“Diyelim sabah oldu, uyandın, görmek isteyeceğin manzara ne olurdu?”
“Akıtmayan bir tavan.”
Tabii Hatice haksız değil, insan gündelik dertlerden başını kaldıramayınca hayal gücünün sınırsızlığı bir şey ifade etmez oluyor. Yine de belki açık mavi bir gökyüzü diyebilirdi, o da akıtmıyor. Ama Hatice böyle laflardan hoşlanmaz, onları yalancı bulur. Ona kalırsa gökyüzü görmek isteyecek yaşı çoktan geçti. Üstelik her gün süslü püslü bir sürü tavan görüyor. Yine de kendi tavanının akıtmaması onun için yeterli. Fazlasında gözü yok, hiç olmadı.
“Kaç yıldır bu işte çalışıyorsun?”
“Kendimi bildim bileli.”
Bu, ağzından çıkıveren bir cümle. Yoksa Hatice kendini bilmez. Kendini bilenleri de hiç anlamaz. Kimdir acaba güya kendini bildiği yetmezmiş gibi bir de insanın en iyi kendini bildiğini uyduran? Hatice ara sıra işte bunu düşünür. Bir odanın temizliği bitip sıra öbür odaya geldiğinde on beş dakikalık bir mola verir. -molada düşünmeye de mola verir- Sigarasını hep bu molalara sığdırır. Böylelikle işini sevmiş olur. Günün en sevdiği saatleri sigara içtiği saatler.
Aslında Hatice her şeyi sever. Babasını sevmez, zaten o da yakın zamanda öldü. Ölene kadar Hatice baktı ona. Hatice insanlara, hayvanlara ve evlere bakmaya alışıktır.
Evlere bakmaya derken öyle gözünü dikip bakmaya, hatta belki seyre dalmaya değil. Evleri konuşturmaya, içinde kim var kim yok hayalini kurmaya değil. Hangi ev aslında hangi renge boyanmalıydı, hangi pencereye hangi tül takılmalıydı kafa yormaya değil. Ev sahiplerinin kıçlarını kaldırıp bir türlü bakamadıkları ama yaşamaya geldi mi de kimseye kaptırmadıkları o evlere eliyle, koluyla, dişiyle, tırnağıyla bakmaya. Yerlerini süpürmeye, camlarını silmeye. Bulaşıkları makineye, çamaşırları öbür makineye atmaya. Perdeleri asmaya. Çöpleri çıkarmaya. Hatice işte. Ama kim olsa alışırdı.
“Keder yolunu tıkamıştır da ondan akmamıştır gözyaşı. Bazen olur öyle. Yoksa ağlardın.”
“Yoo.”
Hatice senelerdir beklediği ölümün bu kadar geç gelmesine ağlayabilirdi. Ağlamadı. Babasından önce ölme korkusunun boşa çıkmasına sevinmek ağır bastı. Korkunçtur böylesi. İnsanın ödü patlar ömrü nefretle geçecek diye; ama o şanslı biraz. Yarın ölse bile nefretsiz geçen koca bir gün demek bu. Bir saat sonra ölse, nefretsiz geçen koca bir saat. Dakikaysa dakika. Yine de nereden baksan hep kocaman.
Hatice bu sevinçle pekâlâ gülebilirdi ama ayıp olmasın diye gülmedi. Cenazede çünkü. Tabii insanlar anlamadılar, sandılar ki üzüntüsünden ne yapacağını bilemiyor. Birilerinin “babasına çekmiş” dediğini duydu, “o da kendi babasının ölümünde ağlayamamıştı.” Çok canı sıkıldı. Ölüme değil belki ama bu duyduğuna ağlardı. Tuvalete gitti. Ağlayamadı. Demek ki gerçekten güzel bir gün. Gözyaşı çıkmadığına göre.
Aynaya uzun uzun baktı. Saçlarını tepeden sımsıkı topladı. Böyle yapınca yüzü babasının yüzünü andırır gibi oldu. Tokayı çıkarıp saçlarını şöyle bir salladı. Biraz makyaj yaptı. İşte şimdi olduğu kişiye benziyor.
Hatice o gün izinli olduğundan evlere temizliğe gitmedi. Maaşı yatsaydı kendine daha önce bir, belki iki kere içtiği o güzel, hafif şaraplardan alırdı. Ama parayı elden veriyorlardı. İçinden “paraları da ceplerinde kaldı namussuzların, evlerini bok götürür inşallah” diye geçirdi. “Şaka yapıyorum” dedi sonra. Hatice ettiği bedduaların dönüp dolaşıp kendisini bulmasından korkar.
Çay suyu koydu, pencerenin önündeki yerini aldı ve gömleğinin ön cebinden çıkardığı sigarayı yaktı. Son zamanlarda içtiklerinin en iyisi. Çünkü bugün güzel bir gün ve güzel günlerde içilen sigaralar daha güzel olur.
