Bir
Sırt çıkıntısı olmadığı hâlde küçük “r” gibi dolaşan çocuğu ilk defa gördüğümde oyun ediyor sanmıştım. Daha sonraları da gördüm: Okuldan lojmana dönüşlerimde, lojmandan, velilerle görüşmek için kimi zaman gittiğim kahvehanenin önünde…
Gözlerini benden ayırmıyordu. Hep bana bakıyordu ve gülüyordu.
Ay gibiydi yüzü. Gözleri ışıl ışıldı. Saçı kısa ve düzdü. Yüzünden gülümseme eksik olmuyordu.
İlk defa ne zaman onunla ilgilendiğimi anımsamıyorum. Bir önemi de yok aslında bunun. Bana gülümsediğinde ve selam verdiğinde karşılık verdim hep.
Bu hâle nasıl geldiğini, niçin okula gelmediğini, okuma-yazma bilip bilmediğini neler yaptığını soruyordum ona kısa tümcelerle. O, öylece bakıp duruyordu yüzüme. Yanıt vermiyordu. Sokağın öteki tarafına geçip beni süzüyordu. Ben köşeyi dönünceye kadar da izliyordu beni. Bir şey dikkatimi çekmişti. Okulun bahçesinden ve çevresinden ayrılmayan onca çocuk vardı, ama o hiç mi hiç okula sokulmuyordu. Okuldan ve çocuklardan uzak duruyordu. Daha ne zamana kadar muzip bir çocuk olarak bilecektim onu, bilmiyordum.
Ama bir keresinde gördüğümde yalnız değildi. On bir, bilemedim on üç yaşındaki bu çocuğu orta yaşlı bir kadın hem sürüklüyor, hem de hırpalıyordu. Yanımdan geçerken onun bana yalvaran bakışını gördüm ve üzüldüm. Ağlamıyordu, söylenen ağır ve kötü sözlere aldırmıyordu. Yalvaran gözlerinde yine aynı ışıltı vardı. İçimden geçeni gerçekleştirmek için hareket bile edemedim. Birileri tarafından sımsıkı tutulmuşum gibi kalakaldım öylece. Kadın onu götürürken, ‘Babasının gazabına uğramış lanetli! Nedir senden çektiğimiz! Hâline bakmıyorsun da kendinden büyüklerle kavga mı ediyorsun? Allah canını alsa da kurtulsak senden, yoksa sen yaşadığın sürece bize bu dünyada hiç huzur olmayacak!’ dedi.
Bir yontu gibi orada öylece ne kadar kaldım bilmiyorum. Soğuk bir ter boşanmıştı benden. Boğulacak gibi olmuştum. Oyun olsun diye ‘r’leştiğini sandığım çocuk, gerçekten kamburdu. Kadının söyledikleri, bir çığ gibi üstüme gelmişti âdeta ve beni içine almıştı. Ürpermiştim. Sarsılmıştım. Yıkılmıştım. Kadının bıçaklaşan sözlerinden dolayı ağır biçimde yaralanmıştım. O olaydan sonra onu daha çok düşünmeye başladım. Aklımdan çıkmadı hiç.
Bütün bir geceyi onu düşünerek geçirdim. Uyuyamadım. O çocuğun gerçek hikâyesini merak ettim.
Köyün merkezi ve sohbet yeri olan, şimdilerde eski köyodalarının yerini aldı diyebileceğimiz kahvehaneye gitmek için can attım…
Sabah oldu.
Giyindim ve ayakta kahvaltı yaptım.
Kahvehaneye gittim koşarak.
Seydi Amca kapıda karşıladı beni. Ocağa yakın olan masada karşılıklı oturduk.
Çay suyunu yeni koyduğunu ve sonra içebileceğimizi söyledi. Ailemi, hâlimi hatırımı sordu. Bir sıkıntım olup olmadığını da… İkimizden başka kimse yoktu o anda.
Platin saçlı, uzun boylu, zayıf yapılı Avcı Seydi Amca gözlerini benden ayırmadan,
‘Sizinkilerden kötü bir haber mi aldın yoksa?!’ dedi. Usulca gözlerimi onun mavi gözlerine çevirdim. Az önce masaya koyduğu çaydan bir yudum aldım. Gülümsemeye çalıştım. Sonra da art arda gördüğüm çocuğu ve onunla ilgili daha dün tanığı olduğum olayı anlattım. Nefes nefese kaldım konuşmam bitince.
Çocukları ve torunları için av merakından, daha doğrusu tutkusundan vazgeçen ve köyün tek kahvehanesini işleten Seydi Amca tuhaflaştı. Görünmez eller bir kutu sarı kırmızı karışımı boyayı yüzüne atmış gibi, renkten renge girdi. Önce ne yapacağını, ellerini nereye koyacağını bilemedi. Bir kalktı sandalyeden bir oturdu…
‘Bırak o garibi öğretmen,’ dedi. ‘Onu hiç mi hiç düşünme derim. Bizim Kambur Ali o. Zararsızdır. İyidir, akıllıdır da. Can çocuktur. Ama öyledir işte zavallım! O durumda bile kendisiyle barışıktır, mutludur. Bizim gibi… Gözümüzde eksik değil o… Bildiğim anaya-babaya yani ataya saygıda, hürmette kusur yapmayacaksın, karşı gelmeyeceksin. Ben de başka bir şey sanmıştım ya, seni sabah sabah buraya getirten konu bu muydu öğretmen?!’
Ocağa geçti. Bardakları dizmeye başladı tezgâha çay koymak için. Sırtını döndü bana. Bir daha da bir şey demedi. İçimi kemiren kuşku daha da büyüdü. Bu kuşku beni ele geçirdi. Onun kölesi oldum o an. En azından adını öğrenmiştim…
Onun için yapabileceğim bir şey olmalıydı, ama ne ve nasıl? Düşündüm, durdum.
Başka günlerde de Seydi Amca’ya açtım Kambur Ali’yi…
Sonunda direnci kırıldı ve bana onunla ilgili bildiklerini olduğu gibi anlattı.
