Öykü: Kamalı Bekir’in Hikâyesi | Tacim Çiçek

Haziran 1, 2024

Öykü: Kamalı Bekir’in Hikâyesi | Tacim Çiçek

Dükkân komşularının dediklerine göre, hastalığından dolayı son günlerde oldukça düşünceli ve içine kapanık olan Türlübaş Mahallesi’nin Kamalı Bekir lakaplı bakkalı Bekir Vuslat(58) dükkânında ölü bulundu. Tezgâha bıraktığı mektupta, “Kanserli bir beyinle, yeterince babalık yapamadığım çocuklarıma, çoğu isteklerini içinde saklayan sevgili hayat arkadaşıma daha fazla yük olmak istemediğimden, çünkü beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren bu acımasız hastalık beni gerek kendime, gerek ev halkıma yük olacak duruma düşürmeden canıma kıyıyorum. Ölümümden hiç kimse sorumlu değildir. Tanrım beni bağışlasın. Çocuklarım, eşim de…” dediğini açıklayan yetkililer, asıl gerçek otopsiden sonra anlaşılacak, dediler.

‘Doğup büyüdüğüm yerden uzaklaşınca bir parça oraların kokusu, yaşamı hayatıma karışsın diye ilçemizin yerel gazetesine abone olmuştum… Ne zaman ki az önce paylaştığım haberi okudum, o yerel gazeteye olan aboneliğimi kestim ilk iş olarak.

Kimsenin suçu değildi aslında yine de çok üzülmüştüm. Benim için önemli biriydi Kamalı Bekir. Bu yüzden şu an bile titriyorum, inanın. Eğer sürç i dil edersem bağışlayın beni. Gazete satmaya alışmış, çarşıda çıraklık yaptığım pasajda epeyi müşteri de edinmiştim. Ceyhan’ın her sokağına, mahallesine, kahvehanesine, hanına girip çıkardım. Keyfime diyecek yoktu. Yükümü hafiflettiğimde bir kahveye girerdim ve bir köşede gazeteleri okurdum. En büyük keyiflerimden biri sıcak tereyağlı mercimek çorbası içmekti. Soğuyan içimi çorbayla, ellerimi de çorbacının yanan koca gövdeli sobasında ısıtırdım. Zamanla üşümemeyi iş edindim ve belki de o günlerden kalmadır benim kolay kolay üşümeyişim…

Kışın şartlarından dolayı geciken gazete arabalarının gelmesini beklerken ne kadar çocuk varsa sokaklara dağılırdık ve Malaz Çarşısı’nın esnaf dükkânlarının önünde bulduğumuz kasaları, kâğıtları getirirdik. Bu öteberiyi caddenin kenarında yakardık, ısınırdık. Şaban amca kızardı ama yine de göz yumardı bize. Kızardı çünkü ateşten geriye kalan külü kürekle alıp çöpe atmak ona kalırdı. Bir de Kamalı Bekir’in dükkânından çeyrek ekmek arası siyah zeytin dürümü yemek ve onu dinlemek… Kamalı, mahallemizin içinden Tuzlugöl’e uzanan ana caddenin üstündeki yirmi kadar bakkaldan biriydi. Kalabalıktık ve demek ki annemin, babamın kazançları; ev bizim olduğu hâlde, yetmezdi ihtiyaçlarımıza. Kahvaltıda zeytin olurdu. Her birimize sayıyla verilirdi. Ve biz biraz daha… deyince de babam, Yarınki kahvaltıda… Bu kadarı yeter şimdi, derdi. Kardeşlerimi bilmem ama ben mutlaka çeyrek ekmek arası zeytin dürümü yerdim. İşte bir gün gazetelerin kalanlarını iade etmiş ve eve dönerken ona uğramıştım. Anlattığı inanılmaz hikâyelerin yüzünden belki gazete satan çocuklardan birkaçıyla aramızda sorun çıktığını, üstüme fazlaca geldiğini, onu fena halde benzeteceğimi söyledim. Eski hâlinden ağaçları kesildiği için güzellik kalmayan Çamlıyol tarafındaki müşterilerim için maraza çıkarıyordu. Oraya girmememi istiyordu benden. Çamlıyol, varsılların ve elit memurların, geniş toprak sahiplerinin yoğunluklu oturdukları bölgenin de adıydı. Sonunda Kamalı’dan öğrendiğimle sorunumu çözdüm.

