Ormanda aşk zamanıydı. Yağmurun hemen ardından doğan güneş palmiye yapraklarının uçlarındaki kristal damlacıklarda şavkıyordu. Başımın üstündeki yedi şeritli gökkuşağı, az daha yükselirsem kanatlarımın altında kalacakmış gibi yakınımda görünüyordu. Ben, bir gözle tabiatın güzelliklerine dalarken diğeriyle kendisini beğendirme çabası içinde daldan dala atlayıp çevremde fır dönen erkeğimi izliyordum sezdirmeden. Etrafımda değişik kuşların ötmelerini taklit ederek birkaç tur attıktan sonra havada süzülerek konduğum Hindistan cevizi ağacının bana komşu dalına iniş yaptı. Gösterişli kırmızı kuyruğunu yelpaze yapıp göğsünü kaplayan gri tüylerini kabarttı. Kanat teleklerinin uçlarını ayaklarına indirip üstüme yürüdü. Bunun, aşka davet olduğunu biliyordum ama geleneklerimizde erkeğin yuvasını görmeden duygusal bir ilişkiye başlanmayacağından da haberdardım. İnsanların tam tersi bizde yuvayı erkek kuş yapar. Geleneklerimize çok bağlıyız. Ergen duygularımı bastırıp başka bir dala sıçradım. Anladı hemen. Doğada öyle istemeden, zoraki aşk yaşanmaz. Uçup birkaç ağaç ötedeki palmiyenin kahve saçaklı gövdesine tutundu. Ağaç kavuğuna yaptığı yuvasının ağzında durup kanat çırptı heyecanla. Genç, gösterişli, yuvası hazır ve aylardır peşimde. Bir hoş oldu içim. Bizim türümüz tüm renkleri olduğu gibi görür aslında. Nasıl oldu anlayamadım yer, gök, orman tek renk oldu gözümde. Kalbim iki gagamın arasında çarpınca her taraf tozpembeye büründü minik, yuvarlak gözlerimde. Önümdeki olgun Hindistan cevizlerinden birinin kafasını delip gagamı, dilimi içine gömdüm. Meyvenin içindeki sütün hoş kokusunu taşımak istedim sevgilime. Aromalı sütün tadı dilimde, kokusu burun deliklerimde. Hayalimdeki pembe balonların arasından süzülerek erkeğime doğru uçtum. Takıldığım ağların arasında çırpınırken başımda kavak yelleri esiyordu halen. Ben çırpındıkça pembe fileli ağ renk değiştirip beyazlaşıyor, büzülerek içinde kıpırdayamaz durumda sıkıştığım dar torbaya dönüşüyordu. İlk aşkımı yaşayamadan, henüz vatanımın tropikal ormanlarındayken başlattılar yaşamımın tutsak ömrünü. Aşka giderken avlanmıştım.
Beni yakalayan yerli adam, beyaz bir gemi kaptanına sattı. Gemidekiler, gagamı siyah yapışkan bantla sarıp ayaklarımı birbirine bağladılar. İçinde, türümden olup olmayan başka avların da bulunduğu havasız, karanlık bir kutuya attılar. Günlerce aç – susuz, dalgalarla yalpalanarak yolculuk yaptık. Kimimiz nefessizlikten boğulup öldü, kimimiz açlıktan ve susuzluktan. Yaşayan birkaç şanslının mı desem, şanssızın mı desem bilemedim arasında ben de vardım. Diğerlerini bilmem, beni hayatta tutan tek şey aşktı. Bu korkunç yolculukta sevgilimin hayali hep yanımda oldu. Soluğumun yetmediği zamanlarda Hindistan cevizi aromalı nefesiyle hayat öpücüğü kondurdu gagalarıma. Yolculuğun sonunda acı gerçekleri algıladım. Erkeğim, şimdi çok uzaklarda kalmıştı. Beni, kanatlarım ona götürebilirdi belki ama onlar da demir parmaklıklar arasında hapisti ne yazık ki… Büyük, küçük, yuvarlak, dikdörtgen değişik kafesler gördüm. Hepsinin ortak özelliği çok sıkıcı olmasıydı. Bir sürü insan tanıdım, iki kelime ezberletecekler diye saatlerce ütüleyip durdular kafamı. Sonrasında da geveze koydular adımı. İnsanların arasında yaşadıkça aslında dilimin başıma bela olduğunu anladım. Satılacağım müşteriyi beklediğim dükkândaki diğer kuşların ve hayvanların tam tersi insan gibi konuşuyordum ben. Dükkâna giren her müşteriyi “hoş geldin”le karşılayıp “hoşça kal”la uğurluyordum. Gündüzleri insanlarla çene çalarak geçse de bitmek bilmiyordu gecelerim. Kısa aralıklı kuş uykularımdan çıkmıyordu sevgilim. O palmiye gövdesine yaptığı yuvamızda beni beklerken görüyordum onu rüyalarımda.