Ben de akşamları onun anlattıklarını günlüğüme kendi düşüncelerimi de katarak yazdım.
Seydi Amca’nın Kambur Ali’ye Dair Söyledikleri
‘Bir şeyin peşine düştün mü bırakmıyorsun öğretmen, bu iyi bir avcı alışkanlığı ya neyse… Ama sen ne yapayım ki avcılığı da sevmiyorsun, çocukluğunda bir kuş yuvası için hayatını riske eden birinden de başka bir davranış beklemez zaten… Neyse… Tuttuğunu koparıyorsun, çok iyi. Üstelik de pek meraklısın. Azimlisin de. Her şeyi bir an önce öğrenmek istiyorsun. Bu hem güzel hem de tehlikeli, dozunu kaçırma derim. Bazı şeyleri fazla eşelemek doğru değil, iyi olmayanları da olduğu gibi kabullenmek gerekir. Allah’ıma, kitabıma yemin edeyim ki bu böyle bana göre. Güngörmüşlüğüm başka bir şey ama sen okumuş birisin. Senden önce de birçok öğretmenimiz oldu, iyi insanlardı ama evinde tek kitap bile yoktu, inan. Boşuna da akıl yaşta değil başta dememişler. Akıl vermek gibi düşünme sakın diyeceklerimi öğretmen; ama her yerin bir gidişatı, geleneği, inancı ve yaşamı var. Her köyde her insan birbirinin aynı değil müşteriye çay verdiğim bardaklar gibi, hoş aslında bunlar da aynı değil; anlatabiliyor muyum ne demek istediğimi? Herkesin bir huyu, doğası var. Ne demişler, insan kısım kısım yer damar damar.
Kambur Ali’nin gerçeğini ne yapacaksın? Elinde sihirli değnek mi var? Yoksa evliya, ermiş, peygamber nefesi mi? Bırak o çocuğu, öyle kalsın. Bana söylediklerini de kimseye söyleme, bilirsin seni çocuklarım gibi severim ama bu konuda herkes hassas, Aynalı Gülsüm gibi değil bu mevzuu, acı çekmeni ve içimizde yalnız kalmanı istemem. Çünkü kimsenin aklına yatmaz bu çocuk hakkında düşündüklerin. Rüyalarında bile Ali’yi dimdik görseler inanmazlar.
Neresinden başlasam anlatmaya bilmem ki…
Şimdi herkesin dilinde şu var: ‘Ali, babasına karşı geldi diye, Allah onu cezalandırdı ve böylece yolundan çıkmışlara varlığını hatırlattı.’ Öğretmen, Ali’nin babası bir bizim köyde değil, çevredeki köylerin neredeyse tümünde nurlu, seçilmiş biri gibi itibarlı bu çocuktan dolayı, her ne kadar çocuk lanetli görülse de. Bir bakıma bir gelir, kazanç kapısı onlar için. Nasıl, niye diye sorma, midemi bulandıran bu şeyi anlatmak ve sinirimi de bozmak istemiyorum.
Günahı söyleyenlerin ama ateş olmayan yerden de duman çıkmaz ki canım. Ali’nin babasına herkes Allah’a çok yakın biri gözüyle bakıyor. Herkes ona saygı gösteriyor, hayır duasını almak için âdeta birbiriyle yarışıyor, biliyor musun?
O da bundan yararlanıyor. Üç beş evlek büyüklüğünde tarlası var birkaç yıldır sürmüyor, ötekiler gibi ev ustası ama inşaat da almıyor. Köyün varsıllarından daha iyi yaşıyor. Oradan buradan gelenlerin getirdiği paralarla varlığına varlık kattı. Şimdi koyunu, ineği, tarlası, traktörü parası da var! Oğlunun durumunu iyi kullanıyor. Çevre köylerden, kasabalardan, hatta ilçelerden, ilden ve de uzaklardan gelenler oluyor. Çocuklarına Ali’yi gösteriyor, itaatkâr olmalarını tembihliyorlar. Bu amaçla gelenler, Ali’nin neredeyse bir müzeye dönüştürülen odasında dolaştırıyorlar çocuklarını. Onlara, onun önce dimdik, sonra da kamburluğunu gösteren fotoğraflarını gösteriyorlar. Ardından da son olarak zavallıyı bir hayvanat yaratığı gibi çocukların karşısına çıkarıyorlar. Korku dolu gözlerle garip bir yaratıkmış gibi gözlerini kaçırıyor kendisini görmeye gelenlerden Ali; ibret olsun diye de çocuklarına fotoğraflarını çeken büyük adamlardan, kadınlardan.
Birkaç defa ben de tanık oldum, ‘Bize karşı gelirseniz Allah baba sizi bu çocuk gibi lanetler!’ dediklerine Ali’nin yanından çıkanların.
Akıl alacak gibi değil Ali ile çocuklarını korkutmaları, ama böyle işte maalesef!
Sana hangi birini söyleyeyim öğretmen.’
‘Ali’nin babasını hepimiz biliriz. Onun için ne desem boş.
Yağmur yağınca nasıl ki çatlakları kapanıyorsa toprağın aynı biçimde unutuldu gitti kaba, saba ve insana yakışmayan yanları. Herkes ona saygılı dedim ya, o da her yerde kasım kasım kasılıyor, adam gibi adamım diye övünüyor orta yerde. Köpeksiz köyde değneksiz geziyor anlayacağın bana göre.
Ulan adamlık nerde sen nerdesin, kim kaybetmiş ki sen bulmuşsun diyeceksin olmuyor işte!
Kambur Alilerin evi bir çeşit ocak oldu. Hiç seni dinler mi babası! Kambur Ali’yi söylediğin o ruh doktoruna götürmene izin verir mi? Dertsiz başına dert alma derim. Benim adım çıkmış dokuza inmez sekize hesabı.
Bakma geçenlerde söylediğime, senin fikrine tamamıyla benzemese de, o çocuğun babasını Allah en son bile düşünmez bana göre. Allah günah yazmasın ama bu böyle.
