Öykü: İzleyin bakalım bu nece bir âlem | Uğraş Abanoz

Ocak 4, 2025

Öykü: İzleyin bakalım bu nece bir âlem | Uğraş Abanoz

Bakır kâseden su içti Gölgeci, çenesinde damlalar, ahşap masada ayna, mum alevi karanlığı açtı kendince, martı sesleri, uğultular, dağda gümbürdeyen bulutlar yıldırım taşıdı, gün boyu yağdı, gün boyu şakırdadı oluk. Bardağı masaya bıraktı, tam düşecekken yerini buldu nesne, yürüdü, ateşe odun lazımdı, attı, kalbe ritim lazımdı, çaldı, çay demledi, yüz bininci kez tekrarladı aynı sözleri, çevirdi kafasında. Bu bir âlemdir a dostlar, yalnız kalanlar, yalnızlıktan sıkılanlar bilir, ben güzel dünyalar kurarım, dünyamdan taşanlar sizin içinizdedir, aldım gölgeyi güneşten, koydum şu perdenin içine, her surette, gördüğünüz her nesnede sizden bir an vardır, deyin bakalım bana bre böbürlenen ey ölümlü mahluklar, sizden evvel yaşayanlar bilmez miydi fani dünya gelip geçicidir. Şimdi gözleriniz, bir tutam mutlulukla kalbiniz parıldasın isterseniz, iyi bakın gölgeye.

Elini ateşe uzattı, duvarda kuşlar, kafasından geçenlere üç yeni kelime ekledi, fani, suret,   parıltı… Avluya biriken pus, ağacı yedi kat sardı, bu pusun içinde türlü gizemler, sihirler, çeşit çeşit hikâyeler vardı. Gölgeci, durumlardan kıssa çıkarmakta maharetliydi, etrafına bakındı, evi zapt eden rüzgârı dinledi. Çok sürmez, diye düşündü, daha beterini görmüştü. Minare boyu dalgalar, kılıç bileyen pehlivanlar, yelkenliler, okyanus aşırı ülkelerde devler, eftelyalar, tek gözlü canavarlar ve belalı congolos… Masaya döndü, sopanın ucundan derileri çıkarıp hünerle tütün sardı, köşedeki sandıktan kadife keseyi aldı. Duman tüttüre tüttüre iskemleye çöktü, kulağı seste, ses hep onun içinde, keseyi açtı, tırnakları kumaşa değince oyunu düşündü, belki de kellesini alacaktı bu düş. “Böyle istek geri çevrilir mi,” dedi, “ölümsüzlüğe ramak kalmışken! Bende o yürek var! Tarihten silinmeyi kim ister,” gözleri ışıdı, “her gölgeci böyle bir ünü, böyle bir sahneyi bekler, ölümsüzlük kime nasip olmuş, görülmüş şey midir, reddetmek olmaz, ölse insan şanı yürür, çağlarca konuşulur, kelle pahasına nam! Ya olmazsa, ya benzemezse!” para pul değildi istediği, dilden dile yayılsındı meseli. Çalışmak gerek, diye düşündü, tez elden çalışmak. “Tüm dünyaya yetecek ihtişam için bu fırtınalı gece biçilmiş kaftan.” Cigara bitince keseden aldığı derileri okşadı, o güzel kadını; elmacık kemikleri çıkık, ince beli dal, saçı bal, bit burunlu, kara gözleri hülyalı kadını düşündü, canlandırıp oturttu karşısına. Tam dalmışken avlu tıngırdadı, o olmadığını bile bile bağırdı, “Sen mi geldin Gece!” daha kulak kesildi, pürdikkat döndü ateşe, kadının yüzünü hayal etti, gelen congolostu, onu tasarısından uzak tutmak için çırpınan, aklını toplamasına engel olan belalısı, “İnsan aldanır,” dedi, “aldanır.”cümle ötüşten arınıp kralın karısını düşledi. “Bu ne güzelliktir yarabbi, onu unutamayışına şaşmamalı, destur Gölgeci,”diye ünledi,“destur bre zındık, senin derdün nedür, edebinle çalış, çabuk yont şu güzel başı, oy şu gövdeyi!” çayını yudumladı, zaman aktı tıngır mıngır, rüzgâr esti şangır şungur, davulun tokmağı elinde, dum ba da dum dum… Ey güzel, kocan seni görmek ister, dum ba da dum dum, ey güzel, kocan seni bulmak ister… Davul öttükçe söze geldi ruhlar, odanın içine doluştu cinler, cinler ayan oldu. Gölgeci, onlardan yardım diledi, külahlı, kısa ceketliydi biri, “Sana yardım ederim amma beni yanınan alırsan!” dedi. “Olmaz!” diye çıkıştı Gölgeci. “Seni yanıma alırsam insanlar korkar, onlar korkarsa perdeye kim bakar?” Cinin tepesi buharlandı.“Çekil hele şuradan mendebur, bilmez misin biz istersek ayan oluruz. Perdede kalırım, çok sevdiğin Gece olurum, boşa seslenip durursun, onu aldık senden!” Gölgeci, davulu kenara fırlattı, perdeyi devirdi, ellerini kaldırıp duaya başladı, cinler kaçıştı. Kafasını masaya dayayıp hışladı, derken, uzaklardan başkaca davul gümbürtüleri duyuldu, bu, sarayın tellalı Kel Hasan’dı, bakalım ne dedi.

