“Aa, Şaplak Gülcan, n’aber kız?”
Aysel. Oynak Aysel. Hiçbir karşılaşmamızı boş geçmeyen, her fırsatta şaplağı alnımın ortasına yapıştıran Aysel. Hele yanında erkek cinsinden biri olmaya görsün. “Şekerim bak, seni tanıştırayım, bu Gülcan, Şaplak Gülcan!” diye sırıtık ağzından dökülüşü yok mu, ifrit eder insanı. Yanındaki sormaya fırsat bulamadan, “Ay, bak çok komik. Biz buna niye Şaplak diyoruz, dinle bak…” diye devam edişi. Eziyeti hemen bitmesin diye, işkencesini, ince bir işçilikle ilmek ilmek ören bir gardiyan misali, yavaş yavaş, ballandıra ballandıra, erkeğini güldürmekten zevke ulaştırarak anlatışı.Çocukluğumun o vıcık vıcık gününü hiç unutturmayışı.
Annemin, beni, kuaför Leman ablanın yanına verdiği yazdı.“Leman, al bunu, ne iş olursa görsün, farketmez, yeter ki şu sokaktan çekilsin biraz” demişti. Leman, “Tabii Nurcan abla, gelsin, hem benim de ihtiyacım var” ayağına beni, sabahları kör karanlıkta dükkâna çağırır olmuştu. İhtiyacı olsa yine iyi, elinin altında benden belki bir altı, yeditane daha vardı haspanın. Memelerim yeni sivrilmiş, yüzüm hala kaşık kadardı. Aklım oyun peşinde, dükkândan kaçıp, mahalledeki kızlara meydan okumak için fırsat kollardım. Herkesten üstün olduğum bir tek oyunda pek tabii iddialıydım. Kimse elime su dökemezdi ‘Beştaş’ta. Kızlar, ‘sen hep iyi taşları seçiyorsun, hile yapıyorsun’ derlerse, ‘getirin lan istediğiniz taşı, getirin de görün gününüzü’ derdim. Oynak Aysel, kenardan bizi izleyen çocuklara göz süzer, en iri, en yamuk taşları seçer seçer atardı önüme. Nafile. Taşı havaya attığımda, benim için ne Aysel kalırdı, ne bizi dikizleyen çocuklar. Sokağın köşesine sinmiş Şaşı Necati’yi bile unuturdum. Bir atardım, taş daha kafamın tepesinden yükselmeden, yerdeki yamuklular avcumun içinde, hey yavrum, hey! Ne pis batardı o keskin kenarları da, zafer sarhoşluğundan onu bile duymazdım.
Beklediğim fırsat, bir sabah Leman ablanın dükkanı bana bırakmasıyla ayağıma geldi. “Gülcan, ben bi’ gidip gelcem, sen dükkana göz kulak ol, emi?” Sevinç çığlığı atarcasına “Aa, sen rahatına bak Leman abla, ben burdayım” demiş, sonra, kıçımdan hayali bir çimdik yemiş gibi sıçramıştım ki, ben olsam bu ayarı bozukluktanepey şüphelenirdim. Gerçi, “Aa, deli mi ne, kızım ne zıplıyosun?” diye bir kıvılcım çakmıştı gözünde de, acelesi vardı demek, üstünde durmadı hiç.Leman abla, eşiği daha yeni aşmışken, arkamdan mahallenin kuduz köpeği kovalıyormuşçasına fırladım sokağa. Üstlerine yapışmış eteklikleriyle yellenen, azıcık serin olur diye aşağı apartmanın gölge kıyısını tutmuş kızların yanında aldım soluğu. “Var mısınız” dedim, “Beştaşa?” “Ama bu sefer öyle üçe beşe değil, elliliğine!”Dükkandan önceki gün aşırdığım ellilik cebimde, cakam yerinde, keyfime diyecek yoktu doğrusu. “Hadi ordan,…” diye yeltendiği mızıklanmasını bitiremeden, mahalleye yeni taşınan fiyakalının izlediğini gören Aysel,yemliğe ilk düşen oldu.
Eteklerimizi sıyırıp, bağdaşımızı kurduk, kırk yıllık oyunbaz edasıyla koyduk taşları önümüze. Hafiften esen meltem, başka bir zamanda ve başka bir dünyada belki ferahlatabilirdi bizi. Oysa o an, yalnızca, Aysel ile aramızda görünür biçimde çakan şimşekleri harlıyordu.Alnımızdan, koltukaltımızdan ve başka yerlerimizden damlamaya niyetli terler dahi durakalmıştı sanki. Bırakmayı baştan yenilgi sayacağımız nefeslerimizi saymıyorum bile. Kızların bir kısmı Aysel’in arkasında, bir kısmı benim arkamda saf tutmuştu. Benim taraftarlarım, sayıca görünür biçimde fazlaydı. Oğlanlar hariç. Erkeklerin hemen hepsi Aysel’e meyletmişti. Şaşı Necati bile. Çocukların ellerinde paralar değiş tokuştaydı. Şuraya bi’ beşlik, benden de bi’ onluk. Bahisleri alalım beyler!
Arenada güreşe hazır, mağrur ve yenilmez bir güreşçiydim. Aysel, meydanın boğası. Ben, özgürlüğü için savaşan, efsanesi gladyatör nesilleri boyunca anlatılacak, kılıç ustasıydım. Aysel, benim savaştığım vahşi mi vahşi yaratık. O vakitler ne arena bilirdim, ne gladyatör. Ne var ki, her durumda Aysel, dövüştüğüm, iğrendiğim hayvandı.