Dediğin doğru aslında, onun bir derdi var, yazık ya, yoksa durup dururken böyle olmaz! İş işten geçmeden çaresine bakmalı bence de!
İnan zamanında çok söyledim senin düşüncene yakın sözleri babası olacak köylüme ama neredeyse köyden kovulacaktım ya. Allah’ı, Peygamberi, Kitabı inkâr ediyormuşum filan… Dinsizmişim de bilmiyorlarmış. Neler neler be…
Yine de yol yakınken unut bunu derim başına iş alma!!!’
Seydi Amca’nın dedikleri yabana atılacak gibi değildi, ama ben geri adım atmak istemiyordum. O çocuğu hakkı olmayan bir yaşamla, görüntüyle baş başa bırakmak istemiyordum. Ödemem gereken en ağır bedeli de ödemeye hazırdım, kararlıydım. Ona ne olduğunu, neden böyle davrandığını bilmek, öğrenmek istiyordum.
Başkalarıyla Seydi Amca ile yaptığım gibi açıktan açığa konuşmadım. Dolaylı yoldan ne düşündüklerini öğrenmeye çalıştım. Sonunda Hacı Nine’den annesinin de oğlunun durumuna aslında çok üzüldüğünü öğrendim. Bu müthiş bir şeydi yapmam istediklerim için.
Hacı Nine kimi kimsesi olmayan yetmiş seksen arası yaşta bir kadındı. Genç yaşta dul kalmış ve bir daha da evlenmemişti. Kendi kendine bakabiliyordu hâlen. Apayrı bir insandı. Yaşına karşın dinçti. Bağda bahçede, tarlada çalışıp ihtiyaçlarını karşılıyordu. Köylünün de sevgisini, saygısını kazanmıştı üstelik. Ne yapıp edip Hacı Nine’yi ikna ettim ve o da beni Kambur Ali’nin annesiyle evinde buluşturdu. Bu buluşma öyle bir gizlilik içinde oldu ki anlatamam. Çünkü duyulması bir felakete sebep olabilirdi üçümüz için de…
O da bana şunları anlattı oğluyla ilgili.
Kambur Ali’ye Dair Annesinin Anlattıkları
‘Biri oğlum, canım; öteki de kocam, öğretmen! Onlar için kim ne derse desin. Bu kulağımdan girer ötekinden çıkar. Sonra derdim kocamı da karalamak değil. Allah şahit ki ona karşı eş olarak görevimi eksiksiz yaptım, yaparım da. Başını öne eğecek bir kemliğim kötülüğüm de olmadı hiç. Şimdi doğruyu söylemek zamanı… Canımdan bir yonga olan oğlumun durumundan kocam sorumlu! Suçlu kocam! Ne olduysa onun ezasından, baskısından oldu. Şu gördüğün dağın öte tarafında taşlı bir tarlamız var. Daha çok o tarladan kaldırdığımız ekinle geçinirdik. Dağı dolaşıp tarlaya gitmek çok zaman alıyor diye, dağın köyden yana yüzünde dik bir uçurum var. Bu uçurumun beş altı minare yüksekliğinde ve yüksüz bir merkebin ancak geçebileceği genişlikte de patika yolu var.
Bu yolu kim, ne zaman, niçin açmış, kullanmış ya da bilen yok. İşte bu yoldan tarlamıza gidip geliyoruz. Ve bizden başka da bu tehlikeli yolu kullanan yok. Hacı Nine burada yalanım varsa eğer, söylesin. Zavallı oğlum da öğlenleri babasına bu yoldan su, yemek götürüp getirirdi. Şimdi bir lafı bırakıp ötekine geçiyorum ama kusura bakma cahillik böyle, sen olsan masal gibi anlatırdın. Okumuşla okumamış farklı tabii. Neyse, bizim burada hayvan çok önemlidir. Bir merkebimiz vardı. Nasıl olmuşsa uçuruma yuvarlanmış. Ali’nin gözü önünde… Kayalara çarpa çarpa uçurumun dibini boylamış, ölmüş. İyi ki garibim üstünde değilmiş. Ya üstünde olsaydı kimi zaman binermiş üstüne ya, o gün binmemiş yaşayacağı varmış daha demek ki kuzumun. Kocam, merkebin üstündeki heybenin bir gözüne su küpünü, ötekine de dengelesin diye taş koyardı. Ben de öyle yaptım. Hatırlayamıyorum. Ali’nin dediğine göre taş uçurumdan yanaymış ve ağır olduğundan hayvanı uçuruma kaydırmış. Hayvan da bir şeyden ürkmüş ve olan olmuş. Eve geldiğinde kuş gibi titriyordu yavrum. Deli gibiydi. Çok korkmuştu. Kendisine su, yemek gitmediği için eve geldi babası. Öyle kızgındı ki, o anki hâli şimdi bile gözümün önünde, onu hiç öyle görmemiştim. Onca yıllık kocam… Gözleri dönmüştü. Bambaşka biri olmuştu. Kudurmuştu. Olanı biteni anlattığım hâlde sakinleşmedi ve Ali’yi suçladı. Dövdü… Dövdü… Elinden alamadım yavrumu. Komşuları çağırdım, çocuğu elinden güçlükle aldılar.
Yarı ölüydü oğlum.
Sonrası daha kötü…
Kocaman bir su küpünü Ali’nin sırtına yükledi. Yemek çıkınını da eline verdi. Bir hayvan gibi kattı önüne ve uçurumlu yoldan tarlaya götürdü. Yolda ne oldu, tarlada çocuğa ne yaptı bilmem. O da bir şey anlatmadı hiç.
İsteseydi başka bir merkep alabilirdi, ama almadı, inadı katırdan da beterdir zaten…
O günden sonra suyu da yemeği de sırtında ve o yoldan götürmeye başladı Ali’m.
