Yapmayacaktık. Kerkenez Salih’i iskeleden denize itmeyecektik. İşte, şimdi tir tir titriyoruz.
Kerkenez Salih’in elbisesiyle yüzmesi olayından iki gün sonraydı denize gece girişimiz. Sahil yolun aşağısında, gelip geçen yok. Üçer beşer metre arayla çırılçıplak soyunduk ve denize daldık. Dalgalar yorulmuş, kıyıdaki tekneler dinlenmeye alınmıştı. Ay ışıl ışıl parlıyordu, Kerkenez sırtüstü yatıp dolunayı seyretmeye başladı. Biraz yüzüp çıktı. Ben, Atmosfer Murat’la karanlığın ve denizin tadını çıkarıyordum. Bir taraftan garip bir kuşku var içimizde, açılamıyoruz. Beş on kulaçlık mesafede kaldık. Amacımıza ulaştığımızı düşünüp çıktık.
Yanlış yere mi çıktık? Sandaletler duruyor. Sahil var, Salih yok. Ay, inadına parlıyor.
“Kerkenez, kerekeneeeez,” ses yok. Kaldık mı ortada cıscıbıldak. Dolunayın aydınlattığı sahil bomboş. Elbiseler yok. Kıyıda da üç beş dükkân ve kafenin dışında tesis yok. Onlar da ışığını söndürmüş.
Biz yapmayacaktık. O, yaptı yapacağını. Kerkenez Salih’i iskeleden denize itmeyecektik. Kafalar iyiydi. Vurmuşuz Dimitrikopulo’nun dibine. Adam ıslanır ıslanmaz kıyıdan açılmaya başladı. Bağır, çağır boşuna. Dolunayın yakamozunu rehber almış yüzüyor. Sonra yoruldu. Başladığı şarkı anlaşılmaz bağrışmalara döndü. Köpek eniği gibi çırpınınca anladık Vehbi’nin kerrakesini. Sahildeki tek oturulacak yer; Sini Restoran. Yardım istedik; motor, sandal derken Salih’i aldık denizden. Çalışanlar yetişmese Salih’in hali haraptı, bizim de.
Sevdadan oldu, başına vurdu diye düşündük. Öyle de olsa biz yine de gece vakti onu denize itmeyecektik. Temmuz, hava sıcak ama Salih titriyor. Biz mahcup, kem küm ederken o sırıtarak: “Ulan, Allah’ıma deniz güzelmiş” diyor, fakat tuhaf bir kızgınlık var gözlerinde. Sorularımızı yanıtlamadan, sağından solundan suları şıpırdatarak, ayağında kalan tek ayakkabıyla gömleğin eteklerini sıka sıka motelin yolunu tuttu. Üzerine bir yalnızlık giyindi. Bu yalnızlıktan yükselen seste “ben size gösteririm” tehdidi var gibiydi.
İşte, gösterdi şimdi.
Salih önde biz arkada, bir kaç yüz metre uzaktaki motele vardık. Deprem evleri denilen yan yana dizilmiş iki katlı binalardan birinde kalıyoruz. Hemen ormanın bitişiğinde önünde asma yapraklarıyla kaplı bir çardak var. Üst kattaki odamızın penceresi ormana bakıyor. Kahvaltımızı diğer motel sakinleriyle birlikte bahçede yapıyoruz, bazı akşamüstleri ormanın içlerine dalıp çilingir soframızı orada kuruyor, sonra peçete kâğıtlarına mektuplar yazıyorduk.Denize girmediğimiz zamanlar mekânımız Sini Restoran’ın önündeki tahta masaydı. Ne orda oturanlar bizi ne de biz onları görüyorduk. Rakı balık yerine şarap peynir takılıyoruz, arka planda Zeki Müren. İlk yudumda başlardı peçete kâğıtlarına tükenmez kalemle yazılan aşk mektupları. Kerkenez Salih Tümay’a, ben Ayşe’ye, Atmosfer Murat Fatoş’a ayrı ayrı yazar, birbirimize okur, tarih atar sonra zarfa koyar ertesi gün Fatoş’un Antalya’daki adresine postaneden yollardık.
Antalya’da buluşmuştuk. Kızlar Fatoş’ta kaldılar. Biz de yakında bir pansiyonda. Sevgiliyiz. Yaklaşık iki yıldır birlikteyiz. Biz Tıbbiye ’den onlar Kız Teknik’ten yeni mezun. Gündüzleri hep beraber olduk. Geceleri ayrıldık. Tarihi yerleri gezdik, denizde şakalaştık, gün ışığında, olabildiği kadar aşkımızı göstermeye çalıştık. Sevdalıydık üçümüz de. Sonra gemi, ver elini Marmaris.
On gün Marmaris’te su gibi akıp gitmişti. Maaşlar bir türlü gelmeyince hafta sonunda şarap parası kalmadı. Derin bir sessizlik kapladı çevremizi. Nerdeyse açız. Motelin giriş katında oturan, bizi akşamları mangal yakmaya çağıran emekli jandarma albay yetişti imdadımıza. Bira içmenin dışında her şeyden emekli. Yemek davetlerine – bizim yaşlarımızda, aynı dalın üzerindeki iki şeftali gibi birbirlerine benzeyen kızları olsa da- pek aldırmadık. Aile buyur ediyor ama biz peçete kâğıtlarına mektup yazmayı tercih ediyorduk. O gün konuşurken Murat’la albay mahalleli çıktılar. Murat pratik zekasına güvendiğinden borç istemek ona kaldı. Aldı, bize yetecek kadar, nasılsa para gelecek. Albay; insanın derdini şıp diye anlayan birisi.
