Her akşam, ağzı burnu yamulmuş beş litrelik şişesiyle caddeyi yukarı aşağı dolaşır, kedilerin su kaplarını doldururdu. Bazı günler, yani emekli maaşının yatmasıyla faturaların gelmesi arasındaki, “belki elime birkaç kuruş kalabilir” umuduyla geçen o bir iki gün, kuru mama da alırdı kedilere. Keşke gücü yetseydi de her gün eli kolu dolu gelebilseydi, çünkü bütün kediler onu tanıyordu artık, mama olmadığı zaman imalı imalı miyavlıyor, bacağına daha az sürtünüyorlardı, Metin Bey anlıyordu onların küskünlüğünü, ciddi ciddi mahcup oluyordu. İmkanı olsa ciğer bile getirirdi onlara, ki en sevdiği yemek arnavutciğeri olmasına rağmen, kendi pişirmez, onlara yedirirdi muhakkak, ama nerede, son birkaç yıldır patatese soğana bile zor yetiyordu parası.
”Tavuk ciğerini dene,” demişti Selim, marketin güler yüzlü kasiyeri, Metin Bey’i çok severdi, kasaya son kullanma tarihi yaklaşmış bir yoğurtla geldiğini görürse, “Yine gözlüğünü evde mi unuttun sen Metin Amca?” diye takılır, sıra ne kadar kalabalık olursa olsun, gidip dolabın arkasından en yeni tarihli yoğurdu getirirdi. Selim’in tavsiyesiyle bir kere tavuk ciğeri pişirmeyi denemişti Metin Bey ama sonuçtan hiç memnun kalmamıştı.
En son dana ciğerini kızının evinde yemişti, bol soğanlı güzel bir arnavutciğeri yapmıştı kızı, babasının nasıl sevdiğini biliyor, rahmetli annesinin usulüyle yapıyordu. Sekiz ayı geçmişti kızıyla görüşmeyeli, zaten normalde de çok sık görüşmezlerdi, ayda bir, bu koronavirüs belası çıktı çıkalı ayda bir görüşmek bile hayal oldu. Aslında aynı şehirde oturuyorlardı, tabii kağıt üzerinde aynı şehir, söz konusu İstanbul olunca kağıt üzerinde kalmıyordu hiçbir şey, üç vasıta bir kıta değiştirmesi gerekti Metin Bey’in, belki hiç hastalanmamış olsa değiştirirdi de, ama artık otobüse binmeye utanıyordu.
Salgının ilk günleriydi, daha yasaklar, karantinalar başlamamıştı, bir akşam eli ayağı kesildi, ateşi çıktı, önce “Üşüttüm galiba,” diye düşündü, kim olsa öyle düşünürdü, “bu lanet virüs ülkeye girer girmez beni bulmamıştır herhalde.” dedi acildeki doktora, yapılan tahlillerden sonra “Bulmuş!” dedi doktor. Metin Bey’in adresine Çin’den bir kargo gönderilse bu kadar hızlı gelmezdi muhtemelen, hem şaşırmış hem de deli gibi korkmaya başlamıştı, “Yetmişin üstündeysen tık diye gidiyorsun!” demişti acilde sıra bekleyen kadın, tık diye gitmeyi beklediği üç uzun gün geçirdi yoğun bakımda, ilginçtir, onca kronik hastalığa, on beş yıl önce bırakıldığı için kendinden bile gizli içtiği yemek sonrası sigaralarına rağmen durumu hiç ağırlaşmadı. Azrail tırpanı savurmuştu ya, Metin Bey de boş durmamış, sağlı sollu eskivlerle kelleyi kurtarmıştı.
Kurtarmıştı da, asıl eziyet o günden sonra başlamıştı, hem de ne eziyet, yetmiş üç yıllık ömründe hiç yaşamadığı büyük bir utanç.
Selim’e rastladığı o akşam kuru mama günüydü, sabırsızlıktan yerinde duramayan kedilerin kaplarını doldurduktan sonra aportta bekleyen birkaç martı için de, sırf kavga çıkmasın diye biraz mama bıraktı. Çok kızıyordu onlara, “Sizin kanatlarınız var, vapurdan vapura uçuyorsunuz, açgözlülük yapmayın, bırakın şu garibanların mamalarını.” dedi yüksek sesle…
“Hayırlı akşamlar Metin Amca…”
Selim’in enerji yüklü sesini hemen tanıdı Metin Bey, arkasını döndü, kafasındaki şapka ve ağzındaki maske yüzünden sadece karanlıkta kalmış gözleri görünüyordu genç adamın, yine de, bakar bakmaz, görünmeyen dudaklarının içten bir şekilde gülümsediği belli oluyordu. Metin Bey daha cevap vermeden Selim sitem etmeye başladı.