Ali düşebileceğinden, uçurumdan çok korktuğundan sık sık söz etti, ağladı, yalvardı ama babasına söz geçiremedi. Beni de dinlemedi, ne yaptımsa, ne dedimse… Kadın başımla sessiz kaldım ve içime ağlayabildim ancak. Aklı giderdi babasına su, yemek götüreceği zaman yaklaşınca. Öperdim, koklardım ve ikna ederdim onu. Yani biraz da ben suçluyum. Karşı çıkabilirdim. Dövseydi, öldürseydi de beni şimdi yavrumu böyle görmeseydim. Artık başka başka ölüyoruz ikimiz de.’
‘Sonunda korktuğu başına geldi can oğlumun.
Sabinin içinde hep uçurumdan düşme korkusu vardı. İşte belki de bu yüzden, dengesini kaybetmiş yuvarlanacağı sırada son anda küpü atmış sırtından tutunmuş bir kaya parçasına kurtarmış kendini. Tarlaya gitmemiş o hâlde, eve gelmişti. İki gözü iki çeşmeydi. O gün ne kadar çok ağlamıştı yavrum.
Babasından korkardı. Hâlen de korkar. Ben de korkarım, çünkü acımasızdır, eli de ağırdır.
Soluk alamıyordu yavrum.
Konuşması kesik kesikti.
Kucağıma aldım, kuş gibi titriyordu. Sakinleştirmeye, uyutmaya çalıştım.
Avlu kapısı açılınca onun geldiğini anladım, Ali de anladı. Bu defa daha başka biriydi. Vallahi de billahi de Allah’tan çok korktum ondan. Ali’yi kucağımdan indirdim, kenara çekildim. Tavuklar kadar bile analık yapamadım oğluma. Benim gibi ana olur mu? Ali’mi koruyamadım. Zalimin önüne attım ve gözlerimi kapadım.
Canım yanmasın diye onu sundum ya hangi ana yapar böyle bir zalimliği, ben yaptım işte! Gözlerimi açamadım, yerimden kalkamadım.
Ne oldu ne bitti anlamadım. Küt diye bir ses duydum o kadar. O gitti ben açtım gözlerimi. Oğlum orta yerde ölü gibi yatıyordu. Üstüne atıldım ve beddua yağdırdım. Bayıldım mı uyudum mu anlamadım. Kendime geldiğimde odada yalnızdım. Ali yoktu. Hemen ayaklandım ve dışarı çıktım. Bir de ne göreyim. Gördüğüme inanamadım önce ama olan olmuştu Ali’me.
Ali bahçede ‘r’ gibi dolaşıyordu. Şaşırdım. Korktum. Ne yapacağımı bilemedim.
Düzeltmeye çalıştım. Düzeltemedim.
Düzelmesi için yalvardım beni dinlemedi.
Deliye döndüm. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Hemen giysilerini parçalarcasına çıkardım üstünden. Görünürde kırık falan yoktu. Yalnızca morluk vardı vücudunda. Yalvardım, yakardım fayda etmedi.
Babası bir de bu yüzden dövdü, ama hiç oralı olmadı ve eskisi gibi olmadı, ‘r’ gibi durdu karşısında. Önceleri oyun sandık bunu ama değilmiş işte, aradan onca zaman geçti durumunda zerre düzelme olmadı.
Ali’yi doktora götürmek işe yarayacak mı peki?! Artık kocam ne diyecekmiş ne yapacakmış hiç umurumda değil. Gerekiyorsa canımı da veririm. Yeter ki oğlum eskisi gibi dimdik olsun. Böyle derim ama yine de içimde bir iki korku var, ne yaptıysa oğlumu o hâle babası olacak zalim soktu… Doktorlar bu durumu düzeltebilir mi? Göl maya tutar mı? Bir de kocam olacak söylemeye dilim varmıyor ama baş belası var, sana da bana da kötü konuşabilir, kötülük yapabilir, hatta sana vurmaya bile kalkışabilir. Düşünmen bile güzel bence ama bundan vazgeç en doğrusu bu olur derim, öğretmen.’
Bu işten vazgeçmemi söyleyenlerin aslında alttan alta bana yardım ettiklerini daha sonra öğrendim. Bir işe başlarken insanın yalnız olmadığını öğrenmesi güzel gerçekten. Bu işten artık elimi eteğimi çekmeye karar verdiğim sırada iyi bir gelişme oldu. Paydos zili çalmış öğrenciler evlerine dağılmıştı. Lojmana girdiğim sırada kapıda Hacı Nine’nin ayakkabısını gördüm. Bizi öyle sık sık ziyaret eden biri değildi. İçim içime sığmadı ve elimi yüzümü yıkamadan odaya girdim. Gözlerinin içi gülüyordu. Hoş beşten sonra, Kambur Ali’nin babasını güç bela ikna ettiklerini ve düşündüğüm şeyle ilgili benle görüşmek istediğini söyledi.
Karısının ve kendisinin bu görüşmeyi gerçekleştirmek için ona günlerce nasıl yalvardıklarını anlattı.
Dünyalar benim oldu o an.
Sonunda bir gizlilik içinde onunla da görüştüm.
Neler mi anlattı?
Kambur Ali’nin Babasının Anlattıkları
‘Azmine ve cesaretine hayranım öğretmen. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır dememişler boşuna. Bugüne kadar neler yaptığını, kimlerle konuştuğunu, kimlerden neler istediğini biliyorum. Bu günü ve bu anı bekledim.
Çünkü sonunda bana da geleceğini biliyordum.
Kararlısın ve vazgeçmiyorsun. Sanki biraz da inatçısın. Ne yapacağını, nasıl davranacağını biliyorsun. Güzel ve etkili konuşuyorsun. Ama insanın alışkanlıklarını değiştirmesi ya da alışkanlıklarından vazgeçmesi kolay olmuyor maalesef. Çünkü bizi biz yapan temel şeylerden biri de doğru bildiğimiz şeylerden vazgeçmemektir öğretmen. Vazgeçmediğimiz şeyler başkalarına göre yanlış olabilir…
Soruyorum, su hemen buz tutar mı, buz hemen su olur mu? Ali, hasta diyorsun.
