Atımı istedim evin göğü gerindi…
İlhan Berk
Hafta sonu nihayet geldi, elimde çay bardağı Ramo’nun kulübesine bakıyorum, hemen her akşam aynı yere bakıyorum, bu kapıdan çıkıp gittiğimi hayal ediyorum, bu uçsuz bucaksız bozkırdan ayrılmak… Kulübenin ışığı yanıyor, sağ tarafta, siyah demir kapının ardında atlar, boyunlarını aralıklardan uzatmış kişniyorlar, yeleleri uçuşuyor ay ışığında, ay ışığı bembeyaz kar gibi örtüyor okul bahçesini, ışığa kesmiş beyaz beton alanı izliyorum, atlar burunlarından dumanlar çıkararak kafalarını sallıyor, demir kapı açılıyor, at sesleri, Ramo’nun sesine karışıyor, ayazda ışıl ışıl parlıyor yeleler. Ramo bağırıyor, eliyle, koluyla uzaklaştırmaya çalışıyor onları, atlar, şaha kalkıp duruyor, asfalt yolda elinde lüküsle bir adam yaklaşıyor. Atların sesi daha fazla çıkıyor adamı görünce, itiş kakış oluyor, demir kapıya vuruyorlar, ışık yaklaşıyor, karanlığın içinde büyüyor adam, gölgeler büyüyor, rüzgarlar uğulduyor, Ramo, tüfeğini doğrultuyor…
Çayımı hızlıca içtim, üstümü aceleyle giyip ev arkadaşıma görünmeden kapıyı çekip çıktım, binanın ışığını yakmadım, karanlıkta, elimde sigarayla merdivenleri inerken, kafamda düşünceler uçuştu, burada ne işim var? Neden geldim? Zaman nasıl geçer? Gidebilecek miyim? Daha kötü durumda olanlar var! Burada kaldım! İtiraf etmemek için çırpınıyorum fakat gerçek bu! Gidemeyeceğim! Elimde parlayan köze baka baka aşağı indim, son merdivene gelince, beyaz ay ışığından pamuk tarlayı taradım, kimseler yoktu, Ramo içeri girmiş, kapıyı kapamıştı. Kulübenin arkasında, çok uzakta, dağın yamacında lüküsün parlayan ışığını gördüm, sigaradan bir fırt daha alıp izmariti yere attım, üstüne bastım, dumanı sağdan sola üfledim, diğer evlere, etrafa bakındım, Ramo’yu gözetledim, rüzgâr uğultuyla ağaçları eğip büküyor, burnuma dağ kokuları getiriyordu, kırık dökük posta kutularına takıldı gözüm, burada işlevlerini kaybetmişlerdi, kim bilir içine en son ne zaman mektup koyulmuş, bu uzak kasabada yok olup gideceğim! Dış kapıyı araladım, elimi paltomun cebine atıp yakalarımı diktim, pencereden gördüğüm bulutsu betona adımımı attım, kafamda beliren kar hayaliyle yürümeye başladım, atlar hâlâ kapıdaydı. “Ramo, adama, atlara silah doğrultmuştu!” dedim mırıldanarak, atlar ağızlarında buhar, gecenin karanlığını bölen ışıkta, kapıyı tekmeleyip duruyorlardı. Ramo’nun kulübesine bakarak yürüdüm, balkonda kimseler yoktu, pencerede bir karaltı belirdi, ağacın arkasına gizlendim, gizlendiğimi düşündüm, ağaç büyük değildi, gizlenmeye çalışan herkes görünürdü! Kafamı uzatıp baktım, hayır kimse yok, demir kapı arkamda kaldı, yere eğilerek koştum, spor salonunun yanındaki duvara vardım. Ramo’nun kapısı açıldı, tüfek patladı, kulaklarımı kapatıp ışığa koştum, atlar iyice ürktü, yürüdükçe sesler arttı, nefes nefese koşmaya devam ettim, varamıyordum, yaklaştıkça ışık titreyip uzaklaşıyordu. Adımlarımı hızlandırdım, nihayet ışığa ulaştım, ateşin başında bir adam vardı, çömelmişti, tepeden tırnağa siyah giyitleriyle karanlıkta ayırt edilemiyordu, yanındaki köpek hırladı, siyah saçlı, siyah sakallı adam beni görünce hiç telaşlanmadı, işaret etti, köpek sustu, ayağa kalkıp lüküsün alevini kıstı, bağırış, çağırış, hır gür azalmış, atların homurtusu dinmişti, parmağını dudağına götürüp,“Yavaş ol!” dedi sessizce, ağır ağır hareket ediyordu, oturmam için yassı taşı gösterdi, sessizce dediği yere çöktüm, ince bir duman tütüyordu ocakta, kaynayan demliğe baktım, adam, atın eyerini düzeltip dürbünü çıkardı, etrafa baktı…
“Ramo” dedi, “bu akşam çok huysuz! Ne atlara su verdi, ne de beni misafir etti!