Sıcak bir haziran sabahı, geceki rüyamın etkisinde moralsiz moralsiz kafesimin tüneğinde uyukluyordum. Dükkânın kapı koluna asılmış oyuncağın çıngırtılı sesinden irkilip kirpiksiz gözlerimi açtım. Kafesim en tepede, içinde tombul yanaklı turuncu Japon balıklarının yüzdüğü büyük bir akvaryumun üstündeydi. Yukarıdan kuş bakışı baktım. Karşımda duruyorlardı. Kadının yanındaki tombul çocuk “anne, bu kuşu alalım” diye tutturunca ben de üzerime düşen şirinliği yaptım tabii. Kötü kokulu o dükkândan ve sus diye bana bağıran kel kafalı sahibinden bıkmıştım artık. “Gel” diye iki kere seslendim onlara, sonra da karşımdaki cam kafesinde bütün günü miyavlayan beyaz yavru kedi gibi miyavladım birkaç ağız. Anne – oğul, kafesime yaklaşınca kafamı eğerek izin verdim sevmelerine. Bu, yakalandığım günden bu yana dört, bilemedin beş ay geçiyordu, bir insanla ilk kes gönüllü temasımdı. O gün beni sevdiler ve o günün üstünden on dört sene geçti, bir an bile vaz geçmediler beni sevmekten. Ben de onları sevdim tabii. Evlerinin kapısını yüzüme açarken tutsaklığıma son verdiler ilk önce. Kafesin kapısını hiç kapatmadılar. Yemek ve uyumak için girip çıkıyordum kafese. Evde onlardan biri gibi olmuştum. Konuşulanları anlıyor, gerektiği yerde uygun cevaplar verebiliyordum. Ailem, bana yalnızlığımı unutturmuştu. Sevdiğimi ve vatanımı özlemiyor değildim ama onların yanında olmaktan da mutluydum.
Bir keresinde abimin omzunda bahçeye çıkmıştım. Gitmem için önümde hiçbir engel yoktu. Havalandım. On – on iki kanat uçup küçük bir çalının üstüne kondum. Aileme öyle alışmıştım ki, onları kolay kolay terk edemeyeceğimi anladım. Kendilerini bıraktığımı zanneden annemin ve abimin yüzlerinde gördüğüm üzüntüyü, kelime dağarcığımdaki bütün sözcükleri kullansam dahi anlatmam imkânsız. O günden sonra bir daha da gitmeyi ne denedim, ne düşündüm.
Geçen yılın yazına kadar ufak tefek özlem dışında her şey gayet yolundaydı. Bir sıkıntım yoktu. O yaz yeni, bahçeli bir eve taşınmıştık. Rüzgâr, denizin kokusunu balkonumuza taşıyor, orman gölgesini evimizin üstüne yansıtıyordu. İlk günlerde kafam karışmıştı. Burası vatanımı anımsatıyordu çünkü. Bir sabah bahçede aynı benim gibi kırmızı kuyrukluyu görünce dilim tutuldu. Gün boyunca konuş konuş yorulmak nedir bilmeyen çenem kilitlendi sanki. İlk aşkım büyük bir kafesin içinde karşımdaydı şimdi. Gözlerimi kırpıştırıp açtım. Hayır, hayal görmüyordum. Kafesinin demirlerine yapışarak arzuyla beni kesip duran erkek, etrafımızdakilerin anlamadığı kuşdiliyle ” merhaba” dedi neşeyle. Kalbim küt – küt atıyordu. Sevgilimin aynısıydı, sadece biraz yaşlanmıştı görmeyeli. Uzun uzun bakıştık. Bir birimize ilgimiz dikkat çekmiş olmalı ki, çevredekiler bizi konuşmaya başladılar. “Bizimkisi erkek” dedi komşu kadın. Beni de erkek zanneden ailem “erkek erkeğe dertleşsinler” gibisinden bir şeyler söyleyip kafeslerimizi iyicene yaklaştırdılar bir birine. Yeni gelen siyah, kemerli gagasını parmaklıkların arasından sokup bana uzattı. Sevgilime benzeyen bu kuşa kayıtsız kalmadım ben de. Gagamı, onun üst gagasına geçirip gözlerimi kapattım. Karşımdakinin, sevgilim olup olmadığını anlamam için gerekliydi bu. İşi daha da ileri götürmeden anlaşıldı her şey. Bu, o değildi. Ne dili Hindistan cevizi sütü kokuyordu, ne de gagası. Yaptığım kaçamak öpücüğün pişmanlığıyla kendimi geri çektim. Erkek de beni başkasına benzetmiş olacak ki, mahcup mahcup tüneğine döndü. Unutamamış belli ki… Bizler tek eşliyiz. Birine gönlümüzü kaptırdıysak “pazara kadar değil, mezara kadar” sürer sevdamız.
