“İnsan gurbette kalakalıyor, nereye baksan, kime baksan yabancı.”
Kasaba- Nuri Bilge Ceylan
Kar yağıyor incecik, ilk kar geldi… Pencereleri açıp, kar kokusunu içeri davet ediyorum. Kanadını yelpaze gibi pır pır’layan bir saksağana takılı kalıyor gözüm. Çam ağacının karla bezeli iğne yapraklarında, uzun kuyruğunu sergiliyor zarifçe. Nasıl da soluk alıyor doğa; çıt sesini bile duyabiliyorum, kalabalığın uğultusundan arındığından beri şehir.
Pencereleri kapamadan önce, kar kokusunu içime çekiyorum. Televizyonun karşısındaki geniş kolçaklı koltuğa kırmızı yastıkları özenle yerleştiriyorum. Hiç aralık kalmayacak şekilde titizlikle; perdeler de çekildi! Odanın loş ışığı tam istediğim gibi şimdi. Yüzümü gülümsetiyor bu ideal ölçü. Hazırlığın parçaları hepsi; günün küçük ama önemli detaylarına ihtiyacım var. Bir seneyi buldu nerdeyse, ‘Hayat eve sığar’ mottosuyla yaşayalı, handiyse bir mabede dönüştürdüm evi. Okuduğum kitaplarımı başucuma çıkarıyorum durmadan; sevdiğim filmleri döndürüp döndürüp izliyorum. Aklım fazla geveze, olumlu duygularımı kötüye çeliyor; günden güne inceltiyor… “Minicik olduğuna bakma, öldürüyor virüs, şakası yok!” diyor. Kes sesini diyebilsem; kitaplar ve filmlere tutunmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Ancak böyle ışıtabiliyorum günü, böylelikle geveze aklımı da biraz olsun susturabiliyorum. Gurbeti bilirim, göçtüm bu büyük şehre ya, bu sefer içimde koca bir yumru: “Göç vakti, bilinmez bir zamana,” der gibi. Yan daireden fare tıkırtılarına benzer sesler, bir yaşam olduğunu duyumsatıyor; ama geveze aklım yine sırnaşıyor: “Aşılmaz uzaklığı da düşün!”
Özlüyorum… Sokaklardaki özgürce salınış, virüsü düşünmeksizin sarmaş dolaş geziler; bilinmez bir zamana kadar, çok uzakta! Bugün de Kasaba’yı izleyeceğim yeniden; tutunacağım günün incecik soluğuna…
*
Ürkek bir kuş gibi yanaşıyor masanın kıyısına; cin bakışı, öğretmenin kara soluk bakışlarına çarpıyor: “İsmail, geç!” Bir sandalye alıp sobanın yanına koyuyor; ıslak ceketini de sandalyenin sırtına… Çocukluğumu görüyorum cin bakışlı İsmail’de. Kara lastiklerini çıkarıyor usulca. Damlalara az kaldı; sobanın sıcağıyla buluşunca, her bir damlanın kulağıma içli bir nağme gibi gelen ‘tısss’ sesi de duyulacak ardınca. İşte tam bu sahnede, içimdeki gurbet çözülüyor her defasında; gelip konuyor yamacıma çocukluğum…
Aynı kara lastiklerden benim de vardı… Köylük yerde ağaçlara tırmanmak kolaydı bunlarla, bağcık derdi yok! Kavgada da iyiydi, boya desen istemez; tutarsın suya yepyeni olur. Ama karın içinde bata çıka yürürken kapkara olurdu hep; yoksulluğun diğer adı gibi… Havanın ayazını çeker yerden ya, kâğıt kesiği gibi bir acı duyarsın parmak uçlarında. İsmail ben oluyor; yoksa ben mi İsmail oluyorum?… Film olduğunu unutuyorum da, ‘ta uzak!’ çocukluğuma göçüyorum. Çıkarıyor çoraplarını çaresiz, sobanın üstündeki tutamağa asıyor İsmail de, damlalar ‘Pıt-pıt-pıt’, çocukluğuma damlıyor, uzaktaki, çok uzaktaki!…
“Tısss!”
Klarnetten çıkan nağmeler usul usul giriyor, hâlâ kar serinliğini duyduğum odaya. Çocukluğumun içli nağmelerini de duymaya başlıyorum. “Küs kalmasın keklikler,” diyor klarnet ustası İbrahim amca… Kimi kış günlerinde, okuldan eve yürürken, soluklanırdım yanında. Eşini kıskanınca huysuzlaşan keklikleri anlatıyor bana, bu içli nağmelerle nasıl barıştırdığını onları!… “Bak hele, sakinleşecekler şimdi,” diyor klanetini dudaklarıyla buluşturmadan önce. Sobanın yanına büzüşmüş, bir İbrahim amcaya, bir kekliklere bakıyorum merakla, koklaşıyorlar; barışıyorlar bile iyiliğin sesi bu nağmelerle.
Gurbet çözülüyor incecik, kâğıt kesiği acı unutulmuyor…
Soluklansam azıcık, perdeleri aralıyorum. Gün ışığını içeri süzüyorum yeniden. Pencereyi açıp, pervaza birikmiş ilk karı avuçlarımın parantezine topluyorum. Yumuşuyor özlem… Saklambaç oynuyor benimle saksağan, gak’lamasını duyuyorum uzun uzun. Sessizlikte büyüyor ötüşü, çıt çıkarmadan bekliyorum.
edebiyathaber.net (2 Mart 2021)