Açılmakta direnen gözlerimi hafifçe aralıyorum. Gördüklerim ne kadar yabancı. Hızla açılıyor gözlerim. Yerimde doğruluyorum. Neredeyim ben? Bir adam, dolabın önünde üstünü giyiniyor. Garip, hiç korku hissetmiyorum.
“Günaydın, doğum günü kızı.” diyor. Ardından dudaklarıma bir buse konduruyor. “Kırk yaşında olmak nasılmış Ayla Hanım?”
Aslında bağırmam, “Sen de kimsin? Burası neresi? Neden buradayım?” demem gerekir. Diyemiyorum. Çünkü her şey yabancı olduğu kadar tanıdık da geliyor. Beynimde yerinden çıkmış bir bilye, jet hızında dönüp duruyor. Tam olması gereken yerden geçerken onu yakalamam lazım. Çok hızlı…
“Hayatım iyi misin? Dün akşama takıldın değil mi? Söylemeyeyim diyorum ama hiç hoş değildi, baban o garip aksanıyla hiç susmadı, saçma sapan şeylerden bahsedip insanların canını sıktı.” Yüzüme dikkatli bakarsa benim konuştuğu kişi olmadığımı anlayacak ama bakmıyor, kravatını bağlarken konuşmaya devam ediyor. “Ya o ağzıyla içemeyen, güvenlik görevlisi kardeşine ne demeli? Çok utandım. Hiç itiraz etme, sen de rahatsızdın durumdan.” Kaçmalı mıyım? Vücudum kaskatı. “Yıllardır söylüyorum, aileni bizim çevremizle bir araya getirme ama dinleyen kim? Ya sana ne demeli?” Esmer, uzun boylu, yakışıklı bir adam, “Hâlinden memnun değil misin yani? Yıllar önce işini bırakmasaymışsın şimdi nerelerde olurmuşsun. İşini bırak diye seni zorlayan mı oldu? Senin kararındı.” Bir karar vermeliydim. Düşünemiyordum. Yerinden çıkmış bilyeyi yakalamam gerekiyordu. “Ayrıca o kadınlara söylenecek şey mi o? Sana, ‘Begüm,’ demişim. Yahu Begüm benim asistanım, sabahtan akşama kadar kızla birlikteyiz. Bir kere Begüm dedim diye kıyameti kopardın zaten…” Aniden susup bana bakıyor. Benim, ben olmadığımı anladı galiba. “Hayatım, tam burada atılman ve ‘Bir defa mı!’ diye bağırman lazımdı.” Gözlerini kocaman kocaman açmış bana doğru yürüyor. “Neyin var? Hasta mısın yoksa?” Ne yapacağımı bilmiyorum, ne söyleyeceğimi. Yorgana sarınıyorum. Çok yaklaşmıyor neyse ki. “Akşam şarabı fazla kaçırdın sanırım. Neyse defalarca da özür diledim zaten. Böyle bir şeyi dillendirmen doğru değil ama. Allah’tan, ‘Yataktayken dedi,’ demedin de…” Susuyor adam, bana bakıyor yeniden. Benim bir yabancı olduğumu anladı. “Ayla? İyi misin? Çok garip bakıyorsun.” Eğiliyor ve gözlerimin içine bakıyor. Kol düğmelerini iliklerken doğruluyor. “Neyse, artık olan oldu, kızmayacağım sana. Ben kahvaltıya iniyorum. Madem uyandın çocuklara bak da servisi kaçırmasınlar yine.”
Bilye hâlâ dönüyor. Yatağın yanında duran ipek sabahlığı sırtıma geçirip adamın arkasından giderken gözüm aynadaki yansımama takılıyor. Sarışınmışım, şaşırmıyorum. Cildim parlak ve gergin. Gözaltlarımda akşamdan kalma makyaj kalıntıları var. Aynaya gömüldükçe kendime de yabancılaşıyorum. Bu korku beni aynadan uzaklaştırıyor. Koridordaki seslere doğru yürüyorum. Tatlı bir oğlan, “Anne!” diye atılıyor kucağıma, öpüyor beni, itiraz etmiyorum. Ben de sarılıyorum ona. Suratsız genç bir kız günaydın demeden bugün için yapmam gerekenleri sıralıyor.
“Anne, konuştuklarımızı unutma, o hocanın ağzının payını ver. Görüşme saat tam ikide, geç kalma sakın. Ayrıca bugün beni okuldan sen al. Birlikte alışverişe gideriz. Almam gereken bir sürü şey var.”
Şaşkınım, hiçbir şey söyleyemiyorum. Mutfağa yaklaştığımda burun direğimi yalayan, tanıdık kokuyla birlikte bilye girmesi gereken deliğin çemberinde birkaç tur atıyor, tam deliğe girdi, girecek derken yeniden vınlıyor. Mutfak tezgâhına yaslanıp izliyorum, özenle hazırlanmış masaya oturmadan ayaküstü atıştırıyor hepsi. Dışarıdan gelen korna sesiyle, çantalarını sırtlanan çocuklar koşturarak yanımdan geçiyor. “Görüşürüz anne.” diyor oğlan, dudaklarını uzatarak, öpmesi için eğiliyorum. Ardından sandalyenin sırtına astığı ceketini eline alan adam da dudağıma bir buse kondurarak çıkıyor mutfaktan. İpek bir sabahlıkla yabancısı olduğum bir evin mutfağında kala kalıyorum. Allah’tan yalnız değilim, etrafımda her şeye koşturan bir kadın var. Onun sayesinde ne yapacağımı düşünmeme gerek kalmıyor.
