İntiharıma Son Bir Hafta
Hava son derece sıcak ve biz, işsiz güçsüz dört arkadaş satranç konseptli bir kafede yemek yiyoruz. Masaların ayakları satranç taşları şeklinde. Girerken lider bir kişiliğim olduğu için şah ayaklı masada oturmak istediğimi söyledim. Zehra hemen itiraz edip at ayaklı masayı istediğini söyledi. Hayvansever olduğunu her yerde belli edecek. Arda bütün numaranın vezirde olduğunu şahın sadece bir sembol olduğunu öne sürdü. İngiltere’deki kraliçe gibi. Burcu her zamanki gibi fark etmez hakkını kullandı. Finalde yalnızca piyon ayaklı masalar boş olduğu için bizim alternatifler suya düştü. Neyse, çok da şey yapmamak lazım. Neticede oyun bittiğinde tüm taşlar aynı kutuya konuluyor.
Zehra, “Margarita pizza yiyelim.” diye tutturdu. Kimlere özeniyor bilmem ki. Yahu senin ataların sabah kahvaltısında bile kuzu kesip yemiş. Etle doğup büyümüş. Hiç mi saygın yok o adamlara. Ne ara İtalyanların mozarellasının kölesi oldun? İkinci atak da Burcu’dan geldi. Sezar salata… Tamam, pes ediyorum. En sağlıklı sizsiniz. Biz de Arda’yla hamburger söylüyoruz. Bu sefer, onlar bizi Amerikan özentisi ilan ediyorlar. Neyse ki asmıyoruz kulağımızı. Pardon, kulak asmıyoruz.
Burcu’nun telefonu elinden düşmüyor. Kendisi “flörtöz” lakabını sonuna kadar hak ediyor. Geçenlerde baktım flörtöz kelimesi TDK’de de geçiyor. Yani kullanılması caiz. Konuşma esnasında yeni tanıştığı çocuğun storysine like attığını söyledi sırıtarak. Bir an düşündüm. Ahmet Hamdi Tanpınar yaşasaydı flörtöz kelimesine müsamaha gösterebilirdi ama edebi bir eserin içerisinde “Storye like atmak” tabirini görseydi adamın kalbine inerdi. Zehra yine kendi halinde. Kendi kendine dertlerini anlatıyor, kendi kendine çözümler buluyor ve kendi kendini teselli ediyor. Biz de sadece izliyoruz. Seviyorum bu dörtlüyü.
Üçünün de intihar edeceğimden haberi yok. Vazgeçireceklerinden değil, dalga geçeceklerinden dolayı söylemedim. Her şeyi o kadar makara yaparak anlatıyorum ki ciddiye alınamıyorum artık. Hoş benim nezdimde intiharın bile ciddiye alınacak bir tarafı yok da.
İntiharıma Son Beş Gün
Annemlere geldim. Çocukluktan kalma alışkanlıkla mutfağa girip buzdolabından bir şişe çıkarttım. Ayaküstü kafaya dikip bitmesine çok az kala kapağını kapattım ve doldurmadan tekrar dolaba koydum. Annem yarım saate kalmadan çıldırır.
Salonda otururken “Anne, ben ölürsem üzülür müsün?” diye sordum. “Oğlum sen salak mısın? Nereden geliyor aklına böyle aptal aptal sorular? Bir kere ağzından hayırlı bir şey çıksın!” diye çıkıştı. Alt tarafı “Üzülürüm” diyeceksin be kadın. Ne gerek vardı bu kadar hakarete. Ben sana beş gün sonra soracağım bunun hesabını.
Babam da bir ton nasihat verip durdu. “Evlen oğlum.” “Bir yuva kur oğlum.” Ah be babacığım! Bu; maskelerle dolu kan emici vampirlerin dolaştığı, melek yüzlü şeytanların ortalarda fink attığı, yalanlarla donanmış post modern canilerin kol gezdiği korkunç çağda bireyin yalnızlığını terk edip nasıl bir eş bulayım. “Boş yapma oğlum.”” Hayat pembe toz değil oğlum.” Pardon. “Hayat toz pembe değil oğlum.”
İntiharıma Son Üç Gün
Evde film izliyorum. Durup dururken canım sıkıldı. Hayır, normalde içimde bir korku yoktu. Vakit yaklaştıkça bir içim çekiliyor. Sanki yüksek bir yerden atlamak için geri geri gidip koşuyorum ve tam atlayacağım sıra kendimi geri çekiyorum. Vazgeçmek yok. Girdik bir yola. Ölmek var dönmek yok. Bu, buraya pek olmadı sanki.
İntiharıma Son Bir Gün
Kitaplığımı düzenliyorum. İnsanın son günlerini böyle geçirmesi ne acı. Normalde dağınıklıktan rahatsız olmam ama söz konusu kitaplar olunca işler değişiyor. Aslında bu saatten sonra hoş hava. Pardon, hava hoş.
Gözüme Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’u takıldı. Garibim Sadık Hidayet de travmalarla dolu bir hayat geçirip Fransa’da kaldığı evde kapı altlarını pencereleri sımsıkı kapatıp gazı açarak havalı bir şekilde intihar etmişti. Burada gazla intihar etmek biraz lüks. Stefan Zweig, Virginia Woolf, Jack London, Hemingway… Bu üstatlar da kendi ölüm yolculuklarını kendileri başlatmışlardı.
Bir şey söyleyeyim mi? Aslında evi komple bir elden geçirmek lazım. Cesedimi almaya geldiklerinde evi bu halde görmesinler. Sonra arkamdan “Rahmetli baya pasaklıymış.” derler. Düzgün bir kıyafet de giymek lazım. İnsan hayatında bir kere ölüyor canım. Öldükten sonra da övülmek ister insan. Hoş benim gönlüm bu konularda çok alçaktır. Pardon, yani bu konularda çok alçak gönüllüyümdür.
İntiharıma Son On İki Saat
Valla heyecanlandım. Herkese böyle mi oluyor acaba? Sabahtan beri üç kez duş aldım, hala terliyorum. Ufaktan da bir titreme var. Kapının önünde çocuklar top oynuyor. Ara sıra son ses arabesk müzik açmış muhtemelen yere basık bir arabanın egzoz sesi geliyor. Karşı apartmanın balkonundaki kırklı yaşlarda kel adam masaya faturaları dizip hesabın içinden çıkmaya çalışıyor. Kamyon şoförü Rüstem abinin evinden yine tanımadığım bir adam hızla dışardaki kalabalığa karışıyor. Kamyon yok, Rüstem abi de yok. Selma yenge evde.
Ayağımın sallantısını durduramıyorum. Zaman bir yavaşlayıp bir hızlanıyor. Haberlerde yeni bir kabine toplantısı yapıldığından bahsediliyor. Duşakabini de bir türlü yaptırmadım. Bulaşıklar yıkandı, askıdaki kıyafetler toplandı, yemekler dolaba kaldırıldı, camlar silindi…
Bir şey yapmam lazım.
İntihar Saati
İki kutu hapı tek seferde hüplettim. Başta bir şey olmadı. Şu an yavaş yavaş mideme kramplar giriyor. Doğru dürüst hareket edemiyorum ama ölecekmiş gibi de hissetmiyorum. Bu kadar acı çekeceğimi düşünmemiştim.
İnti
edebiyathaber.net (23 Eylül 2023)