Nasıl mı?

Ortaokula başlamadan iki yıl önce günlük gazete satmaya başlamıştım. Sabah erkenden kalkardım. Yarı aydınlıkta Asri Sineması’nın karşısındaki başbayiden gazeteleri alırdım. Bezden kemerimle boynumda taşırdım. Sokak sokak, cadde cadde, mahalle mahalle, dükkân dükkân dolaşırdım. Benim gibi gazete satan onlarca çocukla yarışarak para kazanırdım. Babam belediye, annem de fabrika işçisiydi. Gelirleri onlara yetmezdi. Öğrenciydim. Okula gideceğim zamandan önce iadeleri ve gazete paralarını patrona verirdim. Gazeteden elde ettiğim kazancın bir bölümünü eve getirirdim. Annemin avucuna sayardım. Karnımı doyururdum. Giyinirdim ve okula giderdim. Gazete satmayı da okumak kadar severdim. Çünkü dergileri, ekleri, gazeteleri ve resimli romanları önce ben okurdum, gazete bırakmak için uğradığım sabahçı kahvehanelerin en dip masalarına kurularak.

Her şey ilk zamanlarda olduğu gibi güzel gitmemeye başladı. Çamlıyol’u sınır kabul eden üç kafadar çocuk, ‘Buralar bizim muhitimiz. Buraya gelme! Yoksa fena yaparız seni!’ demiş ve yolumu kesmişlerdi. Tehdit etmişlerdi. Önceden gazete verdiğim abonelerimden paramı almam için bile bırakmamışlardı beni. Birkaç defa gizlice gitmeye çalıştım fakat her defasında da yakalandım. Son anda da dayak yemekten kurtuldum hep. Bazen çocuklara, ‘Bu yaptığınız doğru değil! Herkes dilediği yerde gazete satabilir. Siz de benim muhitime gelebilirsiniz…’ gibi sözler söyledim. Ama her defasında karşılığında küfür yedim. Ve sonunda kararlılık gösterdim, birikmiş paramı almadan dönmeyeceğimi belirttim. Bu çocukları daha da öfkelendirmişti. Üçü birden saldırmış ve beni dövmüşlerdi. Elbisem yırtılmış, dudağım patlamış, burnum kanamıştı. Hiç aldırmamıştım. Gazete satan çocuklar arasında böyle kavgalar olurdu. Çünkü ilçe varsıllarının muhitiydi Çamlıyol çevresi. Burada, diğer mahallelere göre daha çok gazete, dergi satılırdı.

Çocukken sinemaya gitmeyi, Yılmaz Güney’in, Yılmaz Duru’nun, İrfan Atasoy’un, Cihangir Gaffari’nin filmlerini seyretmeyi, Fransız yapımı Demir Köprü’den Ceyhan ırmağına dalmayı ve bir de çeyrek somun ekmek arasına siyah zeytin dürümü yemeyi severdim. En iyi zeytini ve ekmeği Kamalı Bekir’in sattığını arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Önce adı ilginç gelmişti bana, sonra da dükkânının adı: Dost Bakkal.

Zaman içinde onun lakabıyla ilgili merakım yüreğimde, durgun suya düşen taşın oluşturduğu dalgalar gibi dalgalar yaratmıştı. Bu yüzden Kamalı Bekir’in hikâyesini önce yakın arkadaşlarımdan sonra da gazete satan çocuklardan öğrenmiştim. Her hikâye hem birbirine yakındı, hem de birbirinden çok uzaktı. Yine de üç kafadarla zıtlaştıkça Kamalı Bekir olmayı düşlemiştim. İçten içe onu daha iyi tanımak istemiştim. Gide gele dükkânına onunla samimi de olmuştum.

