“Anne çok uykum var, bırak beni!”diye inledi Ali, daha gün açmamış, akşam yağan yağmur dinmemişti. Yedikleri portakalın kokusu hâlâ oturma odasındaydı; çekyatın raflarındaki sarı saçlı, şık giyimli , duruşu hiç değişmeyen biblo, biraz daha soldu, zamanı kemiren bir ses gibi yerli yerinde durdu. Battaniyeyi kafasına çekip,ayaklarını birbirine sürterek ısınmaya çalıştı. Kucağında odun, elinde kabuk kovası, tutuşturmak için kullandıkları eski bez parçalarıyla kapının eşiğinde belirdi annesi. Ali;hemen her gün hiç değişmeden tekrarlanan bu ânı, yeniden yaşamak için sabırsızlanıyordu, dudağında oluşan tatlı tebessümü annesi görmedi. Sobanın kapağı açıldı ,gazete yırtıldı, biraz gaz yağı döküldü.Koku,odanın içinde dolaştı,yağmur camı tıkırdattı,ağaçların yapraklarında gezinen rüzgâr,pervazın altındaki çatlaklardan içeriye sızdı.Panço,kafasını kaldırıp amansız bağırdı.”Kaç defa söyledim,geç yatma oğlum kalkamıyorsun!”diyerek,kibriti çaktı annesi,güzel bir kav kokusu da eklendi odanın bitmek bilmeyen sakinliğine.Alevi alır almaz kütür kütür yanmaya başladı soba,boruya asılmış elbise kurutacağı,duvardaki is titredi,turuncu ışık soba gümbürdedikçe arttı.Ali,yavaş yavaş üstündeki battaniyeyi açtı,ılık ılık sıcaklık aktı içine,gözünü aralayıp televizyona baktı,güzel arabalı filmlerden bir sahne düştü aklına,”Çabuk ol,kahvaltı hazır,işe geç kalacaksın!”diyerek ikiledi sözünü annesi,elindeki güğümü sobanın üstüne koydu.Ali,elini saçına attı,çenesinde çıkmış,iki üç kılı sıvazladı,dizlerini kırdı,gerinerek kalktı yataktan,perdeyi araladı,avluya baktı,birkaç çocuk sırtında okul çantasıyla geçip gitti.”Ağacın yaprakları bu rüzgâra dayanamaz!Babamla dikmiştik,ne kadar da büyüdü,kimbilir kim için bırakıp gittin bizi!”dedi,elini eşofmanın cebinden çıkarıp,buğulanan cama birkaç şekil çizdi.”Sen ne güzel resim yapardın!”diyerek böldü kafasından geçenleri annesi, kırmızı leğene koyduğu çamaşırları,sobanın üstündeki demir askıya asmaya başladı.”Ee!Ne yapalım, bizim de kaderimiz böyleymiş,böyle yazılmış yazımız!Okulu bıraktın,bari işe geç kalma!Kahvaltı hazır,mutfak soğuktur,istersen burada ye!”dedi.Ali,elinin tersiyle camdaki lekeleri büyük bir kanıtı yok etmek ister gibi sildi.Yavaş adımlarla odadan çıktı,banyoya girdi,ellerini yıkadı,soğuk suyu yüzüne çarptı,annesinin az önce söylediklerini unutmaya çalışıyordu,aynada kendine baktı,saçını taradı,ellerini kurulayıp,mutfaktan kahvaltı tepsisini aldı,odaya döndü,içerisi sıcacık olmuştu.“Ben okulu keyfimden mi bıraktım!”dedi,sustular,usulca çıktı odadan annesi,”Hem o saçının hâli ne?Niye boyattın ki saçını,boyatınca geri mi dönecek!”diye bağırdı,bir iki lokma attı ağzına,yumurtanın kokusuna alışınca,tabağı sildi süpürdü,soğuyan çayı bir dikişte içti.Tepsiyi,yatağı,odayı,odanın hiç değişmeyen kokusunu olduğu gibi bırakıp,sandalyenin arkasındaki kıyafetlerini hızlıca giydi.