Sana göre bana içsel tepki gösteriyor, korunma amaçlı bir savunma davranışı sergiliyor oğlum, bu ne demekse… Bir ruh doktorunun bir an önce görmesi gerekiyor, geç kalırsak iyileşemeyebilir görüşündesin. Açık olmak zorundayım sana karşı kıvırtmak olmaz. Diyelim ki gerçekten de Ali’nin iyileşmesini istiyorum, buna da gönülden inanıyorum. Ama artık bazı şeyler elimde değil ki… Çünkü oldukça geniş bir çevre, ‘Allah’ın nurlu bir insanı olduğum için oğlum beni dinlemediğinden öteki çocuklara ibret olsun diye,’ böyle olduğu inancında. Önerini kabul edersem ne olur biliyor musun? Kimse dönüp yüzüme bakmaz. İtibarım sıfıra iner. Ve çekip gitmem gerekir uzaklara… İnsan içinde yalnız kalmak çok kötüdür, bilir misin öğretmen?
Söylediğime inanan bunca insan boşluğa düşer.
Tükürdüğümü yalamış olacağım. Başka yerde yeni bir hayat, yeni bir başlangıç yapamayız. Bir ağaç gibi kökümüz burada ve derinde. Başka bir yerde yeşeremeyiz. Kururuz.
Köylülerim kadar inançlıyım. Benim de aklımın ermediği yerlerde, konularda sığındığım âlimler, dua ettiğim ve tapındığım Allah’ım var. Ali’yi öyle görünce çok korktum. Kaba güç kullandım, bu çirkin oyundan caysın diye. Baktım ki olmuyor daha çok korktum ve telaşlandım. Kendimden nefret ettim. Ne yaptımsa durumu değişmedi. Elimden bir şey gelmediğinden büyüklerimizi dinledim. Ocak ocak, yatır yatır gezdirdim onu.
Kendime kızdım, geceleri usul usul ağladım.
Ne olacak bu çocuğun hâli diye Allah’ıma yalvardım, yakardım. Ne yaptım da o böyle oldu, benden iyiliğini, şefkatini ve yardımını esirgeme dedim. Hep sabırlı olmam ve inanmam gerektiği söylendi büyüklerim tarafından. Kimi zaman yatırlarda, ocaklarda bıraktım onu. Bazılarından kaçtı. Eve geldiğinde daha da tuhaftı Ali. O, ölümüne dayak yediğini, çoğu zaman aç bırakıldığını söyledi. Akla ve hayale sığmayacak uygulamalardan ve davranışlardan söz etti.
Bazı yatır ve ocaklardan dimdik çıktı. Dünya bize verilmiş gibi sevindik. Adak üstüne adak dağıttık. Çocuklara şerbet içirdik. Köylülere kazan kazan yemek yedirdik. Ama birkaç gün sonra yine küçük ‘r’ gibi oldu. Gördük ki hiçbir şey fayda etmiyor, kabullendik durumunu, çaresiz.
Ali’yi okuması, üflemesi için götürdüğüm Hoca, derin bilgili, koca bir külliyatın sahibi ve öteki dünyanın insanı biri, bana: ‘Bu çocuğu ne diye yatır yatır, ocak ocak, hoca hoca dolaştırıyorsun bre akılsız adam,’ dedi. ‘Şöyle bir düşün, Allah bu çocuğu sana isyan ettiğin için cezalandırmış. Başka çocuklara ibret yapmış. Aklını kullanırsan hem rahat edersin, hem de evliya katında biri gibi itibarlı olursun.
Allah isterse düzelir, ne diye O’nun verdiğini kabul etmiyorsun. Lamı cimi yok bunun! Şimdi beni iyi dinle, oğlanı eve götür! Evde benimkine benzeyen bir mekân kur! Bana gelecek olanları sana yönlendireceğim, sen de başka çare için gelenleri bana yönlendirirsin!’
Burada gördüklerin o hocanın yapmamı söyledikleri. Sözde Allah bana bir kazanç kapısı açmış. Ne yalan söyleyeyim ilk zamanlar tuttum bu isteğini o hocanın. Çünkü aklımın almayacağı kadar para kazandırdı bana. Ama artık bu paradan ve hak etmediğim sıfatlardan da bıktım. Hiçbir şey yüzümü güldürmüyor inan.
Dışı seni, içi beni yakar hesabı.
Sanki geri dönüşü yok bunun.
Sen kabul etsen de etmesen de çoğunluk haklı sayılıyor bizim burada. Doğru ya da yanlış, ama böyle işte… Gittiğin yerde insanlar tek gözlüyse bir gözünü kapatacaksın. Ben, benim için düşünülen, söylenen sözlerin insanı gibi davranmak zorundayım. Bu sana ters gelebilir belki, ama gerçek bu benim açımdan. Ali eskisi gibi olsa ne olmasa ne… O inandığın doktorlar, psiki… Neydi yahu dilim dönmüyor söylemek için… Her neyse ya onlar, takdir-î ilahiyî değiştirebilirler mi?!’
Ali’nin babası konuşmasını bitirince onunla, Ali için düzenlenen odaları dolaştım.
Adam tedirgindi, diken üstünde yalınayak yürüyor gibiydi yanımda. Suçüstü yakalanacakmış gibiydi.
Birinci odada, Ali’ye ait fotoğraflar vardı. Hepsi de çerçeveliydi. A4 kâğıdının iki katı büyüklüğündeydiler ve çerçeveliydiler. Sünnet düğünü, okul günleri, akraba çocuklarıyla olan görüntüler de Ali çok mutluydu. Her çerçevenin altında fotoğraftakilerin adları, çekildiği yer, saat ve tarih yazılıydı. Bu odanın karşı duvarındaki fotoğraflar ise “r”leştikten sonra çekilmiş, acılı, korkulu ve yalvaran bakışlı fotoğraflardı.
İçim ürperdi.
İkinci odaya geçtik.