Uzun boylu, esmer, kıvırcık saçlı, zayıf yapılı, kısacası Menderes Samancılar görünümlü bu adama hayran olmuştum. Az konuşurdu Kamalı. Ondan etkilenirdi onu dinleyen. Ne zaman görsem, dükkânda tahta sandalyede bağdaş kurup oturmuş kitap, gazete okurken bulurdum.

Bir defasında, ‘Biliyor musun genç arkadaşım, seni öz çocuklarım gibi seviyorum. Sakın paraya sevdalanma çünkü para bozar adamı. Nasıl olsa para kazanıyorum, okulu, okumayı ne yapacağım deme. Aylak aylak dolaşan okul kaçkınlarıyla da arkadaş olma. Sen büyük adam olacaksın. Gözlerin böyle söylüyor,’ demişti bana. Gururumu okşayan bu sözleri belki Bisikletçi Fettah’ın ‘para, kazanç, dürüstlük’ gibi sözlerini anımsattığı için de içimde karşı konulmaz bir acıya itmişti. Ağlamamak için de çok zorlanmıştım… Bu sözler çok etkilemişti beni. Bu sözlerden sonra onu daha çok sevmiştim. Onunla ilgili öğrendiklerimi ve duyduklarımı anımsamıştım. Bunların doğru olup olmadığını çok merak ettiğimi sormuştum ona, güçlükle ve utana sıkıla. Kamalı Bekir de patlamıştı.

‘Bırak benim hikâyemi evlat, gün gelir anlatırım sana! Fakat o gün, bugün değil anladın mı?’ diyerek karşılık vermişti ve bir daha da sormamı tembihlemişti.

Bulvarlı yolu geçmiş, ilk sokağa girmiştim. Yazlık pastanedeki üç kafadarı atlattığını sanmıştım. Sevincim kursağımda kalmıştı, arkadan yediğim tekmelerle yere yuvarlandığımda yanıldığımı anlamıştım. İade edeceğim gazeteler ortalığa saçılmıştı. Çocuklardan birisi de onları teker teker parçalamıştı. Sonra da arkadaşlarıyla birlikte bir güzel dövmüştü beni. Böğrüme, kafama, karnıma yediğim tekmeler, yumruklar canımı yakmıştı. Yüzüm gözüm kan içinde kalmıştı. Çevreden yetişenler gözleri dönmüş kafadarların altından güçlükle çıkarmışlardı beni. Bir dükkâna götürmüşlerdi. Elimi yüzümü yıkamışlardı. Neden kavga ettiğimizi sormuşlardı. Gerçeği olduğu gibi anlatmıştım. Babacan dükkân sahibi, birkaç gün sonra gelmemi, alacağım için yardımcı olacağını söylemişti. Ona teşekkür etmiştim ve eve dönmüştüm. Kimseye olanları anlatmamıştım. Aklımda hep Kamalı Bekir vardı.

Babam akşam yemeğinde ne olduğunu, nasıl olduğunu öğrenmek istemişti, annem çevremde gözyaşlarından küçük bir göl oluşturmuştu fakat yine de susmuştum. Acıma ve yorgunluğuma karşın uyuyamamış, o çocukları nasıl alt edeceğimi bulmaya çalışmıştım. Şafak vakti annem uyanmam için seslendiğinde ise hemen uyanmıştım. Gözlerim parlamıştı. Uykusuz kalmıştım, fakat sonunda kendimce bir çözüm bulmuştum. Bir fırsatını bulup mutfağa girmiştim. Ekmek bıçağını alıp gömleğimin altına koymuştum. Kahvaltı yapmış ve evden bir ok gibi fırlamıştım. Dudaklarımdan şu tümce dökülmüştü:

‘Kamalı Bekir gibi yapacağım!’