*
Limana inen dar yolda yürürken, gün açıyordu, kafasında bere, ayaklarında dayısından aldığı botlarla, soğuğa karşı direnen bir savaşçı gibiydi. Köhne evlerden süzülen dumanlar, içini ürpertiyor, kapalı kepenklerin griliği, onu bitmek bilmez bir mutsuzluğa itiyordu. Köşedeki simitçinin yanından alt yola girdi, yağmur dinmiş, fırının camı buğulanmıştı, otellerin önündeki akşamcı tayfa ayılmaya çalışıyordu, bir taksi arka kapısı açık, çalışır vaziyette bekliyordu. Montunun yakalarını kaldırdı, pazardan içeriye koşar adım girdi, soğuktan alnı kızarmış, gözleri yaşarmıştı, burnunu çekerek, tezgâhın başına yürüdü, patronun arkası dönüktü, geldiğini görmedi. Ali öksürdü. Adam, ağır hareketlerle arkasına döndü,”Nerede kaldın!”dedi, alnındaki çizgileri derinleştirerek. ”Sabah, anneme yardım ettim, odun filan taşıdık, o yüzden geç kaldım patron!”diye cevap verdi. Adam önüne döndü, tezgâhın kepengini kaldırdılar, ışıl ışıl parladı fincanlar,”Şunların tozunu al, silerken dikkatli ol! Sakın çok bastırma, çıt diye kırılırlar, çok değerli parçalar bunlar, Ruslar ilk geldiğinde bir kontesten almıştım, Maleviç tasarımımıymış neymiş! Lambaları yak,ışıldasınlar! Ben çay ocağındayım, sana da çay yolluyorum!”dedi, cevap beklemeden, şapkasını tutarak merdivenlerden indi, gözden kayboldu. Gün açmış, güneş yüzünü iyice göstermeye başlamıştı, Ali üşüyordu, ellerine hohladı, ayaklarını yere vurarak ısınmaya çalıştı, limanda duran dev vinçlere, ufka yürüyen bulutlara, yeni güne hazırlan kalabalığa baktı, eline toz bezini alıp, tabağın arkasını çevirdi, yazıyı okumaya çalıştı. Gözlerini tabaktan alamıyordu.”Natalia!”dedi, dudaklarını bükerek,”Na ta lia!”hiçbir parçaya zarar vermeden, bütün takımı özenle sildi, saat ilerlemiş, pazar canlanmıştı, boş çay bardaklarını ayağıyla kenara iteledi, radyoda güzel bir şarkı çalıyordu. Ali, gözlerini kapattı, sesleri dinledi, güneş yüzüne vuruyordu, elleri göbeğinde, radyoda çalan şarkının huzuruyla uyudu, babasının sesini duydu, ses bir yere gitmezdi, ses kimseyi terketmezdi, yanında çok güzel, alımlı bir kadın vardı, bembeyaz bir masada; düşeslerle,konteslerle,babasıyla,arkadaşlarıyla yemek yiyordu,son model bir araba vardı arkasında.Çatal bıçak seslerinin ardından homurtular yükseldi,dozer sesiydi bu!Dozer;bütün mahalleyi, pazarı, otelleri, yıkarak onlara doğru geliyordu, herkes kaçıştı,ses büyüdü,büyüdü…Yüzündeki güneş çekilince,yavaş yavaş gözünü araladı,karşısında;kıyafeti oldukça şık,paltolu,silindir şapkalı bir adam duruyordu,ilk önce rüyadayım nasıl olsa diye düşündü,istifini bozmadı,sonra adam parmağını ona doğru uzatarak,”Bu takım evlat,bu şık takım kaç para!”deyince;Ali,yavaş yavaş doğruldu yerinden,ayağa kalktı,üstünü başını düzeltti.
“Bu takım…”diyerek başladı anlatmaya,gökte pırıl pırıl bir güneş vardı,içi üşüyordu,tezgâhın başı kalabalıktı,herkes gülümsüyordu,adam bütün heybetiyle Ali’nin güneşini kapatıyordu.
edebiyathaber.net (4 Temmuz 2021)