Daha çok bir sirk hayvanının gösteriye çıkarıldığı ortama benziyordu. İçim sızladı, ciğerim yandı. Burada kalamadım. Kendimi güçlükle dışarı attım.
Çünkü çok kötü oldum. Gördüklerimi, duyduklarımı ve düşündüklerimi evde eşimle paylaştım. O da düşüncelerini paylaştı benle.
Eşimin Söyledikleri
‘Hayatım, kendini boş yere üzüyorsun. Çocuğun babası bence çok haklı… Su birkaç günde buz tutar ve buz da birkaç günde erir. Yani alışkanlıklar ve edinilmiş, öğrenilmiş davranışlar öyle çabuk ve kolay değişmiyor, biliyorsun. Bu süreç işi… Anladım onu seviyorsun, acıyorsun, ona yardım etmek istiyorsun. Seni çok iyi anlıyorum ama bu kadarı da fazla yani. Bana öyle bakma lütfen, düşüncelerimi dinlemelisin. Şimdi, diyelim ki Ali’yi psikiyatriste ya da psikologa götürdün. Ya tedaviye yanıt vermezse… Çünkü biliyorsun sanırım, böyle durumlarda önce hastanın kendi kendine yardımcı olması ve tedaviyi istemesi gerekir. Tedavi iyi sonuç verdi diyelim ve çocuk iyileşti. Köyde yüzün ve yerin olur mu peki? Sonra onun iyileşmesinin babalar ve çocuklar arasında oluşturacağı çatışmaları düşün. Ne düşünecekler senin için? Çocukların boyun eğmelerinin ‘kötü örneği’ ortadan kalkınca hangi çocuk babasının, annesinin her konudaki isteğine ve öğüdüne katlanacak, söyler misin? Bu ilişkinin bozulması bize zarar mı getirir yoksa yarar mı, hiç düşündün mü? Biliyorsun insanlar, en kolay alt edebilecekleri kişileri ‘günah keçisi’ ilân eder. Buna en uygun olan da sensin, dolaysı ile de benim. En iyisi biz tayin isteyelim ve bu köyden gidelim. Yoksa senin bu çocuğu unutacağın yok, başımıza gelecekleri düşündüğün de…’
Onu çok iyi anlıyordum. Düşündüklerinde ve söylediklerinde yerden göğe kadar haklıydı. Çünkü neyle karşılaşacağımızı bilmiyordum ve tahmin bile edemiyordum.
O uyumaya çalıştı. Uyudu mu uyumadı mı bilmem ama yataktan kalktım ben. Oturma odasına geçtim. Koltuklardan birine gömüldüm. Düşünmeye başladım.
Sabah olduğunu, minibüsün lojmanın arkasından geçen köy yolunda beni beklediğini ve kornanın da bu yüzden sık sık çalındığını anladım. Sabaha karşı uyumuşum demek ki. Aceleyle giyindim ve minibüse koştum. Yolculardan özür diledim, boş koltuğa oturdum. Ne teslim olacaktım ne de uzlaşacaktım. Sonuna kadar gidecektim.
O çocuğun başına gelenlerin sanıldığı gibi ‘kader’ olmadığını, kendini korumak için bir savunma davranışı olduğunu artık istese de yardımsız kurtulamayacağını kanıtlayacaktım.
Bu durumun içsel nedenli, tanrısal ve fiziksel nedenli olmadığını böyle düşünenlerin gözlerine sokacaktım. Çağdaş bir inancın, yani bilimin de bu yeryüzünde etkin ve kesin bir yeri olduğunu bilmeliydi öyle düşünenler. Meydanı dogmalara ve yanlış doğrulara bırakmak doğru değildi çünkü. Maaş almak için ilçeye gittiğimde bu konuda görüştüğüm doktorlar da beni yönlendiriyor ve Ali için en iyi kimlerin yardımcı olabileceğini araştırıp benle paylaşıyorlardı…
Eşime bir ara yolculuğumuzda dediklerim geldi aklıma:
“Sen hiç Paul Lafargue adını duydun m? ‘Tembellik Hakkı’nın yazarı. Din ile bilimin uzlaşmayacağını ileri sürmüş. ‘Bilim, Tanrı’yı yok saymıyor, daha iyisini yapıyor, onu gereksiz kılıyor.’ Ve de dogmalardan kurtulmanın, gerçek insan olmanın, ‘ilerlemenin tek yolu, Tanrı’ya savaş açmaktır,’ diyor.”
Milli Eğitim Müdürlüğünden evrakları ve maaşı alırken, alışverişte ve öğretmen arkadaşlarla görüşmelerimde bile aklımda Ali için neyi, nasıl yapacağım vardı.
İki
Sonunda Ali ile konuşmaya karar verdim.
Ama onca kollamama karşın onu eski sıklıkta göremez olmuştum. Hatta kendisiyle konuşacağımı anlamış da benden uzaklaşıyormuş düşüncesine bile kapıldım bir ara.
Ve bir gün hiç beklemediğim anda okulun yakınlarında gördüm onu.
Yanıma gelmesini işaret ettim.
Geldi.
Işıldayan gözlerine baktım. Kendisiyle biraz konuşmak istediğimi, ama söyleyeceklerimi kimseye söylememesini öğütledim. Şaşırdı ve heyecanlandı. Birlikte okula girdik. Kimsenin göreceği yoktu ama yine de tedbirli davrandık.
En uygun yer müdür odasıydı, dışarıdan geçecek olanlar dikkatlice baksalar da bizi göremeyecekleri tek yer orasıydı çünkü.
Aldım karşıma, oturttum bir sandalyeye.
‘Eskisi gibi olmak ister misin,’ dedim.
Aniden ayağa kalktı ve kapıya yöneldi, ‘Asla!’ diyerek. Kolundan tuttum, yerine oturttum, sakinleşmesini istedim.
‘Ama annen, eskisi gibi olmanı istiyor!’ dedim.
‘Biliyorum.’ dedi.
‘Ama baban da…’ dedim.
Bir tuhaf oldu. Telaşlı telaşlı baktı bana, yerinden kalktı dolaştı bir iki, tekrar oturdu sandalyeye.