O gün de gazeteleri almış, çarşıdaki dükkânları, kahvehaneleri, lokantaları, fırınları dolaşmış, fabrikalar caddesine inmiş, gazetelerin çoğunu satmıştım. Sıcağa ve neme aldırmamıştım. Güneş tam tepede, gölgesi sıcaktan korunmak için ayaklarımın altına saklanmışken Kamalı Bekir’e uğradım. Ona gazetelerini verdim. Gazeteleri kartondan çekerken farkında olmadan bıçağın ucunu da çıkarmışım. Kamalı Bekir de soğuk ve parlak bıçağı görmüş. O an da ona bir şey oldu sanki. Bir düşmüş gibi yaşadığı: Gökyüzü, yeryüzü kan kırmızıymış. Önündeki yol ateşmiş. Elinde parlayan bir kama varmış. Koşuyormuş. Çevresinde hiç kimse yokmuş. Eğer kendisine, yapacağının yanlış olduğunu söyleyen birileri olsaymış, her şey bir sihirli değnekle değişmiş gibi farklı olabilirmiş.  Fakat olmamış. Kamalı Bekir kendisine gelmiş. Çoktandır dalgın ve içine kapanık gördüğü genç arkadaşını zor bir bilmeceye benzetmiş. Onu bir an önce çözmesi gerektiğini düşünmüş. Çünkü onu çözebilirse yanlış yapmaktan caydırabileceğini biliyormuş. Ayrıca bir parça huzur bulmak için bundan iyi bir fırsat belki de hiç olmazmış yaşadığı sürece. Bu yüzden ona çaktırmadan,

“Vaktin var mı koçum?!”

“Niçin sordun Bekir Ağabey, bir işin mi var benimle?!”

“Yok, daha çok senle ilgili be koçum!”

“Nasıl yani, anlamadım?!”

“Bugün her zamanki gibi değilsin, bilmem yanılıyor muyum, sanki senin bir sıkıntın var da…”

“Yok Bekir Ağabey!”

 “Görünen köy kılavuz ister mi peki?”

 “Ya! Ben!!”

 “İtiraf et artık olsun bitsin!”

“Neyi itiraf edeyim Bekir Ağabey, bir şey yok ki gerçekten!”

“Şu aydınlık yüzündeki koyu gölgeyi ve gazetelerin arasına saklamaya çalıştığın bıçağı itiraf edebilirsin örneğin!”

Çok utanmıştım. Hem saklamaya hem de bahaneler uydurmaya çalışmıştım. Bahaneler uydurdukça da kendimi ele vermiştim.

 “Boşuna Bay Pinokyo, sen bahaneler uydurdukça burnun uzuyor,” demişti.

 Ve sonunda coşmuştum bir nehir gibi yatağıma sığmayarak.

  “Senin gibi yapmaktan başka çarem kalmadı ki Bekir Ağabey!”

  “Ne olursa olsun, bu doğru bir çözüm değil ama…”

“Peki sen neden yaptın öyleyse?!”

“Ben(!) öyle mi? Benimle ilgili neler biliyorsun bilmiyorum ama…”

 “O kadar çok şey biliyorum ki söylesem inanmazsın belki de…”

 “Hiçbirine inanma derim evlat, çünkü yalanı yoktur öğrendiklerinin ve duyduklarının ama yanlışı vardır, inan bana!”

“Nasıl yani Bekir Ağabey?”

“Herkesin bir Kamalı Bekir’i var ama hiçbirisi ben değilim desem…”

“Anlamadım.”