“Ayla Hanım biraz garip görünüyorsunuz. Hasta mısınız yoksa? Bu sabah yürüyüşe çıkmayacak mısınız? Dün istediğiniz kıyafetleri yatağınızın üstüne bıraktım. Siz giyinirken ben de içeceğinizi hazırlarım. Gelirken tazecik ıspanak aldım, onu da ilave edeceğim.”
Bilye hâlâ dönüyor. İtiraz etmiyorum. Giyinip, kadının elime tutuşturduğu garip, şeffaf matarayı da alarak dışarı çıkıyorum. Nereye gideceğimi bilmeden yalnızca yürüyorum. Benim gibi spor giysiler giyinmiş başka insanlar var sokakta, nereye gideceğini bilen, emin insanlar. Bazıları bana “Günaydın!” diyor. Takip ediyorum onları, bir koruya geliyorum. Ne çok insan var. Tanımıyorum hiçbirini. Kimisi koşuyor, kimisi yürüyor. Ben? Ben koşmalı mıyım, yürümeli miyim? Belki de “Yardım edin!” diye bağırmalıyım.
Bilye hâlâ dönüyor. Ben yürüyorum. Birbirleriyle konuşup gülüşen insanların yüzüne dikkatle bakıyorum. İşte şu kadını tanıyorum! Ünlü biri o. Televizyonda kadın programı yapıyor. Adı neydi? Zerrin!
“Zerrin Hanım! Zerrin Hanım, durun lütfen beni bekleyin.”
Heyecanla yetişiyorum Zerrin Hanım’a.
“Günaydın!” diyor.
“Günaydın. Sizi tanıyorum.”
“Elbette tanıyorsunuz. Biz aynı sitede oturuyoruz ya.”
“Yok, öyle değil. Ben, sabahtan beri gördüğüm insanların içinde yalnızca sizi tanıyorum. Öyle bakmayın, garip olduğunu biliyorum ama ne bana karıcım diyen adamı, ne de anne diyen çocukları tanıyorum. Hizmetçi olduğunu düşündüğüm bir kadın elime bu içeceği tutuşturup yürüyüşe gönderdi beni. Hatırlamıyorum. Kimim ben? Neden itiraz edemiyorum? Neden, ’Siz de kimsiniz?’ diyemiyorum? Neden bağırmıyorum?”
Zerrin Hanım’ın alaylı bakışları heyecanımı kırıyor. “Bana inanmıyorsunuz. Peki, koşmalı mıyım? Bu iğrenç görünümlü içeceği ne zaman içmeliyim? Koşarken ya da yürürken mi, yoksa her şeyin sonunda mı?”
Bilgiç bir şekilde gülümsüyor Zerrin Hanım, “Sizi anlıyorum. Herkes zaman zaman yaşar bunu. Görmek ve bakmak farklı şeylerdir. Hep gözünüzün önünde olan bir nesne, hatta her gün defalarca elinize alıp kullandığınız bir şey, bir an çok yabancı gelir. Şaşırırsınız ama bilirsiniz o hep buradaydı ve sizindi, sadece siz onu görmüyordunuz, bakıp geçiyordunuz. Sizin yaşadığınız da buna benzer bir şey olabilir.”
“Bu kadar basit diyorsunuz, bir sabah uyandım ve görmeye mi başladım?”
“Bakın, benim programa yetişmem gerekiyor. Bugün dört çocuğunu sefalet içinde geride bırakıp kayıplara karışan bir kadını arayacağız, çocuklardan biri daha iki yaşında. Belki o kadın da bir sabah sizin gibi uyandı. O yüzden küçücük çocuklarını bu kadar kolay terk etti. Tabii sefalet kolay terk ediliyor. Sizinki gibi bir hayatı terk etmek cesaret gerektirir. O kadar cesur musunuz? Değilseniz onların dediklerini yapmaya devam edin. Zamanla beyninizdeki boşluklar siz farkına bile varmadan dolacaktır. Gitmeliyim. Ha! O elinizdekini mutlaka için. Bir kısmını da yüzünüze sürün cildinizi yeniler.”
Bilye son hızla dönmeye devam ediyor. Zerrin Hanım, yanımdan koşarak uzaklaşıyor. Ben bilyeyi yakalamaya çalışırken, henüz hafızası yerinde olan bacaklarım beni çıktığım evin önüne getiriyor. Durup bakıyorum eve, çok güzel görünüyor, büyük ve bakımlı bir de bahçesi var. Açık kalmış garaj kapısından görünen lüks aracın plakasını okuyorum, “AYL”.
Cesur muyum? Elimdeki içeceğin kapağını açıp içiyorum. Yok, hepsini içmedim, dibinde kalanını eve girdiğimde yüzüme süreceğim. Sonra da bir güzel uyuyacağım.
edebiyathaber.net (8 Aralık 2022)