“E evet!” dedim telaşla, “yabancı kimi görürsen sık demişler!”yanlış cümle kurmamak için kırk kez düşünüp cevap verdim, alnındaki çizgiler ay ışığında parladı, geri geri gelip karşıma oturdu, dürbünü boynuna astı, şimdi ikimizde ateşin başında oturuyorduk. Yalımlar; yüzünde, alnındaki çizgilerde dolaşıp şakağında durdu, uzun burnu, çopur yüzü, rüzgârda kıpırdayan alevlerle açılıp kapandı, dizlerine çektiği yün çorapları, kafasında kalpağıyla çobanı andıran bu gizemli adamı izlemeye başladım.
“Yabancı?” dedi adam, kurduğum cümlenin tek kelimesini soruya dönüştürerek. ”Kimse yabancı değildir!”
“Ben, sizi odamın penceresinden gördüm!” dedim, “buraya yürüdüğünüzü görünce… Canım çok sıkılmış… Çay içiyor…”
Adam, etrafa baktı, burnunu yukarı kaldırıp havayı kokladı.
“Şu keklik olan balkon mu senin evin?”dedi.
Tepeden tırnağa buz kestim, balkonumuzda bir keklik vardı evet, ama benim oradan baktığımı nereden bilebilirdi! Ateşe bakarak soruyu geçiştirdim.
“Şey yani,” dedim, kekeleyerek, “Ramo sizi buraya koymadı ya, yanımıza gelmesi an meselesi, kulübeye oldukça yakınız!”
“Yakın mıyız?”
Adam ayağa kalktı, atın yanına vardı, sağrısından süzülen; örgülü, işlemeli heybeden, iki bardak, azıcık da şeker çıkardı, ay ışığından bir pelerin uçuşuyordu arkasında, ıslık çaldı, bir gürültü oldu, nal sesleri duyuldu, saniyeler sonra, beş altı at yanımızda belirdi, lüküsün fitilini döndürdü, gölgesi büyüdü, avucunda tuttuğu şekerleri siyah ata uzattı, atlar soluk soluğaydı, lekeli burunlarına, gözlerine baktım.“Ramo,”dedi, “sadece küçük bir ayrıntı, çayını nasıl içersin!”
“Ben az önce içtim, teşekkürler!” dedim, sesim panikle çocuk gibi çıkmıştı.
“Ama bu çay başka çay!” dedi adam, gözlerini kısarak, sana iyi gelecek, dağlardan topladım.
“……..”
Adam çayı döktü, bardağa dolan ses geceyi böldü, o konuştukça bütün sesler durulup anlamını buldu, ışıklar bir bir söndü, Ramo uykuya çekildi, atlar uyudu, köpek ateşin yanına kıvrıldı.
“Bu atlar benim, nasıl, güzeller değil mi? Hepsini ayrı ayrı severim, aylarca onları ararım, dağ bayır demem dolaşırım, eve dönme zamanı gelince de hep bu yolu kullanırım, bu gece nedense atlar burada kalmak istedi! Ben hep onları dinlerim, haklılarmış!” dedi gülümseyerek, çayı uzattı, bardağın sıcak yüzeyini kavradım, oldukça tedirgindim, yine de gülümsedim, dudaklarım hiç bu kadar özgür olmamıştı, uzun zamandır tebessüm etmemiştim, içimde, derinlerde endişe büyüyordu, karşı konulmaz istekle olacakları görmek istiyordum. Yudum yudum içtim çayı, ovalar, kırlar, şehirler, sevdiğim, hasret duyduğum ne varsa içime çektim, alevler rüzgârda alçalıp yükseldi, sonra sustuk, gecenin sesini dinledik, alevlerin yalımlarında uzun, bitmek bilmez bir susku oldu, ateş sönmek üzereydi, adam gözlerime baktı…
“Ben,” dedi, “birazdan kaybolacağım, ateş kaybolacak, ışık inine çekilecek, sen de vakti zamanı geldiğinde kaybolacaksın, bana silah doğrultan adamı gördüğünde kafanda belirdim, buradan ayrılıp gidince düşeceğim aklına, seninle oturduğumuza kimse inanmayacak, atlardan birini alacaksın, bazı geceler dört nala süreceksin bu uçsuz bucaksız ovada, dağların arasından hızla geçip gideceksin, bir ışık bulacaksın patikada, o ışık benim, o ışıkta belirip kaybolacak suretim….”
edebiyathaber.net (29 Eylül 2022)