 “Gün olur anlarsın nasıl olsa. İstersen bir de ben anlatayım kendimi. Beni, benden dinle: Komşumuzun kızı yüzünden hayatım kaydı benim. Yaşıttık onunla. Birlikte okula başladık. Aynı sınıflarda okuduk. Evden birlikte çıkardık, okuldan birlikte dönerdik evlerimize. Kardeşim gibi severdim. Rüyada gibi bitirdik ilkokulu. Ortaokula birlikte yazıldık. Aynı sınıfa düştük. Derken biz büyüdük, rüya bitti. Üst sınıftan bir çocuk peşine düştü ona asıldı yani. İriyarıydı. Defalarca uyardım. ‘Kız pas vermiyor, bırak peşini,’ dedim. Teneffüste, öğrencilerin gözleri önünde ondan dayak yedim. Canım yandı. Gururum kırıldı. Alay konusu oldum. Aldırmadım. Ne zaman ki, ‘O, bana asılıyor sana ne! Senin yüzünden okulda adım çıktı,’ dedi komşumun kızı ve benimle küstü. Haklı mıydı, haksız mıydı hiç mi hiç düşünmedim. Düşünemedim. Âdeta yıkıldım. Üstüne üstlük, okuldaki mahalleli arkadaşlarım, ‘Biz de seni yürekli sanırdık, ne korkak bir kamalıymışsın öyle, deyince… Ve beni terk edince… Senin anlayacağın, neredeyse koca okulda yalnız kaldım. O çocuğa karşı duyduğum öfke içimde büyüdükçe büyüdü ve sonunda beni ele geçirdi… Uzun hikâye aslında, ama yine de özetleyeyim. Nereden getirmişse babam getirmiş o kamayı. Beş yaşından itibaren almışım elime, dolaşmışım sokaklarda, meydanlarda. Yaşıtlarımı, benden büyük çocukları korkutmuşum. Adım Kamalı olmuş. Gülüp geçmişler. Biri çıkıp da, ʻBu yaptığınız doğru değil, alın şu çocuğun elinden bu kamayı,’ dememiş. Kama bana bir çeşit güven ve üstünlük kazandırmış. Beni korkusuz göstermiş çevreme. Ta dördüncü sınıfa kadar taşıdım o kamayı. Ne güzel bırakmıştım. Keşke hiç elime almasaydım. Ama söyledim ya kendimi bir kedi gibi köşeye sıkıştırılmış hissediyordum. Tırnaksız ve pençesizdim. Üstelik de korkaktım. Ağızlarda sakız olmuştum. Adımı, yani kendimi düşündüm. Yanlışlardan kurtulamadım, doğrusu bu. Sonunda kamayı ceketimin iç cebine koydum. Okula gittim.

 Sabahtı. Öğrenciler öbek öbek giriş zilinin çalmasını bekliyorlardı. Ve o çocuğu buldum. İç cebimden kamayı aniden çıkardım. Sol bacağının kasığına sapladım. Sapsarı oldu. Etrafındakiler bağrışarak uzaklaştı. O bir şey diyemedi. Yüzü, gözü durmadan değişti. Yere düştü. Bayıldı. Kaçtım. Sonradan öğrendim. Hemen hastaneye götürmüşler. Müdahale etmişler. Tehlikeyi atlatmış. Babam masrafları üstlenmiş. Gece yarısı eve girdim. Başka çarem yoktu. Sokakta sabaha kadar kalamazdım ki. Babam beni bekliyordu. Beni çok dövdü.  Annem öylece baktı. Bir şey yapamadı. Yarı baygın biçimde babam beni sürükleyerek karakola götürdü. Yaşım tutmadığından serbest bırakıldım. Okuldan ayrıldım. O çocuk topal kaldı, ben de okulsuz kaldım. Önceleri okuldan ayrıldığıma pek aldırmadım ama aradan günler geçtikçe ödediğim bedelin ne kadar da ağır olduğunu öğrendim. Orada burada dolaştım. Hangi ustaya çırak verildimse o ustadan kaçtım. Böylece çıraklık, haylazlık, işçilik, serserilik ve kabadayılık(!) yaptım. İçki içtim. Esrar çektim. Kumar oynadım. Ama hiç atama el kaldırmadım. Asker oldum. Gözüm orda açıldı benim. Asker ocağında ne okumuşlar, ne meslek sahibi insanlar gördüm. Hepsi de pırlantaydı. Onlarla benim aramda uçurumlar vardı. O vakit ömrümü boşa geçirdiğimi, aslında kendimi mahvettiğimi anladım. Eve döndüğümde bambaşka bir insandım artık. Bana, neden, niçin diye soru sormayan babam, geç de olsa imama kızıp abdest bozduğunu anladı ve emekli ikramiyesinin büyük bir bölümüyle bana bu dükkânı aldı. Ve bir kız buldular, evlendim. Çoluk çocuk sahibi oldum. Lakabımdan nefret ediyorum, inan bana. İnsanımız, yedisinde ne’ysen yetmişinde o’sun gözüyle bakar sana. Adın çıkarsa dokuza, ne yapsan ne etsen fayda etmez ve asla inmez sekize. Sakın benim gibi yapma! Çünkü ben onu değil kendimi vurdum aslında. O, bir öğretmen oldu, ben de bir bakkalım. Benden alış veriş yapıyor. Öyle efendi birisi ki sorma. Ve de çok kültürlü. Uğruna bıçaklandığı kızla evli…