“Daha bugün dedim Buse’ye, ‘bu Metin Amca bizim markete gelmez oldu, kesin şu yeni açılan dandik markete gidiyor’ dedim. Neredesin sen ya? Yüzünü gören cennetlik…”
Selim, Metin Bey’in oturduğu apartmanı bile bilmezdi, muhabbetleri sıcak ama biraz lokaldi, bu yüzden onun hastalık geçirdiğini de duymamıştı muhtemelen. Metin Bey’in eli ayağına dolaştı, hastalıktan sonra, eve kapandığı aylar boyunca hiç görmemişti Selim’i, markete gitmiyordu, kızına, internetten sipariş vermesi için para yolluyordu. Şimdi ne diyecekti Selim’e, hasta olduğunu söylese onun da bakışı değişir miydi acaba? Ama hayır, niye değişsin, iyi çocuktu Selim, halden anlardı, korkup kaçacak hali yoktu ya, onunla konuşabilir, dertleşebilirdi belki.
“Merhaba Selim, nasılsın?” dedi Selim gibi enerjik olmaya çabalayarak, ama genç adamın seviyesine yaklaşamadı bile, arada uzun yıllar, toprağa verilen bir eş ve hayal kırıklıkları vardı. Çenesi düşük Selim sazı eline alıp havadan sudan, markete maskesiz giren müşterilerden, sigara molasını kısaltan “keltoş” müdürden bahsetmeye başladı. O konuşurken Metin Bey’in içinde, aylardır ehlileştirmeye çalıştığı insan sevgisi yeniden vahşileşti, bir insanla yüz yüze laklak yapmak ne kadar büyük bir nimetti, kimseye ihtiyacı olmadığına kendini inandırmaya çalışmıştı aylardır, ama vardı. Konuşmayı severdi, gençliğinde rakı masalarının aranılan adamıydı, “insan yüzü görmek” diye bir şey vardı gerçekten, kedilerle, martılarla konuşmak başkaydı.
Damdan düşercesine “Ben de korona oldum Selim.” dedi.
“Ne diyorsun Metin Amca? İyi misin şimdi?”
“İyiyim, atlatalı çok oldu, taa en başlarda oldum.”
“Yapma yaa, çok geçmiş olsun…”
Selim’in bakışlarında herhangi bir değişiklik olmadı, apartmandakiler gibi kötü kötü süzmedi kendisini, ayakları geri geri gitmedi, onda bir değişim olmaması Metin Bey’i daha da duygusallaştırdı.
“Keşke geçmeseydi be Selim, bazen öyle diyorum. Keşke geçmeseydi.”
“Niye öyle diyorsun Metin Amca? Sen daha gencecik adamsın maşallah…”
“Aylardır evden çıkamıyorum oğlum… Akşamları el ayak çekilince kedilerimi dolaşıyorum bi, onun dışında kimseyle konuştuğum yok.”
“Yine hasta olurum diye mi korkuyorsun?”
“Yok… Korona olmaktan da ölmekten de korkmuyorum. Ben… Ben yine…”
Metin Bey’in gözleri sıra dışı bir hızla nemlendi. Birkaç saniye içinde burnunu çeke çeke ağlamaya başladı. Selim ne yapacağını şaşırdı, karşısında çocuk gibi ağlayan kocaman bir adam vardı, ne denirdi ki? İlk sağanaktan sonra, birikmiş zehri biraz olsun attı Metin Bey, ferahlar gibi oldu, “Utanıyorum Selim,” dedi.
“Yaşamaktan utanıyorum, bana öyle bakıyorlar ki! Kıçının kılları ağarmış bir moruk! Sen ne bok yemeye yaşıyorsun diyorlar… Keşke ben ölseydim onun yerine…”
“Kimin yerine sen ölseydin?”