Çalışmak zorunda olmamayı sevmişti. Meğer hiç bilmediği bir duyguymuş. Yazıklar olsun ona bu duyguyu tattırmayanlara. Bunu Hatice söylemedi çünkü o, ettiği bedduaların dönüp dolaşıp kendisini bulmasından korkar.
İlk çayının ortasında telefon çaldı. Teyzesi arıyor. “Ne yapıyorsun” diyor, “nasıl oldun, var mı akşama yemeğin, uğrayayım mı?” Hatice nasıl olsun, iyi işte, gördüğünüz gibi. Bugün artık, hele de bu saatten sonra, kimseyi istemez evinde. Bugün uğramasın kimse. Yemeği de var. Pilav kalmış biraz. Isıtıp yiyecek. Herkes keyfine baksın.
Hatice de keyfine baktı. Canı babasının eşyalarını atmak istedi. Hayır durup dururken istemedi. Bir fotoğraf çarptı gözüne de öyle istedi. Bundandır, atmaya albümlerden başladı. Cenaze dönüşü aldığı kayısıları yerken bir yandan fotoğrafları ayıkladı. Buralarda pazar cumartesi günleri kurulur. En güzel kayısılar markette orada burada değil, bu pazardadır. Hatta her tezgâhta da değil, bir Rüstem abininkinde. Hatice de her hafta oradan alır. E ne yapsın, bu zevki de olmasa yaşadığını anlamayacak.
“Başınız sağ olsun valla, hiç kolay değil, ölüm çok zor.”
“Allahtan alkolden gebermedi, öylesi mutlu bir ölüm olurmuş.”
Babası da maşallah amma içermiş, parayı nereden buluyorsa. Yarısı içki masasında çekilmiş fotoğraflara bakarken tadı kaçtı: “Aman bu iş hep böyle, onların ağzının tadı bozulmasın diye biz ağız tadı ne, unutuyoruz.” Kalan kayısıları çöpe attı. Galiba babasının da en sevdiği meyveymiş. Masada kayısının olmadığı fotoğraf yok. Ama insan başkasına muhtaç olunca sevdiği şeyleri nasıl da unutuveriyor, onları dillendirmek nasıl da zül geliyor, nasıl da yetinmeyi öğreniyor. Hatice senelerdir bir kez ‘kayısı’ dediğini duymuş mudur babasının? Yok. Yine de bundan sonra o meyveyi ölse yemez. Rüstem abiden de başka meyveler alır. Eğer canı isterse.
“İnsan kendi bedenini tanımaz mı hiç?”
“Tanıyordum, ama bilmiyordum.”
Hatice bir sigara yakmakla banyo yapmak arasında kaldı. Keşke her kararsızlığı böyle olsa. Şimdi günün yorgunluğunu henüz üzerinden atmamışken bütün kiri ve pasıyla sigara içmenin unuttuğu keyfini mi hatırlasa yoksa ıslak saçları omuzuna düşerken burnuna dolan bulaşık deterjanı değil, çamaşır suyu hiç değil, evet şampuan kokusunu sigara dumanıyla mı karıştırsa? Birinciyi ikinciden sonraya saklamak isabetli olur. Zira elbet tekrar kirlenip paslanacak, günün yorgunluğunu henüz üzerinden atmadığı anlar olacak. Fakat banyo sonrasında o mereti ciğerine çekmenin hazzına ulaşır mı bir daha, orası şüpheli.
Banyoya gitmek üzere çöktüğü yerden kalkınca gözü ayaklarına takıldı. Parkeye yapıştırdığı nasırlı kahverengi şeylere bedeninin bir parçası değilmiş gibi baktı. Uzuvlarına ilk yabancılaşması değil bu ama kesinlikle tesiri en kuvvetli olan. Epeydir ayaklarına bakmaya vakti olmuyor. Hatice genelde kullanır çünkü onları, seyretmez. Bir şeyi uzun süre görmeyince neye benzediğini kim olsa unutur. Hatice de unutmuş. Şimdi kendi ayaklarında babasının ayaklarını görmekten rahatsız oluyor. Öyle saçını toplamaya, yok beğenmeyince açıp sağa sola savurmaya, olmadı biraz ruj sürmeye de benzemiyor ki bu iş. Ayaklarını kolayca eğip bükemiyor insan, bir dağıtıp bir toplayamıyor. Anca böyle uzun uzun bakıyor işte. Kafasında kırk tilkiyle.
Artık Hatice’nin yüzü değişti. O kadar da güzel bir gün değil miymiş, anlayamıyor. Tortu mu birikmiş, yük mü kalmış içinde -ya da o, yükün içinde- ne olmuş? Belli ki hiçbir ölüm, en güzeli bile, öyle menekşelerle güllerle gelmiyor. Yok oluş bu, bir ağırlığı var.
edebiyathaber.net (6 Ekim 2020)