Tazelenmiş bir heyecanla yeniden yazmaya başladık. Her gün üç peçete kâğıdı, aşk mektuplarına devam. “In vino veritas- gerçek şaraptadır- diye sonlanıyor mektuplar. Salih, “Sevgili Tümay şarap kadehindeki yangınla dolunayı batırdık,” diye başlar, sağdan soldan çalınan aşk sözcükleriyle devam eder sonra Annabel Lee gelirdi. Atmosfer Murat, Fatoş’un memelerine takıntılı, “güzel dilber beni mecnun eyledi oh memelerin, soğuk yoldan geldim, yorgun uykusuz, goynundan goynuma soh memelerin” gibi bir giriş ve devam. Sonra ben Ayşe’ye yazardım. Ayşe konuşurken de gülen bir kızdı. Kesin rüyasında da gülüyordu. Çok renkli, cıvıl cıvıl . “ Enginde yavaş yavaş günün minesi soldu, Marmaris’te bugün de akşam oldu, Ayşe’m”. Sıradan, aşınmış sözlerin ötesindeydi yazdıklarımız. Zaten adım orada Şekspir Ahmet’e çıktı. Önce şarap sonra edebiyat. İçten, halis yürekten hepsi de. Yazdıklarımız, tamamlanamamış duygularımızdı. Sevdalarımızın hiç bitmeyeceğine aşk ve şarap tanrısını şahit tutmuştuk.
Gecenin karanlığında önümüzü arkamızı, hayır önümüzü ellerimizle kapatarak, büzüşüp, duvar köşelerinde saklanarak motelin yolunu tutarken yaşadıklarımızı düşünmeden edemedim. Ulan insan bir havlu bırakır bari! Titriyorum, bedenim buz gibi. Sokak lambalarının sarı ışığının ağaç dallarıyla saklandığı kuytu bir yerden yolun karşısına geçtik. Asıl mesele binaların arasına dalmakta. Rehine kurtarmaya giden tim elemanı gibi duvar diplerine sine sine ilerledik. Etrafı gözledikçe mesafe uzadı, uzadıkça üstümüzdeki ıslaklık iyice buharlaştı, tüylerimiz dikenleşti. “Bu herifin çatlak olduğunu bilirdim de su sızdırdığını bilmezdim” dedi Murat, uzun boyu daha da uzadı. Sonunda vardık motele. Allahtan kapı önündeki köpek yoktu o gün. Sessizliğin kenarından kıvrılıp girdik içeri. Salih bizim giysileri ortaya atmış, koltuğa oturup, savaş kazanmış komutan edasıyla bizi bekliyor. “Dolunay nasıldı beyler?” Sırıtışı bir süre durdu dudaklarında. Konuşmadık. Yaptığından utansın. Işığı kapatıp kaşla göz arasında iç çamaşırlarımızı giydik, yatağa daldık. Atmosfer “İyi bok yedin”, dedi sadece. Kerkenez intikamını almış biz de epey korkmuştuk.
Kızgınlık ve soğuktan titreye titreye yatıp uyuduk. Aradan ne kadar geçti bilmiyorum bağrışmalarla uyandık koştuk pencereye, bir kızıl alev yükseliyordu karşı ormandan. Herkes motelle orman arasındaki yolda toplanmış yangını söndürecek bir şeyler arıyordu. Bahçe kapısı önünde Emekli Albay don gömlek emirler yağdırıyordu. Bir biz duymamışız yangını. İtfaiye sireni ince yolda ormanın ortasından yükselen duman – alev karışımına doğru uzanırken motel sakinleri ne yapacaklarını tartışıyorlardı. Buğular içinde titreyen çam ormanına ve ormanın ruhundan fışkırıyormuş gibi görünen beyaz bulutlara bakakaldım. Camı açar açmaz kızıllıkla birlikte sıcak hava doldu içeri. Yanık kokusu genzimi yaktı. Yangından gelen çatırtılar arasında alevler dağlara doğru gidiyordu. Dolunay kara duman bulutlarıyla yitip gitmişti. Kerkenez, “Alın eşyalarınızı gidiyoruz” dedi. Ne? Ne gitmesi? Yangın var. “Tam zamanı, biz bu Albay’a da Motel’e de borcumuzu ödeyemeyiz.” Meçhul bir burcun etkisine girmiş gibi hissettim kendimi. Resmen tüyüyoruz. Bizi ateş çölünden alıp götürecek bir yelkenli gibi geldi bu fikir. Alevler, içimizde göllenen kaçma arzusunu aydınlatıyordu sanki.
Aceleyle giyindik. Sırt çantalarını doldurduk parmak uçlarına basa basa aşağı indik. Çardakta akşamdan kalan sandalyeler alınlarını masalara dayamış uyuyorlardı. “Doktor, Doktorları çağırın” diyen Albay’ın sesi giderek yaklaşıyordu.
Dikkati çekmemek için sakin bir tavır takınarak yavaş adımlarla yürümemiz gerektiğini düşünüyoruz ama yüreğimiz dörtnal gidiyordu sanki.
“Hah indiniz mi? Size ihtiyaç çok olacak.” El fenerinin ışığında kalakaldık.
Derme çatma bir kaygıyla “Tamam Albayım, biz zaten hazırız,” diyen Murat, duvara yapıştırılmış resim gibi kalan kerkenezle ben.
edebiyathaber.net (2 Temmuz 2020)