” diyorum. “Ama malum, ayrı termoslardan. Biliyorsunuz değil mi o kadarını.” Takıldığım o kadar belli ki!

“Artık çok da yeni sayılmam,” diyor. “Hem aynı uçuşta görevli pilotların aynı malzemeyle yapılmış içeceği ya da yemeği tüketmediğini en yeniler de bilir.” Bakışları da sesi gibi düğümlü. “Birinize latte bu durumda, diğeriniz ne ister?”

12 saatlik direkt uçuşun sonunda Kuala Lumpur’a varıyoruz. Dışarıda nemden nefes alınamasa da bütün azametiyle kuşatıyor bizi yemyeşil şehir. İlk geliyormuş. Sevmedim, diyor. Ankara’yı da sevmem zaten. Denizi olmayan iklimleri sevmem. Bozkırla tropik iklimi kıyaslamak! Hani hoşuma da gitmiyor değil küstahlığa varan o umursamazlık tavrındaki.

Ekipçe şehri gezmeye çıkıyoruz. Bininci keredir yürüdüğüm bilindik güzergahı bir turist kalabalığıyla beraber dolanıyoruz Petaling Jaya’da… Akşam serinliği inecek diye meğer boşuna beklemişim, ben otele dönüyorum, diyor. Yürürken ayrı sekiyor önümde, aklımda ayrı yılan kavi sokaklarından geçerken Çin Mahallesi’nin.

Ertesi gün otelde takılıyorum. Barın olduğu salona geçiyorum öğlen yemeği sonrası. Tezgâhta, başı kapalı genç bir kadın. Yine, çok tuhaf bir ülke olduğunu düşünüyorum Malezya’nın. Havuza açılan camlı kapının oradaki bir masaya oturdum. İçeride başka kimse yok. Bizimkiler Malakka’ya turda. Kulaklığımı takıp kaldığım yerden izlemeye devam ediyorum tabletime yüklediğim zamansız bir filmi. İşte en sevdiğim sahne: “Bileti yoktu,” diyor Indiana Jones Henry, Nazi subayını zeplinden aşağı attıktan sonra.

“Sevmedim bu hamam otu kokan memleketi.” Ensemin dibinden kocaman sesiyle. Tam da bir yudum almışken biramdan; Hamam otu ha! Püskürte püskürte gülüyorum ağzımdaki birayı. Fevkalade isabetli bir tanım gerçekten de. Yıllardır bir türlü neye benzediğini bulamadığım kokusunu buldu şehrin. Küflü, ıslak, asidik… “Bana da ısmarlasana bir bira. Sapporo olsun ama.” Yatakta da bu kadar teklifsizdir umarım, hatta arsızdır, diye geçiriyorum aklımdan. Dudaklarında çatlaklar oluşmuş. İncecik sıyırıyor alt dudağının derisini. “İçin fena oldu, değil mi? İstanbul’da kar yağıyordu dün, on iki saat sonra burada otuz beş dereceye inince… Etkilendim, kabuk bağladım.” diyor.  “Hadi ben sıcak yüzünden gidemedim Malakka’ya diğerleriyle. Peki sen niye?..”

“Namaz kılan Hıristiyanlar var orada. Portekizliyiz, diyorlar ama değil… Ta sömürge zamanından. Hibrid bir ırk oluşmuş. Dinleri de öyle. Hibridleşmişler. Önce haç çıkarıp sonra kıyama duruyorlar. Kıraat ve secdesiyle bildiğin namaz. Canımı sıkıyor Arap istilasıyla başlayan ve bu asırlardır süregiden baskılama.”

“Vay vay… Ceyhun kaptan bilgisiyle ateş ediyor!” diyor.

                                                                       *

İçim dışım aşk. Tıka basa, ağzıma kadar aşkla doluyum, taşacağım gibi… Yalnızca kadınlar böyle hisseder sanırdım. Tepeden tırnağa çiçeğe durmuşum! Oğlum, senin bu soğuk halin aynaları çatlatır, der, annem bile…

Trafik ışıklarında arabamın yanına çağırıyorum sümüklü sokak çocuklarını, ne satıyorlarsa alıyor, başlarını okşuyorum. Gözü çapak bağlamış kör kedileri bağrıma basıyor, annemi arıyorum her gün gibi. Mezarlığa da gidiyorum, babama. Yatıra çevirmiş kabrini adamın. Zeytin dikmişler, gül fideleri… Akasya mı o? Yok artık; eski ben olsam demediğimi bırakmazdım. Ben de iğde fidesi dikiyorum. Yabani otları tek tek ellerimle yoluyorum…

İçkiyi, sigarayı azalttım. Canım istemiyor eskisi gibi. Yanıma taşındı. Bir tek uyurken kapatıyor müziği. Mutfakta iş yaparken ya da sevişirken hep açık o müzik. Progressive rock, hard rock, Anadolu rock, Allah ne verdiyse rocklıyor. Uçuşta değilsek gece geç saatlere kadar oturuyor, film izliyoruz. Ben kulaklığımdan dinliyorum, o ise kitaptan okuyoruz aynı romanları. Dalga geçtiğimi keşfettiğinden beri sınava çekiliyorum okuduklarımla ilgili. Bulaşık makinası kullanmıyor. Bana yıkatıyor büyük parçaları, konuk ağırlamayı seviyor. Tekrara evrilen bu hayattan alabildiğine mutluyum… Annemi hatta sevimsiz kuzenlerimi bile seviyor. Başlardaki, pilot koca avcısı hostes sevgili algısı yıkılalı çok oldu.

