Ceplerini yokladı, yine eldivenlerini almadan çıkmıştı evden, elleri cepte yürümeyi sevmezdi ama, hava ayazdı, mecbur ellerini tekrar ceplerine soktu. Paltosunun cebindeki deliğe parmağını geçirdi, gözü gökyüzünün rengine takıldı, ne de güzel görünüyordu, kızılla turuncu arasında salınıyordu renkler. Eli kulağındadır, gün dönmeden kar yağardı. İyi de olurdu ya, kırılırdı belki şu deli soğuk. Bu sene daha mı soğuk olacak nedir? Soğuk düşünce aklına gayri ihtiyari hızlandırdı adımlarını. Peşi sıra isteyeceği borcu düşündü, durdu bir an. Soğuk karşısında duyduğu mahcubiyet ağır gelmişti. Birkaç dakika kıpırdamadan öylece kaldı olduğu yerde. Elleri ceplerinde, gözü gökyüzünde, aklı küfürler savuruyordu yoksulluğa.
İki aydır ucu ucuna bile yetmiyordu eve giren para. Faturalar, mutfak masrafları, çocukların ihtiyaçları derken geriye ne kalıyordu ki! Zaten borçlardan, daha eve girmeden tükeniyordu eldeki avuçtaki. Nereye varırdı bu işin sonu akıl erdiremedi. Bir biz değiliz ki, milyonlar böyle yaşamaya çalışıyordu. Yaşamak denirse. Yaptığımız ölmeden günü kurtarmak dedi. “Bir şey mi dedin abla?” diyen gençten bir delikanlının sesiyle irkildi. Aklından geçti sanırken sözcükler, dile gelmiş meğerse. “Yaptığımız diyorum, ölmeden günü kurtarmak.” Tuhaf bakışlarıyla uzaklaştı genç. Bir an için, bir kere daha sesli bir şekilde söylerse o cümleyi, birden tüm sorunların çözülüvereceğini hayal etmişti. Gencin tuhaf bakışlarıyla karşılaşınca düşüncesinin saçmalığına güldü, öfkeyle…
Öfke duymak… Sakin, kendi halinde yaşayıp giden insanlardık. Artık öfkelenir olmuştu sıkça. Fabrikada, yanı başındaki bantta kendisi gibi kabloları takan arkadaşlarına da öfkeleniyordu. Daha çok çalışmalıyız arkadaşlar diye diye ardı ardına iş çıkaran formene de, sanırsın fabrikayı üstüne yapmışlar. Her alışverişinde aynı şeyleri alsa da daha fazla para ödediği kasiyer kıza. İstediklerini alamadıkça çocuklarına. Kaç aydır iş bulamayan kocasına. En çok da kendisine… Öfke öyle yerleşmişti ki aklına, bir türlü söküp atamıyordu, ama yine de eksik, olmayan bir şey vardı bu öfkede.
Safiyelere doğru yol alırken öfkesini sırtında, bir kambur gibi taşıyordu Nazlı. Lafını açabilirse biraz borç para isteyecekti Safiye’den. Onların da hali pek farklı değildi ya. Hani yüzünü eğip de borç isteyebileceği başka kimsesi de yoktu şu dünyada Safiye’den başka. Yine de on defa, yüz defa kurardı zihninde sözcükleri. Nasıl girmeliydi söze, ne demeliydi, bir türlü dizemedi sözcükleri yan yana bu sefer de. Geçen ay da almıştı borç ama, parası olur olmaz da ödemişti hemen. Şansına beklenmedik bir iş çıkmıştı, öylelikle ödeyebilmişti o borcu da. Prova ediyordu kendi kendine söyleyeceklerini. Gerçi kim çıkardı bu soğukta dışarıya ya, bir an etrafına bakındı, bir gören olsa deli zannederdi, kendi kendine konuşuyor gibiydi yolun ortasında. Oysa etrafta ölüm sessizliği, in cin top oynuyordu.
Safiye’nin kapısına varmak üzereydi, son kez tekrarladı diyeceklerini, ellerini ceplerinden çıkardı, birbirine sürttü, iki elini birleştirip hafifçe hohladı, az biraz ısındım deyip kafasını kaldırınca kapının önündeki telaşı gördü. Safiye’ye mi bir şey olmuştu, çocuklara mı? İlkin Necmi Abi’yi gördü, baktı Necmi Abi’nin yüzüne, gözleri kan çanağıydı. Yutkundu Nazlı, bir şey diyecek oldu, konuşamadı, kimsenin yüzüne bakmadan daldı içeriye. Bir köşede Safiye ağlaşır diğer köşede çocuklar. “Şimdi ne yaparız biz Fehim’siz, kim yedirir kim giydirir bu kızanları?” Göz yaşları arasında Safiye’nin ağzından durup durup bu sözler dökülüyordu.
Fehim daha çocukken başlamıştı inşaatlarda çalışmaya, ustaydı işinde, o gün inşaatı denetlemeye gelmişler, denetimden haberi var tabi patronların, bütün önlemler alınmış göstermelik, denetim yapılmış göstermelik, öğlene bitmiş bütün işler, öğleden sonra yine eski düzen, kara düzen çalışmaya devam etmiş işçiler. Fehim de bilirmiş işlerin böyle yürüdüğünü ya, o gün tepesinin tası atıvermiş, dikilmiş inşaatın sahibinin karşısına, canının hesabını soracak. Bu kadar ucuz mudur yaşamak şu yeryüzünde diyecek olmuş Fehim, ahanda kapıda sürüylen adam, beğenmiyorsan çık git demiş patron. Ben ömrümü verdim bu duvarlara, hayat verdim, sen kim oluyorsun da beni kovuyorsun diyecek olmuş Fehim, sana mı soracağım yavşak kimi kovacağımı demeye varmadan adam, itişip kakışmalar başlamış aralarında. Adam elinin tersiyle ittirmeye kalkmış Fehim’i. Kolay mı? Fehim güçlü kuvvetli, dağ gibi. Fehim’in dokunuşuyla adam dengesini kaybedivermiş, bir demir parçasının üzerine düşmüş. Adamı hastaneye, Fehim’i hapishaneye götürmüşler.
Kapının önünde, evin içinde kim varsa göz yaşları, çığlıklar, bağırışlar arasında olan biteni anlatıyordu birbirine. Nazlı da yarım yamalak, sağdan soldan duyduklarıyla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir an baktı çevresine, gözü Safiye’ye takıldı bir süre, biri kız biri oğlan ne de güzel çocuklar doğurmuştu. Çocuklar annelerinin eline etiğine öyle sokulmuşlar ki, hani olsa imkân gelmeyecekler bu dünyaya. Öfkesini indirdi sırtından Nazlı, bir yük olmaktan çıkarıp avuçlarına aldı, sıktı yumruklarını…
edebiyathaber.net (31 Ocak 2023)