Mutlular. Onun efendiliği ve saygısı karşısında eziliyorum. Aslında ben çok şey için geç kaldım ama sen geç kalma. Beni dinle. Hayatım bir film şeridi olsaydı eğer geriye sarar ve o kötü günlerimi kesip atardım. Temiz geçmişin olsun. Temiz olmayan bir geçmiş karayılan gibi dolaşır seninle sevdiklerinin arasında. Bilemezsin gösterilen saygılar sevgiden mi korkudan mı diye. İçten içe yanarsın ve düşünürsün temiz olmayan geçmişini. Bu bir tahtakurdu gibi içten kemirir durur seni ve bitirir usul usul. Bu çok acıdır ve hiçbir acıya da benzemez biliyor musun?’

Kamalı Bekir susmuştu sonunda. Ben de kaçarcasına uzaklaşmıştım onun yanından. Irmak kenarına gitmiştim. Bulanık, çamurlu sarı sudan alamamıştım gözlerini. Kamalı’nın söylediklerini, kendi düşündüklerimi kafamdaki teraziye koymuştum. Her defasında Kamalı’nın söyledikleri ağır basmıştı ve o haklı çıkmıştı. Irmakta yıkanan çocukları seyretmiş, yıkanmam için seslenen arkadaşlarıma “olmaz” demiştim ve ırmak boyunca uzanan yolda yürümüştüm. Yazlık Sahil Sineması’nın arkasındaki çöplükte sansür için kesilen film karelerini toplayan çocukları görmüştüm. Onlara katılmıştım. Bir iki kare de ben almış ve yola devam etmiştim. Ara sokaklardan geçerek Siptilli Pazarı’na çıkmıştım. Buradan da Çamlıyol’a geçmiştim. Bu uzun yolu daha çok düşünmek için yürümüştüm.

 Aklında karmakarışık düşüncelerle ne yapacağımı bilmez bir hâldeydim.

 Yazlık pastaneyi mesken edinen kafadarları görünce durmuştum. Onlara bakmıştım. Üçünün de sırtı bana dönüktü. İade edecekleri gazeteler de çevresinde oturdukları masanın üstündeydi. Dondurmalarını büyük bir iştahla yalıyorlardı. Bıçağı elime almıştım. Bahçe duvarından atlamıştım. Çocukların önüne geçmiştim. Çocuklar beni elimde bıçakla karşılarında görünce kalakalmışlardı. Üçünün de parlak gözleri soğuk bıçaktan ayrılmamıştı. Korkmuşlardı. Şaşkın şaşkın bakmışlardı yalnızca. Gözlerimi çocuklardan ayırmamıştım. Bıçağın soğuk yüzü onları dondurmuştu âdeta. Ellerindeki dondurmalar erimeye ve külahtan gazetelerin üstüne akmaya başlamıştı. Bir şey söyleyememişlerdi. Bıçağı yavaşça masaya bırakmıştım ve sırtımı onlara dönüp uzaklaşmıştım. Gözden kayboluncaya kadar yerlerinden kımıldamamışlardı bile. Ancak ara ara dönüp gözaltından beni izlemişlerdi. Bir iç sızısıyla hüzünlendim, bunları yeniden anımsayınca… İşte beni büyük bir yanlıştan döndüren adam hastalığı yüzünden hayatını intiharla noktalamıştı.’

edebiyathaber.net (1 Haziran 2024)

Yorum yapın