“Kuzum niye evlenmiyorsunuz siz?” Halamın andaval oğlu şak diye soruyor bir gün. Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyorum. Kalbim deli gibi atmaya başlıyor. Soğuk bir ter iniyor üstüme.

“Ha, söyle bakalım Ceyhun, niye evlenmiyoruz biz?” Kırmızı çiçekli bir elbise var üzerinde. Bakışlarını suratıma dikmiş… Susuyoruz bir süre için. “Sana sakinleştirici bir şeyler vereyim,” diye kalkıyor yerinden. Sesindeki alaycılık kaybolmuş!

“Sakinleştiriciye ihtiyacım yok,” diyorum. “Benimle evlenir misin?”

Bağımsızlığım sandığım yalnızlığımmış.

                                                                       *

Son tatilimizde, Karabağlar’da, günlük bir tur otobüsünde. Ne geçirdiyse aklından, durdurdu otobüsü. Hiçbir açıklama yapmadan! Ben de indim peşinden. Onu tanıdım tanıyalı elinden düşürmediği romandaki o kasabaya benzetti sandım? Daha önce Tenerif’de yapmıştı aynı şeyi. Yo, hiç alakası yoktu. Midesi mi bulanmıştı peki? Otobüs tutar arada. Hayır, o da değil. Neydi? Sadece bir his… Biz inmeseydik otobüs kaza yapacakmış gibi geldi, dedi. Amaçsız ve yönsüz yürüdük bir müddet. Işığın feri iyiden iyiye yok oluyor, kızgın kokuyordu asfalt ve göz alabildiğine uzanan sahipsiz topraklar… Huzursuz olmuştum. Hiç otostop yapmadın, değil mi, demişti.

Yanakları içine çökmüş, suratı çiçek bozuğu, uçları neredeyse ağzının kenarlarında biten favorileriyle geçmiş yüzyıldan buraya ışınlanmış gibi duran birinin arabasına binmiştik. Van Halen’den “Runnin’ With The Devil” mış çalan şarkı, arabanın kasetli teybinde. Kendi gibi arabası da geçmiş yüzyıldan… Bir seri katilin arabasındayız, tıpkı çalan şarkıdaki gibi bir şeytan, diye fısıldıyor kulağıma.

                                                                       *

Yas süreci üstünüzde çalışıyor, diyor danışmanım! Solfeggio Frekansları kullanıyor! İçsel huzursuzlukları alan, frekans 852Hz. Kendime dönüyormuşum, sakinlik! İyi gelmesin diye duyduğum acıya, bir psikiyatr yerine bu şarlatanla hemhâl olduğumun farkındayım.

Yarınsız, uçurumun kenarından aşağıyı gözleyerek; marş vererek intihara devam ediyorum yalnızlığıma!

Ve hep aynı mizansen dönüyor bilincimde:

Sen ölürken kanatları bir kuş kanadı gibi çırpınıyor dev uçağın. VMO, maksimum sürat yani aşılmış! Gövde bütünlüğü tehlikede. Kuyruk ya da kanat, biri gidecek. Burnu kaldırmakla boşuna uğraşıyorlar. Dikey hız tavan. Dalıyor. Oysa çok görülen bir şey değildir bu. Taş gibi düşmez uçak!

Seninki düştü!

Nefes alıp verişlerin kontrolünden çıktı. Uğultu gittikçe artıyor. Ekibe ayrılmış koltukta, yüzün yolcuya dönük oturmaktasın. Daha sonra kontrol ettiğimde gördüm ki tam karşında bebekli bir aile. O aaralar karar veriyorduk biz de bir bebeğe…

Görüşün bulanıklaşıyor. Gözünü kapadın. Bilincini de gerçeğe… Rüya olduğundan eminsin bu yaşananın.

Otomatik bir silahtan çıkan merminin hızına eş çarpacaksınız suya. Beton etkisi! Kemerin takılı. Çarptığın anda ki artık bilinçsizsindir, doğan tepkimeden kırılmadık yerin kalmadı. Yine de duyacak mısın acıyı?

O son dakikalar:

Yer çekiminden saklı, dilini ısırıp kopardı çoğu o dikey dalışta. Bir dua mı yoksa benim adım mı en son?

Süngersi bilinç…

Küpelerini unuttun, diye seslenmiştim arkasından apartman aydınlığına. Önce topuk seslerin büyümüştü basamaklarda, geri gelmiştin. Kocaman, ıslak bir öpücük kondurup dudaklarıma, unutmadım, demiştin. Pazara görüşürüz. Son bir bakmıştın aynaya, kepini düzeltmiştin.

                                                                       *

Saat üç buçuk. Sağır, dilsiz, kör bir gece daha uzanıyor önümde. Sırf bu yeni havalimanına yakın diye taşındığımız bozkır kapkara… Geceleri ışık yakmanın yasak olduğu bir karartma uygulanıyor sanki dışarıda. Ayaklarımın dibine oturup başını dizlerime yaslıyorsun. Rüyamdasın…

Koltukta uyuya kalmışım. Pencerenin önündeki sehpada bıraktığın gibi duruyor inci küpelerin.

Kendimi zorlayarak duşa girdim. Annemin günler önce bıraktığı poğaçalardan yedim. Bir bardak da çay.  

Uçuş personelinin doğan çocuklarının adları verilen uçakları bir bir geçerek, ARDA, DORUK, NİSAN, UZAY… Vardım gideceğim binaya. Hiç bekletilmeden girdim odaya.

Bir müddet için aldık seni uçuştan, dedi filo müdürü. Konuşması mesafeli! Ben de biliyordum öyle olması gerektiğini…

edebiyathaber.net (8 Ekim 2024)

Yorum yapın