Belli ki, bir vazifemiz de çevremizde toplaşanları, arenayı daha iyi görebilmek için itişip kakışanları eğlendirmekti. Tezahüratlar açıktan yükselmeye başlamıştı.Her bir sözcükle coşuyorken ben, gözüm sadece ortadaki taşları seçiyor, kulaklarım sırf beni yüceltenleri işitiyordu. İşin ucunda cebe yüzlüğü indirmek, ama asıl Aysel’i yere sermek vardı. Az buz bir ödül değil hani. Bundan böyle bana Şanlı Gülcan diyeceklerdi. Nam-ı diğer Beştaş Ustası. Aysel’in ifadesini alan var ya hani, işte o kız, Gülcan!
Zaferimi çoktan ilan etmiş vaziyette, elimdeki taşı havaya fırlattığım sıra, tam hedefini, yani kırılasıca ellerimi, bulan annemin terliği tezahüratların ortasında peydahlandı. Daha ne olduğunu koparılasıca kafam alamadan, kalabalığın içinden tiz bir ses yükseldi. “Aha, vallaha şaplak geliyo! Osmanlı tokadı mübarek!” Necati’nin sesi. Şaşı olanın. Cart diye ayrılasıca bacaklarım, suratımda patlayan okkalı tokadın sarsıntısıyla havaya dikildi. Bittabi eteklerim de. Donumu bile toparlayamadan annemin peşi sıra eve sürüklendim.“Lemaaan, buna günah bile emanet edilmez Lemaan! Allah belanı versin Gülcan, Allah seni ne etsin, ben ne deyim. Bi’ hırsızlığın, bi’ kumarbazlığın eksikti. Bi’ serseriliğin kalmıştı başımıza! Tü, kırılasıca ellerini kesmez miyim? O kafanı koparmaz mı akşam baban! Bacaklarını caart diye ayırmaz mıyım ben senin, ha, yırtmaz mıyım ağzını? Ulan ben senin, ben senin….” Bilumum işkence hevesleri. Annemin tehditlerini bastıran, kayışı çoktan koparmış çocukların kahkahaları oldu. “Şaplak Gülcan, şap Gülcan, Şaplak Gülcan!” Necati’ydi bu. Şaşı Necati. Bir amigo gibi kalabalığı coşturan, curcunayı sürekli kılansa Aysel. Oynak Aysel. On beş yıldır üstüme yapışıp kalan şaplağın beni terk etmesine izin vermeyen, beni bir türlü terk etmeyen Aysel.
Bunca yıldır Aysel’den alacağım intikamın hayalini kurdum. Bir kere daha bana ‘Şaplak’ derse, tek bir kişiye daha bu yere batasıca hikayeyi yumurtlarsa, ona neler yapacağımı düşünüp durdum. Nice fırsatlar da yakaladım. Yazık ki, her seferinde elimden kurtuldu. Bundan üç sene önceydi. Yanında o zamanki yeni sevgilisi, dolmuş durağında rastlaştık. Yapış yapış kalabalığın içinde,megafonlu sesiyle, tüm olanları, olmamışlarıyla birlikte anlattı. Eksiği olmaz zaten hiçbir anlatışının, hep fazlası. Cillop sevgilisine Aysel’in kırdığısayısız cevizleri anlatmama ramak kalmıştı ki, sezdi mi ne, apar topar topukladı.Sonra, geçen sene, mekân sosyete pazarı, meydanda Aysel ile annesi, bir de ben. Bu seferelime düştüderken, annesi olacak kadıncağız yeni geçirdiği kalp ameliyatından dertlenince, insanlığım tuttu, Aysel kurtuldu.
Şimdi karşımda, bir başına. Hala sırıtık, hala yılışık. Hemen yanıbaşımızdaki denize dökebilirim onu. Pek iyi yüzemez Aysel, hele o çivi gibi topuklularla. Ağzıma geleni sayabilir, güzelliğini süzen şu kahvedeki heriflerin önünde beş paralık edebilirim. Saçına yapıştım mı, yapmacık peruğu düşer. Yalancı maskesi de, donuk lensleri de. Boyaları da akar hem, dımdızlak kalır. Sütun gibi bacakları çarpılmaz ama, ona başka çare bulmalı. O incecik belini kırsam,çıt diye. Elimde kalır mı? Kalır.
Ne kadar zaman karşılıklı dikildik, bilmiyorum. Aysel’in, herhangi bir anlamdan yoksun, baygın gözlerine bakılacak olursa, uzatmalı bir müddetti. Karşımda, sorusuna alık alık cevap bekleyen Aysel duruyordu ve ben, kadının bön balık misali suratına verilebilecek, gelmiş geçmiş en yakışıklı cevabı verdim.Evet, en yakışıklı cevap!
Yüzümde beliren, tek tarafı sol kulağıma varan yandan çarklı gülümsememle,“İyi” dedim, “Senden n’aber?”
Funda Mengilli kimdir?
1984 yılında Ankara’da doğdu, halen Ankara’da yaşıyor. ODTÜ’den mezun olduğu 2007 yılından beri şehir plancısıdır. Öykü ve çocuk hikayeleri okumaktan, yazmaktan, hemen her şeyi çizmekten oldum olası keyif alır.