O günden sonra unuttuğumu sandığım aşkım depreşmez mi yeniden. Hasta oldum, yemeden içmeden kesildim, yetmiyormuş gibi aşk acımı hafifletir diye zarar vermeğe başladım bedenime. Ailem fark ettiğinde sağ kanadımın altına kocaman bir yara açmıştım sivri gagamla. Annem, evhamlı bir kadın. Hemen arayıp benim gibi yabancı kuşlardan anlayan veteriner hekimlerin de hocası olan profesörü buldu. Muayenemi yapan hoca, erkek değil, kız olduğumu söyledi aileme. Epey bir şaşırsalar da “kız-erkek fark etmez, evlat sonuçta. İyileşsin yeter ki” dedi babam.
Yumurtlama sendromuna girmiş, yavru yapma yaşıma erişmişmişim meğerse. Beni çığlık çığlığa bağırtarak yan yatırıp kanadımın altına pansuman yapan hoca, gözlüğünün üstünden babama bakarak “bunlar, fil hafızalı kuşlar olduğu için sendromdan kurtulmaları yüzde elli gibi yarı yarıya şans işi. Unutamıyorlar çünkü…” dedi. Sorun da orada ya, unutamıyorum işte. Ailemin yoğun ilgisi ve sevgisiyle bir yıllık uzun zamandan sonra kanat altındaki açık yaram kapandı. Ama depresyondan çıkamadım bir türlü. Kafamı, yemliğimin altına gömüp derin derin düşüncelere dalıyordum aralıksız. Bundan kendimi almam mümkün değildi. Durumuma üzülen ailemin belki iyi gelir diye beni komşu kuşla bir araya getirme planlarını günler öncesinden sezmiştim.
Annem, ılık suyla banyomu yaptırıp kurutma makinesiyle tüylerimi kabarttı. Yeşil salon çiçekleriyle süslediği cam balkona getirip kafesimi açıverdi. Çıktım. Balkondaki bana özel kuru ağaç gövdesine tırmanıp bekledim. Birkaç dakika içinde komşunun yaşlı oğlunu da getirdiler. O da tedirgin tedirgin çevresine bakındıktan sonra paytak paytak yürüyerek kafesinin üstüne çıktı. Yalnızdık… Önce bir bakıştık. Duygusal bir şey hissetmedim kendi adıma. Bu, nasıl olsa erkek diye kabardığını görünce uyarmak zorunda kaldım yukarıdan. Kuşdiliyle “abimsin” diye kendisine hatırlatınca, o da yumruk sıktığı sol ayağını, tüyleri kabarık göğsüne bastırıp “bacımsın” dedi karga bir sesle. Muhabbete başladık. Ben, ona vatanımda bıraktığım sevgilimi anlattım, o da bana uzun yıllar boyunca aynı kafesi paylaştıktan sonra, bundan üç yıl önce kuş gribinden ölen karısından bahsetti. Karşılıklı dertleştik. Ağlamasak da ikimiz de duygu yüklüydük. Beni kafesine davet etti. Çekinmeden kabul ettim. Yamuk yapmayacağını biliyordum. Kötü insanlar gibi fırsatçı değiliz. Sözümüz senet gibidir, gagamızdan bir kere çıktı mı geri dönmek olmaz. Aynı yemlikten çekirdek çitledik kardeşçe. Suluğundaki kırmızı sudan ikram etti bana. Deneyimine ve tecrübesine dayanan bir tavırla “unutmaya iyi gelir” dedi. Ölenle, ölünmediği gibi geçmişe takılıp kalmanın da ağır bir saplantı olduğunu ve bundan kurtulmam gerektiğini öğütleyerek rahatlattı beni.
Komşu kuşun arkadaşlığı iyi gelmişti. Uzun zamandan bu yana hiç olmadığım kadar hafiflemiş hissediyordum kendimi. O, gittikten sonra bir sürü güzel düşünceler dönüp durdu kafamın içinde. İlk aşkı unutabilecek miyim onu zaman gösterecek ama kuş bilimci hocanın bahsettiği o yüzde elli şansın yaşam tarafını seçtiğimden emindim artık. Hayat, her şeye rağmen yaşamaya değmez mi sizce de?
Hediye Gasımova Nar kimdir?
1969 Azerbaycan doğumluyum. Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi Filoloji Fakültesinden mezunum. Öykülerim Edebiyat Haber, Oggito, Kiltablet, Kayıp Rıhtım gibi edebi mecralarda yayımlandı. Didim’de yaşıyorum.
edebiyathaber.net (11 Nisan 2019)