‘O herkesten çok ister tabii!’ dedi.
Şaşırdım.
Doğrusu bunu beklemiyordum ondan.
‘Neden böyle düşünüyorsun ki?!’
‘Neden olacak,’ dedi sesini yükselterek, ‘bir eşekmişim gibi sırtıma küp yüklemek için!’
‘Sanmıyorum artık ama’ dedim, ‘o baban, üstelik de…’
‘Babam ama’ dedi, ses kırıldı, ‘küple yuvarlanmamı ve parçalanmamı istiyor!’
‘Olmaz ya!’
‘Bal gibi olur, çünkü o beni sevmiyor!’
‘Baban senin için…’
‘Kendini yorma öğretmenim,’ dedi, ‘ben biliyorum her şeyi, o ölmemi istiyor!’
Ali konuştukça aklım karıştı.
Bir yandan da dilinin altındaki baklayı çıkardı.
Ondan öğrenmek istediklerimi içini döktükçe öğrendim. Bu kadar kolay olacağını hiç düşünmemiştim.
İtiraf etmese de durumundan kurtulmaya çoktan hazırdı. Uçurumun ucundaki taşlı tarla durdukça hayatı ona göre tehlikedeydi…
Ali’yle dışarı çıktık. Yine özenle onu uğurladım ve lojmana döndüm. Yemek yedim. Sabırsızlıkla akşamı bekledim. Sonunda akşam oldu ve karanlık köyü esir aldı. Kimselere görünmeden Alilere gittim. Ali sözümü tutmuş ve avlu kapsını açık bırakmıştı. Bir gölge gibi avluya, oradan da evin kapısına sokuldum. Seslendim usulca. Kapıda beni babası karşıladı. Oturma odasına geçtik. Karısı bizi görünce ayağa kalktı, yer gösterdi ve tekrar yerine oturdu. İkisiyle uzun uzun konuştuktan sonra Ali ile yaptığım konuşmadan bir şartı olduğunu çıkardığımı söyledim. İkisi de heyecanla ve merakla ne olduğunu sordu aynı anda. Taşlı tarlayı satmalarını istediğini söyledim. Bunu hemen yapamayacağını, ama yok pahasına da olsa bir an önce satacağını söyledi babası ve söz de verdi. Kadın da bana yardımcı olmaya çalışıyordu, uygun zamanda söze karışıyor ve kocasının bana bir fırsat vermesi gerektiğini kısa tümcelerle söylüyordu.
Adam, bana çaktırmadan onu susturmaya çalışıyordu. Renkten renge giriyordu. Ne bana bakabiliyordu ne de bir şey diyebiliyordu. Bir süre öylece durduk.
Adam gözlerini bana çevirdi ve içtenlikli olarak,
‘Yarından tezi yok o yakadaki köylerden alacak olana tarlayı üç-beş aramadan satacağım!’ dedi.
Öyle sevindim ki anlatamam.
Üçümüz çocuklar gibi sarıldık birbirimize.
Bir ara ikisinin de ağladığını ve gözyaşlarını benden gizlemeye çalıştığını fark ettim. İkisi de her şeye hazırlıklıydı gördüğüm kadarıyla. Ali’nin eskisi gibi olması her şeye ve her davranışa, bedele değerdi doğrusu.
Ben de duygulandım.
Lojmana dönerken içimde bir korku ve kuşku vardı; üstelik durmadan da büyüyordu.
Ya Ali tedaviye yanıt vermezse diye.
Bunu düşünmeden edemiyordum.
Üç
Ali’yi minibüste benimle ve babasıyla görenler küçük bir sarsıntı yaşadı, bunu gözlerinden anladım, ama doktora gittiğini öğrendiklerinde de âdeta taş kesildiler ve ağızlarını açmadılar. Bundan sonra konuşacakları ve hakkında dedikodu yapacakları yeni bir konu ve kişiler olmuştu.
Akıllarındaki boşlukları belki de uzun bir süre boş anılarla dolduracaklardı.
İlçeden de ile gittik bir minibüsle.
Randevulaştığımız hastane doktoruyla görüştük.
Ben onlardan daha çok heyecanlıydım belki de.
Ve birkaç saat sonra…
Doktorun Söyledikleri
‘Ali’nin bütün verileri, emar (mrkranyal) temiz çıktı. Ankilozan spondilit bir durumu yok çok şükür. Bu hastalık, omurganın ve kalça ile beli birleştiren sakroiliak eklemin iltihabı ile karakterize kronik bir romatizmal hastalıktır. Bağışıklık sisteminin aşırı şekilde çalışıp kendi dokularına saldırması sonucu meydana gelmektedir. Eklemlerde oluşan iltihaplanma tedavi edilmediğinde ve ilerlediğinde kireçlenme oluşabilmektedir. Kireçlenme eklem boşluğunu kapatarak eklemlerin kemiklerle bütünleşmesine ve bu durumda omurgada sertleşmeye ve hareket kayıplarına yol açmaktadır. Yani hem fiziksel hem de beyinsel bir sorunu yok. Travmatik Kifoz dediğimiz bir bulgu söz konusu Ali’de…
Yaşıtları kadar sapasağlam, sağlıklı bir çocuk, yalnız; düşündüğümüz gibi psikolojik durumu berbat. İlgili servise yatıracağız. İlâç vereceğiz. Öteki doktor arkadaşlarımın da yardımıyla en kısa zamanda eski durumuna getirmeye çalışacağız. Tabii en büyük çaba -istekli olması bakımından- Ali’ye düşecek. Grup olarak karar verirsek, yani ihtiyaç duyarsak ipnotize de edeceğiz. Tepkisel sorun üç aşağı beş yukarı belli, ama daha derinde başka ne var tetikleyen onu öğrenmeye çalışacağız. Sanıyorum kısa sürede eskisi gibi olacak, rahat olun.’
Ali’yi bıraktık, tabii ayrılmamız zor oldu.
Ağlaştılar. Duygulandım. Onunla konuşup ikna ettim.
