Tarladan henüz getirilmiş yemyeşil ıspanakların kokusunu doya doya içime çektim. Az sonra taneleri eşsiz birer hazine gibi etrafa saçılacak kocaman, kıpkırmızı narların, sapsarı kütür kütür ayvaların, kahverengi sert kabuklarından henüz ayrılmış taptaze cevizlerin birlikte oluşturduğu doyumsuz manzarayı zihnime nakşettim. Gökyüzünde süzülüp engin denizin üzerinden yüce dağlara, uçsuz bucaksız ovalara, uğultulu bozkırlara, coşkulu nehirlere doğru yol alan bir kuş gibi doğup büyüdüğüm kente gittim. Lezzetlerinin ayırdına daha küçük bir çocukken vardığım o muhteşem yemeklerin; o kalabalık, o rengârenk, o unutulmaz sofraların kentine.
Annem, narlı, ayvalı, cevizli ıspanak salatasını yapmaya başladığında yaz bitmiş; güneşin ışıklarını üzerimize giyindiğimiz bahçe sefalarının sonu gelmiş demekti. Şimdi eve kapanma, gün boyunca mutfaktan ayrılmayan annemin sonsuz bir tevazuyla önümüze koyduğu her biri birbirinden leziz yemeklerin keyfine varma; rüzgârın savurduğu sarı kırmızı yaprakları, birbiri ardından çakan şimşeklerin eşlik ettiği yağmuru ve lapa lapa yağan karı buğulu pencerelerin ardından seyretme; sobanın başından hiç kalkmadan ördükleri battaniyeler bir türlü bitmeyen yaşlıların uzun kış gecelerinde hep yeniden ama değiştire değiştire anlattıkları hikâyeleri dinleme vaktiydi. Ne kadar hikâye varsa içinde yemyeşil ve uçsuz bucaksız bir orman, yemyeşil ve uçsuz bucaksız bir vadi, yemyeşil ve uçsuz bucaksız bir ova vardı; annemin mutfak tezgâhının üzerinde yıkayıp durduğu ıspanaklar gibi yemyeşil; sokağa açılan pencerelerin önlerindeki teneke saksılar gibi yemyeşil; kışın kasvetli havasına teslim olup kısa uykular uyumak isteyenlerin büzülerek yattıkları küçük divanda duran yastıklar gibi yemyeşil. Annemin evin çeşitli odalarına yerleştirdiği ve itinayla baktığı çiçekler de göz önüne alınırsa evimize yeşil renk egemendi; belki de annem önce ilkbahar ardından da yaz yüzünü gösterene kadar bahçeyi unutmayalım diye yeşili içeriye taşımış; aralara da başka renkler serpiştirmişti.
Ispanakları üçer beşer doğradım. Narları ikiye, ayvaları dörde böldüm. Cevizleri elimle küçük parçalara ayırdım. Narlı, ayvalı, cevizli ıspanak salatasının kentinden; çocukluk vaktimin o kalabalık, o rengârenk, o unutulmaz sofralarından çok uzaktaydım. Daracık bir apartman dairesine gömülerek ve acıtıcı bir yabancı kılınmışlığın içinde yaşadığım bu sıkışık, hızlı, kirli kente taşınalı uzun yıllar olmuştu. Takvimler bir kez daha kış mevsiminin başladığını söylüyordu ama bu kentte güneş hiçbir zaman gökyüzünden inmiyordu. Kar asla yağmıyordu; sobalar yanmıyordu; pencereler buğulanmıyordu; ördükleri battaniyeler bir türlü bitmeyen yaşlılar hep yeniden ama değiştire değiştire hikâyeler anlatmıyorlardı.
Annemin narlı, ayvalı, cevizli ıspanak salatasını yaparsam doğup büyüdüğüm kent ötelerde durmayacaktı. O kentin de konup geçtiğim başka kentlerin de sokakları sağır dilsiz olmayacak; kapıları birer birer kapanmayacak; bahçelerindeki havuzlar susuz kalmayacaktı. Yemyeşil evin yemyeşil bahçesi kuruyunca, mutfağından leziz yemek kokuları gelmez olunca, sokağa açılan pencerelerin önündeki teneke saksılar ile küçük divandaki yastıkların rengi solunca kimsesiz kalmış bir sokak köpeği soğuk bir kış gecesi donmayacaktı. Bir ömür boyunca karanlık bir sokakta buzun üzerinde yalın ayak koşmayacaktım; karanlık bir sokakta buzun üzerinde yalın ayak bir ömür boyunca.
edebiyathaber.net (4 Mayıs 2021)