Duyduk duymaduk demeyün, mübarek cuma günü, kralımız, bir eğlence tertüb edecektür, bu eğlenceye herkesler davetlüdür. Kralımız, eğer zevceleri Ayperi Hatun’u perdede görürise şenlük şerbet vardür, gelenlere altından takular, paralar, misk-i amber kokular ve de bolca et verilecektür…

Gölgeci boynuna dokundu, kan koktu, perdeyi kurdu, yonttuğu tasviri sopanın ucuna taktı,    davulu eline alıp gergin deriye vurdu, üçüncüde çıktı külahlı, “Ben sana demedim mi,” dedi, “ne kovarsın beni e akılsız Gölgeci, bana muhtaçsın işte, niyetin ölmek mi, gülmek mi, kelle önemlidür!” Gölgeci, hışımla koştu, “haydi geç yerine Ayperi olmuş mu bakalım! Sen Gece ol, izle!” cin, başı önde, “hay hay!” dedi, külahı düştü yere, hapşurunca kalbi çıkıp döndü geri, postu kuşanıp perdeye geçti. Gölgeci, mumu yaktı, zille birlikte eski konağın önünde belirdi Ayperi, saçını taradı. Gece, orada havlayan köpekti, eğilip okşadı… Gölgeci, işleri yoluna koymanın güveniyle başladı maniye. İyi bakın gölgeye, gölge sizden daha evvel de vardı, ulu ve ırak bir dünyaydı âlem, ses doldu perdeye, ses, göz doldu perdeye göz oldu… Bakıştan gayrısını bilmez şu gönül düştü ateşe.. İmdiii! Davullar çalınca, hayvan haşarat dile gelip çığlık atınca başlar perdede âlem, izleyin bakalım bu nece bir âlem!

Gözleri fıldır fıldır çıktı perdeden cin, “Sen ne yaptın a uslanmaz, a akıllanmaz adam, böyle   güzel hatunu bırakmak ister mi kral, bundan sonrası tufan, bundan sonrası perişanlık, sarayda kaldın bil kurtuluşun yok, beğense dert, ki beğenecek, hep görmek isterse başka dert, beğenmezse… Gölgeci, sen öldün ağlayanın yok, beni bilirsin ben ağlamam! Ha ha ha hapşu!” Gölgeci efkârlandı, saray kuklası olduğunu hayal etti bi an, kralı eğlendiren cambaz, hokkabaz…  Hiç mennun olmayan obur bir kral dikildi tepesine, sivri sakalını tuta tuta emirler verdi, kelle aldı… Canı sıkıldı, ilk kasvette sızdı kapıdan congolos. Duvarda leke, alev titrek, perde kapalı, cin apar topar kaçtı. Gölgeci’nin boğazına yapıştı kara bir el, ter içinde debelendiler, döşeme çatırdadı, kara bir el, rüzgâr kapıya abandı, ateş sönmek üzereydi, kara bir el, saatler sürdü dalaş. Gölgeci sonunda kapıya ulaştı, eşiğe adım atınca congolos içeride kaldı, odun alıp döndü, ateşi harladı, lüksü yaktı, ev günce ışıdı, congolos yitti. Sıcağın harına, yorgunluğun aczine dayanamadı Gölgeci, denemedi ne oyun, ne perde, ne ışık, ne sopa… Davul elsiz kolsuz yığıldı masaya, rüyaya daldı, tatlı bir rüyaydı ki bu, çağlar sürdü, kendi geleneğinde akan, kabaran, nesillerce taşan mesellere kapıldı. Çavlanda yüzdü, Ayperi’den daha güzel hatun oldu kuklalar, sabaha değin sürdü, gün ışıdığında kalktı, anda kendini sarayda, tellalın anlattığı gecede buldu, belki siz hâlâ rüyadır diye düşünüyorsunuz, hani rüyanın devam ettiğini anlatan mesellerden biridir bu, diye umuyorsunuz, yok, öyle değil, öylesi değil.