“Tomris’in… Kırk altı yaşındaydı daha… Ama ben ne bileyim… O gün pazara gittiydim, biraz meyve alayım dedim. Daha maske falan yoktu kimsede… Ama kimseyle de öpüşüp koklaşmadım yani… Kenardan kenardan aldım meyvelerimi, sonra da, dönerken aile hekimine uğradım, ilaçlarım bittiydi, yazdırdım. Kuaför Tomris’le apartman kapısında karşılaştık. Severdik birbirimizi, sohbet ede ede aynı asansörle çıktık yukarı… Ben bilseydim biner miydim asansöre! Sürüne sürüne çıkardım merdivenleri de yine binmezdim.”
Gözyaşları yüzünden sırılsıklam olan maskesini biraz indirdi Metin Bey, soluk aldı derin derin, sonra devam etti.
“Herkes ‘senin yüzünden’ diyor. Doğrudan demiyorlar tabii ama ben biliyorum. Öyle düşünüyorlar. ‘Keşke o moruk ölseydi’ diyorlar. Ben hasta olduğumu bilsem yaklaşır mıyım? Ben yırttım kefeni, kadıncağız gitti. Ben üç günde çıktım, o on beş gün can çekişti. Böyle saçma dünya mı olur Selim? Bu şişko kendi etrafında böyle güzel güzel dönüyor, sağa sola yalpalamıyor ama üzerinde yaşayan insancıkları düşünmüyor hiç, birine kuş kadar ömür veriyor, öteki kazık çakıyor, denge menge hak getire!”
“Senden kaptığı ne malum Metin Amca?” dedi Selim. “Kuaför diyorsun. Onlar da her gün yüz elli kişiyle burun buruna çalışıyor. Belki sen ondan kaptın. Bünye meselesi bu, sende daha erken ortaya çıkmış olabilir.”
“Ben ölmediğim için Selim… Ölmediğim için suçluyum. Kimin kimden kaptığı mühim değil artık. Herkes benden biliyor ya, değiştiremem. Herkesin kafasına öyle kazındı. Ne yapsam ne desem boş. Kızıma bile gidemiyorum utancımdan. Onlar bilmiyor apartmandan birinin öldüğünü… Ama gidersem söylerim diye korkuyorum. Bana bakışları değişir. Damadın çalıştığı restoran da kapandı zaten korona yüzünden. Garsondu. Aylardır işsiz… Ben maaşımı olduğu gibi onlara yolluyorum. Kızıma “Bana üç beş parça bir şey söyle,” diyorum, gerisini sen al… Yok, bir kuruş bile almıyor içinden… Kedilerim için kuru mama bile sipariş ediyor da kendine bir çöp almıyor biliyor musun? Öyle iyidir kızım… Eskiden ‘gel baba ciğer yapayım senin için’ diye çağırırdı ayda bir. Şimdi ne yiyorlar ne içiyorlar belli değil… Ben nasıl söylerim bu insanlara Tomris’i öldürdüğümü… Gözlerinin içine nasıl bakarım?”
Normalde her lafa bir yorumu olan Selim ağzını açıp tek laf edemedi, kedilere bakıyormuş gibi yaparak gözlerini kaçırdı. Metin Bey de eğilip ayağına sürünen bir yavru kediyi okşamaya başladı. “Ben ne yapacağım küçük?” dedi kediye…
“Yaşamaktan utanır mı insan? Kendimi öldüreyim desem, onu da beceremem. Zaten bu yaşta intihar edilir mi, intihar genç işi… Günahı da büyük… Öyle diyorlar. Ucunda dinden çıkmak var. Gerçi pek emin değilim, bir cehennem var mıdır, yok mudur? Allah, dünyayı uzaya misket diye yuvarladı belki de… Oyun oynuyor bizimle…”
Metin Bey, Selim’in varlığını unutmuş, kendi kendine konuşuyordu artık. Bunu fark eden Selim hiç kesmedi onu, sessizce uzaklaşarak yaşlı adamı kedileri ve vesveseleriyle baş başa bıraktı.
“Yetmiş üç yaşındayım küçük. Bu yaştan sonra riske girecek kadar keriz değilim. Ben cehennem varmış gibi düşüneyim de, eşeğimi sağlam kazığa bağlayayım… Ne olur ne olmaz. Allah’ın işlerini de gençler düşünsün. Ee ne oldu o zaman? Utansam da sıkılsam da mecbur yaşayacağım. Yaşayacağım da, öyle bakmasalar daha iyi olacak… Herkes senin gibi güzel baksa keşke…”
edebiyathaber.net (21 Eylül 2021)