Yanında kalamayacağı için üzüldü babası.
Manzara katlanılır gibi değildi.
Köye geldiğimizde gece yarısı olmuştu.
Neler konuşulduğunu öğrenememiştik. Aslında önemli de değildi.
Ertesi gün babası Ali’nin yanına gitti. Tarlayı sattığına dair belgeleri oğlunun doktoruna vermiş bir yararı olur diye. Doktor da olabilir demiş ve almış belgeyi.
Bunları, iyi olduğunu öğrendiğimde daha mutlu oldum.
Aradan günler geçti.
Köyde gizliden gizliye konuşulanları sözde duymuyorduk, ama duyduğumuz hâlde söz yetiştirmeye çalışmıyorduk. Ali’den sevindirici haber bekliyorduk.
Bir gün hastaneden bir telefon aldık.
Ali, ipnotize edilecekti.
Ben, eşim, Ali’nin ailesiyle hastaneye gittik.
Merak içinde bekledik.
Sonuç olumlu olsun diye yakardık durduk kendimizce.
Ali İpnotize Ediliyor
Ali kanepeye uzatılmıştı.
Psikiyatrist de yanındaki koltuktaydı. Birkaç dakika içinde onu etkisi altına aldı. Ali’yi konuşturdu. Ali, arkadaşlarının kendisiyle dalga geçmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Okula gittiği zamanlarda yaşadığı iyi, güzel ve kötü anılarından söz etti.
Sonra da doktorun ‘niçin r’leştin bana onu söyle’ demesinin ardından uzun uzun konuştu.
Doktor, ‘Ali,’ dedi, ‘yeşil renkli, geniş ağızlı ve iki kulplu küp uçuruma düşüp paramparça olduğu hâlde nasıl oluyor da hâlâ sırtında sapasağlam duruyor, anlatır mısın?’
‘“ anlatır mısın? “ doktorun “ Bilmem,’ dedi, ‘babamın yüzünden olmalı!’
‘Nedenini söyler misin peki?’
‘Başka bir küp sırtıma yüklemesin diye…’ dedi.
‘Anlamadım nasıl yani?!’ diye sordu doktor.
‘O,’ dedi, ‘sırtıma küp yüklerse uçuruma düşeceğim ve öleceğim!!’
‘Anladım,’dedi doktor, ‘bu yüzden küp kırılmamış sırtında taşıyormuşsun gibi kambur takılıyorsun.’
‘Ama artık arkadaşlarım gibi olmak, ağaçlara tırmanmak, top oynamak istiyorum.’
‘Yapabilirsin bunu aslında.’
‘Yapamıyorum çok istediğim hâlde, denedim de birkaç defa canım yandı hep!’
‘Peki, sana yardım etsem o küpten kurtulman için ne dersin?’
‘Çok sevinirim!’
‘Ama senin de bana yardımcı olman gerekiyor. Ancak birlikte başarabiliriz istediğini…’
‘Ne isterseniz yaparım.’
Doktor Ali’yi uyandırdı. Ali derin bir uykudan uyanmış gibi davrandı. Konuştuklarını anımsayamadı.
Doktor, tedavinin sonraki aşamalarında Ali’yi annesiyle ve babasıyla, kimi zaman ayrı ayrı, kimi zaman da birlikte görüştürdü, konuşturdu.
Onları anlamaya çalıştı.
Sonuçlar çıkardı kendince.
Doktorla ben de görüştüm Ali’yi ziyarete gittiğim günlerde.
Çok mutluydu ve doktorun da söylediğine göre artık hazırdı, durumundan kurtulmaya.
Ve Mutlu Son
Doktor, iki hastabakıcısın görevlendirdi.
Onlar, Ali‘nin betimlediği gibi bir küp alıp geldi.
Yardımcıları küpü loş ışıklı odaya koydu.
Ardından da Ali’yi içeri aldılar.
Odanın ortasında Ali’ye diz çöktürüldü.
Aynalı duvardan yapılanları görebiliyorduk.
Heyecanlıydık. Şaşkındık. Meraklıydık.
Genç doktorlar, önceden odaya aldıkları küpü onun sırtında ve iki parmak kadar da havada tuttu.
Doktor Ali’ye, ‘Birazdan sırtındaki küpü kıracağım,’ dedi, ‘böylece seni kurtaracağım ondan. Işık yandığında küpün parçalarını göreceksin, sonra kapıdan çıkıp ailene eskiden olduğu gibi dimdik yürüyeceksin. Hazır mısın Ali?’
‘Hazırım,’ dedi.
Doktor, elindeki demir çubukla genç doktorların tuttuğu küpü birkaç vuruşla kırdı. Parçalar ona zarar vermesin diye de elleriyle tuttular tek tek…
Ali, hem korktu hem de heyecanlandı görebildiğim kadarıyla. Ya da bana öyle geldi.
Küp parçalandıktan sonra biri elektrik düğmesini açtı ve oda daha da aydınlandı.
Heyecanım arttı. Kulaklarım zonkladı.
Yerimde duramadım. Yanımdakilerin ne olduklarını, ne yaptıklarını görmedim bile.
Ali küp kırıklarını görünce, önce bir şaşkınlık geçirdi, ardından da havaya zıpladı.
‘İşte,’ dedi, ‘sırtımdaki küp buydu! Kurtuldum ondan oh bee!’
Duvardaki aynada kendisiyle göz göze geldi.
Dimdikti. Gözleri daha da parladı.
Doktor, nerede olduğumuzu bildiğinden odaya gelmemizi işaret etti.
Ağlayarak, sevinerek odaya girdik.
Önce annesine, ardından babasına, sonra da bana sarıldı.
Baba, on üç yaşındaki uzun boylu oğlunu bir bebekmiş gibi kucakladı…
Annesinin ve babasının köyde nasıl, hangi sözlerle karşılaşacağını hiç mi hiç düşündüğünü sanmıyordum.
Arkalarından bakakaldık hepimiz.
edebiyathaber.net (26 Ekim 2023)