Saray böyle kalabalığı daha önce görmemişti, iğne ucu kadar yer vardı, oraya da Gölgeci sığıştı, libasında yağmur, ona yemek verdiler, yedi, şarap sundular, içti, hazırlanması için iki yardakçı diktiler yanına, cin ortalarda yoktu, davula baktı, “Vurunca gelir,” dedi, perdeyi kurdu, sopaları çıkarıp keseyi açtı, ilk gösteri Ayperi’siz başladı, kahkahalar, mavi benizli bebek avazeleri şıppadanak kesildi, havada iki bıçak dolandı da sanki nefesleri kesti. Duvarda biriken buhar şıp, dedi damladı. Duydu Gölgeci üç sıra arkadaki kadının karnından gelen tekmeyi. Yutkundu, “Çocuk erkek, on sekizinci zemheride kralın canını alır!” dedi, kızdı kendine,“densiz, münasebetsiz, otur oturduğun yerde!” ayaklanıp etrafa bakındı, kralın selamlığa teşrif ettiğini duyurdu askerler. Çok haşmetli, yedi düvel hâkimi ve de kudretlisi... Maniyi okudu, ilk oyun alkış aldı, ikinci oyun için tokmağı kaldırdı, vuracakken, durdu, izleyecilerin arasında tısladı congolos… Gölgeci, indirdi tokmağı, cin geldi, daldı perdeye. Gece havladı, havvvvv! Ayperi konaktan çıkıp başını okşadı. Gölgeci arkasındaydı. “Kendi tasvirini ne ara oydun bre densiz Gölgeci!” dedi cin. Gece koştu. Gölgeci derinnnnnnnnnnnn bir nefes aldı, şakağında atan damarı duydu, o nabız, şimdi siz okuyan kulların içindedür, daha oyun bitmeden yere yuvarlanan Gölgeci’nin güleç kelle –  sidür.

                                                                        *

Halk ne söylerse güzel söyler, halk ne eylerse güzel eyler, ocak başında toplanınca torun torba, çoluk çocuk ve de yaşlı başlı adamlar, o vakit başlarmış masal, ateşte gölgeler kabarmaz mı, kabarır elbet, o gölgeler benzemez mi her bir çeşit varlığa, benzer elbet, o vakit anlatmaya başlarmış sakalı ak, dili pak adamlar, akalım hele neler neler anlatırlar.

Gölgeci ve Ayperi Masalı                                                                                   

Çok uzak bir yerde aylar var yağmur dinmemiş,

yağmurun bunda kabahati yok.

Çatılardan su akar, ağaçlar göverirmiş.

Sakalı sivri mi sivri bir kral varmış o yerde, kralın kabahati yok,

halkı aç kalmış, ölmüş, kralın kabahati çok…

Karısı Ayperi’yi kaybedince bir sabah alacasında,

çağırmış Gölgeci’yi yanına,

bana demiş, hatunumu göster, dile benden ne dilersen…

Gölgeci, bakmış önüne,

para pul istemem, demiş, ışımış gözleri,

kapanmış o yağmurlu günlerde eve.

Güzel tasvirler oymuş deriden.

Davul çalmış.

Derler ki, evden türlü türlü sesler gelirmiş,

acayip seslermiş bunlar, bambaşka dillerde,

kırklara karışıp evden hiç çıkmamış diyen de var,

saraya gidip kellesini yitirdi diyen de,

deyiverin hele civanlar, siz hangisini istersünüz!

edebiyathaber.net (4 Ocak 2025)

Yorum yapın